Antik Çağın Ünlü Düşünürü Eflatun=Platon Konya'da Nasıl Efsaneleşmiştir?


Bugün halk arasında yaşayan, Konya'nın en ünlü efsanelerinden birisine göre de Konya bir zamanlar bir denizdir ve bunda büyük bir oranda doğruluk payı vardır. Çünkü Konya Ovası 1.8 milyon yıl ile 10.000 yıl arasındaki bir dönemde, ortalama derinliği 15-20 metre olan ve yaklaşık 4.300 km2'lik bir alanı kaplayan buzul bir gölle kaplanmıştır. Daha sonraki dönemlerde iklimin kuraklaşması ile göl tedrici olarak çekilmiş ve zamanla Konya Gölü'nün sınırları daralmış, günümüzde ise neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır.
Yalnız Konya Gölü'nün insan hafızasında oluşturduğu anılar geçmişten günümüze hiç azalmadan, hatta artarak ve çeşitlenerek günümüze gelmiş ve başka efsanelere de kaynaklık etmiştir. Buna göre; Konya'nın yakınlarındaki Takkeli Dağ tepesinde gemi bağlamaya mahsus halkalar bulunduğundan, Konya vaktiyle su altında-yani büyük bir göl veya deniz iken üzerinde seyrüsefer eden gemilerin buraya yanaşıp bağlandıklarından, dağın yamaçlarında suların husule getirdikleri izlerin hala belli olduğundan, efsanevi bir şekilde bahsedilir.
Bu efsanenin, Konya'nın bir zamanlar büyük bir göl olduğuna dair kısmının, ilk çağın ünlü düşünürü-felsefeci Platon=Eflatunla ilgili değişik bir versiyonu daha bulunmaktadır. Bu da; Orta Anadolu'da-Türk-İslam devrinde-yani Konya'nın Selçuklular tarafından ele geçirilişinden bu yana ortaya çıkmış gibi gözüken yani belki de Selçuklu öncesi devirlerde de var olan ve yayılmış halk inanışlarına göre yer altı sularını istediği idare eden, gölleri, denizleri kurutan veya tersine, yer altı sularını göl haline getirebilen yarı sihirbaz, yarı mühendis bir Eflatun'un varlığına inanılmasıdır. Zaten Katip Çelebi'ye göre de; Konya Ovası esasında bir deniz iken, Eflatun bu denizi kurutmuştur. Ayrıca Eflatunun mezarı da Konya'dadır.
Konya Ovasının eskiden bir deniz olduğu, hakim Eflatunun bu denizi kuruttuğu efsanesinden başka Konya ve çevresinde Eflatunla ilgili çeşitli efsaneler yaratılmıştır. Bu efsanelerin başında Alaaddin Tepesindeki, şimdi yıkılmış bulunan eski bir kilisenin Eflatunun kabri olarak Selçuklular devrinden beri bilinmesi ve böyle tanıtılması en ilgi çekenidir. Eflatun Konya'da, Bizans döneminde saygı gören bir Hıristiyan azizle (=Amphilius) birleştirilmiş ve ilginç bir eflatun efsanesi doğmuştur. Eski İslam kültüründe Eflatun yalnızca felsefeci ve büyücü olarak değil, bunların yanında bir mühendis olarak da görülmektedir. Büyük bir ihtimalle Konya Müslümanlarına Eflatun olarak tanıtılmış olan kilise babası Amphilus'un geçmişte su konusundaki başarılı çalışmalarından dolayı kutsal kişi kabul edilmiş ve Eflatun namı ile yüceltilmiştir. Nitekim Amphilus'un meslektaşı Nazianzos'lu Gregerios'a gönderdiği mektuplarda, yapı tekniği konusunda adeta bir mühendismiş gibi bilgisini sergilemektedir. Bu bakımdan inceleyecek olursak; geometri karşılığı kullanılan hendese kelimesinin bile etimolojik açıdan orijininin su kanallarının hesaplanmasında ve ölçülmesinde kullanılan basit bir sulama tekniği olduğu, bilinmektedir. Bu yüzden Amphilus'a gelişmiş geometri bilgisinden dolayı kolayca Eflatun namı yakıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü bu şahsın yapı tekniği ve dolayısıyla da geometri bilgisini sulama kanalları konusunda da göstermiş olduğu düşüncesi yabana atılmaz.
Bu açıklamalar ışığı altında hemen akla şu soru gelmektedir; Neden Antik Çağ ve İslam dünyası Eflatun'a bir mühendis kimliği yakıştırmıştır ?. Bize göre bu sorulara verilebilecek en makul cevap Eflatun, yani Platon'un kimliği ve dünyaya kazandırdığı eserlerinde gizlidir, diyebiliriz. İslam dünyasında Eflatun namı adı altında tanınan Antik Çağ'ın ünlü düşünürü Platon, kayıp kıta Atlantis hikayesini tarihi bir gerçekmiş gibi dünya literatürüne kazandırmış kişidir. Platon'un anlattıklarına göre Atlantis Kıtası, su kanalları vasıtasıyla suyun dizginlenip verimli kullanıldığı çok büyük ve gelişmiş bir su mühendisliği anlayışının oluşturduğu olağanüstü bir medeniyettir. Bununla beraber Kayıp Kıta Atlantis Hikayesi yüzünden Platon kendi zamanında bile eleştirilmiş ve kendisinin uydurmuş olabileceği tartışılmıştır. Muhtemelen, zamanla onun eserlerini okuyan insanlar Platon'un böyle büyük bir su medeniyetini hayal etmesinden dolayı onu bir su mühendisi olarak düşünmüş olabilirler. Ve böylece muhtemelen su ile ilgili olaylarda onu efsaneleştirmişlerdir. Çünkü Konya ve çevresinde bu kadar geniş bir efsane yelpazesi içinde yerini kuvvetle almış bulunan Eflatun, Helenistik kültürün harmanlandığı Doğu Akdeniz havzasında gerçek olanların dışında, hakkında uydurulan eserlerle de yoğun şekilde incelenen bir filozoftur. İslam yayılmasından sonra bu kültür havzası ile girişilen etkileşim sonucu Eflatuncu literatür büyük ölçüde Müslümanlarca da tanınmıştır.
Konya'daki ikinci Eflatun efsanesi örneği ise; Konya yakınlarındaki Sille'de Aziz Khariton Manastırının Eflatun Manastırı olarak bilinmesi ve içindeki bir ayazmanın da eskiden Müslümanlarca bile kutsal sayılarak ziyaret edilmesidir. Konyalıların bu saygısını bildiren efsanenin en iyi versiyonuna göre Hz. Mevlana'nın oğlu bir uçurumdan düşerken, kilisenin kurucusu aziz Khariton tarafından kurtarılmıştır. Buna binaen manastır Mevleviler tarafından kutsal ad edilmiştir. Hatta Eflaki'nin Menakibü'l-Arifin adlı eserine göre yukarıda anlattığımız sebepten dolayı Mevlana bu manastırın ayazmasında bir hafta kalmış, dolayısıyla manastırdaki ayazma ve suyu Müslümanlarca da bir değer kazanmasına sebep olmuştur. Ayrıca şu da ilgi çekicidir ki, Aziz Khariton Manastırı, Eflaki'nin Menakibü'l-Arifin adlı eserinde Platon'un Manastırı adı altında zikredilmektedir.
Konya'nın üçüncü Eflatun efsanesi örneği ise; Konya yakınlarındaki bir su başındaki kabartmaları ile süslü bir Hitit abidesinin de bulunduğu Eflatun Pınarıdır. Ayrıca Eflatun Pınarı'nın yakınlarında bulunan Eğridir Gölü'nde de benzer bir Eflatun efsanesi hala yaşamaktadır. Eflatun Pınarı hakkında anlatılanlara göre; bu sahada gayet kuvvetli bir su varmış.., bu su eğer serbest bırakılacak olursa tüm Konya Ovası deniz haline gelecekmiş...Onun için Eflatun bir tedbir edip kapatmıştır. Katip Celebi Cihannüması'nda Eflatun pınar için şunlar yazılıdır:"...kenarında enbiye-i kadimden bir bina vardır ki bir azim suyun hurucunu men eder ve binası hukemaya isnat olunur" demektedir. Burası için anlatılan başka bir efsaneye göre de; bu topraklar, suyu daha sonra Eflat adlı bir büyücü tarafından kurutulan bir ırmakla sulanıyordu. Yine aynı şekilde Eflatun'un su baskını ile tehdit eden bir yer altı akarsuyunu pamuk ve büyük taşlarla tıkadığı ve buradan Eflatun Pınarının çıktığı söylenir. Eğridir'de de aynı menkıbe biraz değişerek devam eder; "...Eflatun Hakim o pınarı kapatmış olmakla beraber füsunkar asası işaret ederek suyun ayağını Eğridir Gölüne akıtmış...". Bu surette Eğridir Gölü meydana gelmiştir. Nihayet Eflatun Eğridir'de vefat etmiş ve Nis adasına defnedilmiştir. Mezarı ziyaret edilmekte ve Eflatunun Müslüman velilerden olduğu söylenmektedir.
Yine Karaman yakınlarındaki Binbirkiliseye pek uzak olmayan Pınarbaşı Köyünün yakınlarındaki bir akarsu da yine Eflatun adını taşımaktadır.
Bu efsaneler topluluğunu biraz daha geniş bir çerçevede ve derinlemesine inceleyecek olursak; Eflatun'a yakıştırılan büyücü-Filozof-Mühendis rolü, Antik Çağdaki toplumların dünya görüşünün ve hayat anlayışının bir yansımasıdır, diyebiliriz. Eflatun'la ve onunla özdeşleştirilenler sadece insan üstü bir akıl ve büyücü değil aynı zamanda çok uzun bir zaman önce kapanan ve eserleri ancak belli belirsiz bir hatıra bırakan Antik Çağın en önemli mühendislik ilmi olan kanallar vasıtasıyla suyun ulaştırılması konusunu bilenleri de temsil eder. Çünkü Antik çağda suyun bulunmasında ve polise getirilmesinde veya yıkıcı etkisinin dizginlenmesinde yardımı bulunanlar ya Eflatun'la özdeşleştirilmiş, yada hazır buldukları ve faydalandıkları su ile ilgili doğal tabiat olayları Eflatun ile efsaneleştirilmiştir. Konya ve çevresinde çok geniş bir bölgeyi etkileyen Eflatun efsanesindeki suyu ortaya çıkaran ve yok eden geçmişteki mitolojilerden gelen büyücü kavramı, o ortamda hiç şüphesizdir ki bölgedeki zorlayıcı doğa etkilerinin de ortaya çıkması ve bu zorlukların Kanal sistemi ile aşılmış olmasından dolayı mühendis kavramı ile bağdaştırılmış Konya şehrinde olduğu gibi büyücü-mühendis Eflatun kavramına yapı tekniği bilgisi olan bir de kilise babası eklenmiştir. Yani aslında geçmişten günümüze yavaş, yavaş çölleşen ve suya muhtaç bir bölgede oluşturulan su ile ilgili bir mühendislik kavramı ve buna bağlı efsaneler söz konusudur. Çünkü Konya, gerek coğrafi şartlar bakımından, gerekse iklim şartları açısından az yağış alan ve su kaynakları kıt olan bir bölgede yer almaktadır. Yörede hayatın devamı için hava kadar önemli olan suyun az bulunulurluğu ve düzensiz debileri nedeni ile var olan kaynaklar ilk çağlardan beri büyük sorun olmuştur. Bu sorunun aşılabilmesi için gösterilen olağanüstü gayretler neticesinde bölgede suyla ile ilgili bir Eflatun Efsanesi doğmuş ve bu efsane İslam öncesi devirlerden çağları aşarak günümüze gelmiştir.

Dünya da ve Avrupa'da Mevlâna Sevgisi


Dünya, 800. Doğum yılında MEVLANA'YLA DÖNÜYOR... Mevlana'da: (Ben dönerim Gökler Döner)
Mevlana 800 yıl önce bu ay doğdu. (30 Eylül 1207'de Belh'te)
UNESCO'nun Mevlana yılında tüm dünya onu seviyor ve anıyor.
Mevlâna Celâleddin yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da seviliyor ve tanınıyor: Mevlâna Celâleddin'in sanatçı ve insancıl yönü gün geçtikçe insanlığı sarmakta ve büyülemektedir. Felsefesi, şiiri, sanatı yalnız yurt içinde ilgi toplamıyor, Batı'yı da yakından ilgilendirir olmuştur. Artık Almanlar, İngilizler, Fransızlar onun Mesnevi"sim, Divan-ı Kebîr'ini, Mektubat'ını dillerine çeviriyorlar. Dünya'nın ve Avrupa'nın uyanışında Mevlâna Celâleddin'in etkilerini inceliyorlar.
Batı ve Doğu dünyasının Celâleddin'e bu derece yakın kalışı karşısında Türk toplumu olarak bize de bazı görevler düşer olmuştur. Önce Mevlâna Celâleddin'i ve onun felsefesini yurt içinde tanıtmalı ve sevdirmeliydik. Bu amaçla altmış yıldan beri düzenlenen Mevlâna'yı Anma Törenleri bir çığ gibi büyümüş ve gelişmiştir. Artık her yıl Aralık aylarında Konya'da yapılan sema gösterilerini izlemek üzere binlerce yerli yabancı insan geliyor ve Mevlâna Celâleddin'in büyüleyici havası içinde günlerce yaşamayı kendileri için bir mutluluk sayıyorlardı.
Bu içten tutuluşun ve yanışın etkisi çok geçmeden yurt dışına da taşmaya başlamıştı. Mevlâna ve onun felsefesinin hayranı pek çok bilgin, pek çok sanatçı Konya'ya çağrılıyor, üniversiteler hakkında eserler yayınlıyordu. Doğu ve Batı'nın bu türlü Mevlâna sevgisine kavuşmasında bilhassa son yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Konya Turizm Derneği'nin ortaklaşa ve bilinçli bir şekilde çalışmalarının büyük payı olmuştur.
Mevlâna'nın sevgisinin yurt dışına taşmasının ilk olumlu belirtisi eski yıllarda Fransa'da meyvesini vermiş ve Mevlâna ve felsefesi ve on beş gün süre ile Paris'te devamlı olarak Fransızları etkileme fırsatını bulmuştur.
Yabancı ülkelerden Mevlâna çağrısı ikinci defa yine Fransa'dan gelmiş ve Fransa'nın tarihi ve sanat ve bilim şehri Strazburg ve Paris şehirleri Mevlâna Celâleddin'e kollarını açmıştır. 2007 yılı ise Mevlâna'mızın 900. doğum yıldönümü olarak Unesco tarafından bütün dünyada Mevlâna yılı olarak ilân edilmiştir.
Yaklaşık 40 sene önce Mayıs 1967'de Konya'dan ve İstanbul'dan hazırlanan yönetici, âyinhan, semazen ve mutrıp 30 kişilik heyet 22 Mayıs günü Konya'dan otobüsle hareket etmek suretiyle 26 Mayıs günü Strazburg'a varmış ve Strazburg Edebiyat Fakültesi mensupları heyetimizi sıcak bir ilgiyle karşılamışlar ve heyetimizin Strazburg Üniversitesi'nde önceden ayrılan yerlerde istirahatları temin edilmiştir.
Eski Konya Belediye Başkanı Ahmet Hilmi Nalçacı'nın Konuşması: Heyetimizin Strazburg'a vardığı günün akşamı Strazburg Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı G. Livet tarafından şehrin tarihî bir şatosunda yemek verildi. Dekanın konuşmasına Fransızca olarak Belediye Başkanı Ahmet Hilmi Nalçacı cevap verdi ve bu gösterilerin Türk- Fransız dostluğunun bir belirtisi sayılması lâzım geldiğini söyledi.
Ertesi gün Strazburg'da sema gösterisi yapılacak salona gidildi. Salon Edebiyat Fakültesi binasındaydı. Semaya oldukça elverişliydi. Salon tanzim edildi ve mümkün mertebe sema yapılabilecek hale getirildi. Programa göre önce Mevlâna hakkında bir konferans verilecek, sonra sema gösterisi yapılacaktı. Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü Sayın Mükerrem Keymen seçkin ve kalabalık bir dinleyici karşısında Fransızca olarak başarılı bir konferans verdi. Konferans ilgi ile izlendi. Konferanstan sonra sema yapılacak salona geçildi. Salon tıklım tıklım dolu idi. Sema başlamadan önce Madam Laroche tarafından Mevlevîlik ve sema hakkında Fransızca kısa ve özlü bir konuşma yapılması bilhassa dinleyiciler için faydalı oldu.
Strazburg'da İlk Sema Gösterisi: Sema başladığı zaman salonda en ufak bir gürültü yoktu. Dört bir yandan ayarlanan ışık huzmeleri mutrıp ve sema heyetlerini tarihî kişiliğine yakışır bir biçime sokuyor, seyredenleri büyülüyordu. Mutrıp, âyinhan ve semazenler en ufak bir falso yapmadan başarılı oluyorlardı. Flaşların tıkırtısı da olmasaydı, o sessizlik, o kendinden geçiş içinde sema sabaha kadar sürebilirdi. Nitekim sema sona erdiği zaman seyirciler ikinci bir gösteri daha yapılmasını istediler. Seyircilerin bu isteği de yerine getirildi. Savern'de İkinci Sema Gösterisi: İkinci gösterimizi Strazburg'tan 40 kilometre uzakta Savern şehrinde yaptıklarında Pazar günü olmasına rağmen kalabalık bir seyirci sema gösterisini izledi. Gösteriden sonra Savern Belediye Başkanı tarafından heyetimiz şerefine bir kokteyl verildi ve Savern ile Konya'nın iki kardeş şehir olabileceğine işaret edilerek heyetimizin ayrı bir tarihten Savern'e davet edileceği açıklandı.
Kehl'de Üçüncü Sema Gösterisi: Pazartesi öğleden sonra Fransa ve Almanya arasında bir sınır şehri olan Kehl'e gidildi. Kehl tipik Alman şehirlerinden biri idi. Sema yapılacak salon çok güzeldi. Akşam geç saatlere kadar salonun tanzimiyle uğraşıldı. Gece seçme bir topluluğun huzurunda yapılan sema büyük bir dikkatle izlendi. Semayı seyredenler arasında yüz kadar Türk işçisi de bulunuyordu.
Gece semadan sonra tekrar Strazburg'a dönüldü.
Starzburg'ta Son Sema Gösterisi: 30 Mayıs 1967 günü Strazburg'ta son gösteri yapıldı. Salon şehrin merkezi bir yerindeydi ve muntazamdı. O gece yabancı elçilik mensupları, tarım bilim adamları, şarkiyatçılar sema gösterisinde hazır bulundular. Madam Laroch'e her zaman olduğu gibi bu gece de semadan önce Mevlâna ve Mevlevîlik hakkında güzel bir konuşma yaparak dinleyicilere cidden faydalı olmaya çalıştı. Madam Laroche ve eşi gerçek birer Türk dostu idiler. Heyetimizin Strazburg'ta kaldığı sürece ilgilerini ve yardımlarını esirgememişler, Strazburg'u Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ile birlik olarak bu konuda çalışmışlardır. Profesör Laroche ise Strazburg Üniversitesi'nde bulunuyordu. Ayrıca Sorbon Üniversitesi'nde de dersler veriyordu. Madam Laroche özel surette Mevlâna ve Mevlevilik konularına eğilmiş ve incelemelerde bulunmuştu. Heyetimizin Strazburg'ta kaldığı sürece yardım elini uzatan ve Edebiyat Fakültesi, Madam ve Mösyö Laroche ile elbirliği halinde çalışmış olan Hamit Günaltay'dan da burada şükranla bahsetmek icap eder. Strazburg'taki gösterileri sayısız denecek güçlükleri yenmek suretiyle heyetimize yardımcı olan Hamit Günaltay heyetimizin takdirle hatırlayacağı bir Türk olarak kalacaktır.
Strazburg Daimî Delegemizin Sema Gösterileri Aleyhindeki Davranışları: Strazburg'taki sema gösterilerinin bir acı hikâyesi var. Paris'e geçmeden önce bu acı hikâyeye dokunmak, gerçeğin aydınlanması bakımından faydalı olacaktır. Strazburg Üniversitesi ve Madam Laroche sema gösterisi programını hazırlarlarken çok büyük bir karşı direnme ile karşılaşmışlardır. Avrupa Milletler camiasında memleketimizi temsilen görevli bulunan daimî delegemiz Nihat Dinç bu çalışmalara açıktan açığa karşı koymuş ve sema gösterilerinin Strazburg'da yapılmaması için bizzat gayret sarf etmiştir. Daimî Delegemiz Üniversite'ye, sema gösterileri Atatürk Devrimlerine aykırıdır, davet etmeyiniz. Bu gösterinin burada yapılmamasını istiyorum, demiştir. Ayrıca Nihat Dinç davetiye ve afişlerin basılıp dağıtılmasına da özel bir çaba sarf etmek suretiyle mani olmuştur. Tabii ki Sayın Nihat Dinç her yıl Aralık ayında, özel bir izin alınmak suretiyle yapıla gelmekte olan Mevlâna İhtifallerinden habersiz olamazdı.
Paris'te İlk Sema Gösterisi: Strazburg'tan 30 Mayıs gecesi Paris'e hareket edildi. Paris'te Turizm Bakanlığı Kültür Ataşesi Mukadder Zengin'le görüşüldü ve Paris Programı tespit edildi.
Paris'te sema gösterilerinin yapılacağı salon Amerikalı öğrencilerin binasındaydı. Salon 250 kişiyi alacak kadar büyüklükteydi. Akşam ilk sema gösterilerimizi seçkin bir davetli topluluğu dikkatle seyretti. Seyirciler arasında ilim adamları ve yabancı elçilik mensupları da bulunuyordu. Sema gösterisinden önce Mevlâna ve Mevlevîlik üzerine tetkikleriyle tanınmış bir Fransız bayan seyircilere semanın ne olduğunu kısa ve fakat öz olarak anlattı. İlk gece salonun küçük oluşu yüzünden pek çok meraklı semayı seyredemeden kapıdan geri döndü. Semadan sonra bir sohbet toplantısı yapıldı ve seyirciler arasında Mevlâna ve felsefesiyle ilgili olarak sorulan sorular cevaplandırıldı.
Paris'te İkinci Sema Gösterisi: Paris'te 2 Haziran 1967 günü heyetimizin dinlenmesine ayrılmıştı. O gün heyetimiz Nato'ya davet edildi ve daimî delegemiz Muharrem Nuri Birgi ile tanıştırıldı. Nato heyetimiz şerefine bir öğle yemeği verildi.
3 Haziran 1967 günü öğleden sonra sema gösterimiz televizyona alınacaktı. Gösteri yapılacak salona gidildi. Akşamın geç saatlerine kadar sema gösterisi Paris Televizyonu'na alındı.
Sema Gösterisi Paris Televizyonu'na Alındı: Semanın televizyona alınışı dört saati aşkın bir süre içinde tamamlandı. Önce semaya nasıl başlanır ve sema nasıl öğrenilir o gösterildi. Sonra tek başına bir semazenin çalışmaları ele alındı ve daha sonra topluca sema ayîni çekildi. En sonra mutrıp ve semazen gruplarının televizyona alınışına sıra geldi. Semanın televizyona alınışıyla tüm Fransız halkının semayı seyretmek imkânı sağlanmış olması memleketimiz için büyük bir kazanç olmuştur.
Paris'te Son Defa Yapılan Sema Gösterisi: Sema gösterisinin televizyona almışı işine gece de devam edildi. Âyin, yine 250 kişilik salonda yapıldığı için seyircilerin çoğu balkonda ve salonda ayakta kalmıştı. Gösteriyi başta Türk Büyük Elçisi olduğu halde birçok yabancı ulusların yüksek kademedeki temsilcileri izlemişti. Dünyanın tanınmış müsteşrikleri hazır bulunuyordu. Sema iki saate yakın bir süre devam etmiş beklenenden daha büyük bir ilgi toplamıştır.
Sonuç: Konya Turizm Derneğinin yönetiminde 22 Mayıs 10 Haziran 1967 tarihlerinde Fransa'nın Strazburg, Savern, Paris şehirleriyle Almanya'nın Kehl şehrinde düzenlenen sema gösterilerini on bine yakın insan izlemek fırsatını bulmuş, ayrıca Paris Televizyonumda da bütün Fransa halkı semayı izlemiştir. İlk defa Heyetimizin Strazburg ve Paris seyahatleri memleket turizmi için çok yararlı olmuştur. Sonra bütün dünya'ya açılmıştır.
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, bazı yabancı ülkelerde, kısaca, Rûmi diye bilinir. Buradaki "Rûmî", Romalılardan sonra Anadolu'ya verilen isimdir. Bu bölgeye "Diyâr-ı Rum" denile gelmiştir.
Mevlâna'nın da Anadolu için sık sık kullandığı bu tabir sonradan, yaşadığı ülke olması niteliğiyle "Rûmî" diye Mevlâna Celâleddin'e eklenmiştir.
Batının Mevlâna ile ilgisi, zamanın turistlerinin istanbul'da bir fırsatını bulup, Mevlevî âyinlerini gözlemlemeleriyle başlıyor.
Semâ, 16'ncı asırdan beri batılıları büyülemişti. Gelip görenlerin seyahat anılarında sayfalarca Mevlevî ve hattâ Rufaî ayinleri anlatılıyordu.
Bunların arasında Danimarkalı yazar ve halk masalları toplayıcısı Hans Christian Andersen de vardı. "A Poet Bazaar" (1871, New York) adlı kitabında, derviş skeçleriyle birlikte, bir Cuma, Semâ âyinini anlatılıyordu.
Yine 19'ncu asırda, Osmanlılar'a gönderilen Amerikan delegasyonunun sekreteri ve çevirmeni John Porter Brown'un bir Hıristiyan din adamı arkadaşı John P. Durbin çizgilerle birlikte izlenimlerini yayınlıyorlardı. Mr. Brown, (The Denishes on Oriental Spiritualism, London, 1868), Mr. Durbin, (Observation in the East, New York, 1845).
Bunlardan da anlaşılacağı üzere devrin Mevlevî şeyhleri, yabancıların âyinlerde bulunmalarını önlemek bir tarafa, kadınlar da dahil, onlara özel bir ilgi gösteriyorlardı.
Mevlevîliğin, âyinleriyle olumlu bir ilgi toplaması o zamanın gezi kitaplarında, Galata Mevlevîhânesi'ni "görülmesi gereken bir yer" haline getirmişti.
Mevlevîlikle başlayan bu ilgi sonradan Mevlâna'ya ve eserlerine yöneltildi.
İlk çevirilerin Almanca olduğunu görüyoruz.
Avusturyalı bir diplomat, Joseph Von Hammer (1774-1856), Orta Doğuda geçen senelerinden edindiği bilgiyle yazdığı kitapta (Persian Literatüre, 1818, Vienna), Mesnevîve Divan'dan Almanca örnekler verdi; ve ilk defa Mevlâna'nın özel konumundan bahsetti.
Buna rağmen, çağdaşı, Goethe (1749-1832) Mevlâna'dan çok Hafız hayranlığı ile yazdığı eserinde (Poems East and West, 1819) Mevlâna'dan ancak birkaç beyitle bahsediyordu.
Goethe'nin aksine Frederick Rüchert( 1788-1866) Purstell'den öğrendiği Farsça'yla Divan'dan kendi yorumuyla, 40'a yakın gazel yayınladı.
Çağında büyük ilgi gören bu şiirler Franz Schubert, Richard Strauss ve diğer kompozitörler tarafından bestelendi.
Mesnevî'yi tercümelerinden yorumlayan bir Protestan minister olan Tholuck (1799-1877), Mevlâna'nın bir "Pantheist" olduğu kanısına varmıştı.
Çağdaş, büyük diyalektikçi Frederick Hegel (1770-1831), sonradan geliştirdiği Dialectic of History'de Mevlâna'nın ne kadar çok etkisinde kaldığından bahseder.
Almanca tercümeler, nasılsa bir yolunu bulup 1840'larda Amerika'da Ralph Waldo Emerson'un (1803-1882) eline geçiyor, içinde Hafız, Senâî gibi şairlerinkilerin de bulunduğu bir hayli şiiri, Almanca'dan İngilizce'ye çeviriyor. Bu arada Mevlâna'ya ait bir gazelden de yanlışlıkla Hilâl isimli bir şahsa atfedilerek bahsediliyor.
Edward Fitzgerald (1809-1883), arkadaşı Edward Eyler Cowel'den (1826-1903), aldığı Farsça notları; ve yine onun yardımıyla, İngiltere'de Rubâiy-yât-ı Ömer Hayyam ismiyle bir eser yayınladı. Başlangıçtaki güçlüklere rağmen, bu kitap batıda bir Hayyam Devri açılmasına sebep oldu.
Edward Fitzgerald, arkadaşı Cowel'den defalarca "Mesnevî"yi çevirmesini istediyse de Cowel, dini sebeplerden ötürü, Hayyam'ın epiküryen tesirine Mevlâna'nın iyi bir antidot olacağını düşünmesine rağmen, Mesnevî'nin tümünü tercüme gücünü kendinde bulamadı.
Bu güç, yetmiş yaşındaki, İngilizce-Türkçe sözlükleri de olan Sir William Redhouse'da (1811-1892) gerçekleşti. Mesnevî kitabı, 1881'de 135 sayfalık bir önsözle yayınlandı.
Bunu Charles Edward Wilson ve Henry Whinfield'in Mesnevî çevirileri takip etti.
Cambridge ve Oxford Üniversitelerinin kuruluşlarının çok daha gerilere gitmesine rağmen, Farsça ve Mevlâna ile ilgilenmeleri ancak 19'ncu asırda başladı. Buralardan yetişen İngiliz oryantalistleri hoca-talebe sıralamasıyla;
Edward Granville Brown (1862-1926), R.A. Nicholson (1868-1945) ve A.J. Arberry (1905-1969)'dir. Bu Doğu bilimcileriyle Mesnevî asıl şeklini bulduğu gibi, Fîhi mâ Fîhi ve Divan'dan bazı gazel ve rubailer de tercüme edildi.
Fransa'da Mevlâna ilgisi daha çok İstanbul'daki Mevlevî âyinleri, Semâ' nın estetik yönü ve çizilen derviş gravürleriyle sınırlı kalırken, ilk defa bir Türk şair, Asaf Halet Çelebi, 276 rubaiyi Fransızca'ya çevirip 1950'de Rubaiat ismi altında Paris'te yayınladı.
Pakistanlı düşünür ve Mevlâna hayranı Muhammed İkbal'in etkisiyle Eva de Vitray Meyerovitch sadece Mevlâna değil Sultan Veled'den de bazı çevirilerde bulundu.
Başka bir hanım düşünür ve Mevlâna hayranı Annemarie Schimmel (D.1922) İngilizce ve Almanca yazdığı kitaplarla, hakiki Mevlâna âlim ve âşıkları arasında yer almaktadır. Türklerin iyi tanıdığı ve hürmet ettiği Schimmel, ayrıca Konya da yapılan Mevlâna konferanslarının da eski konuşmacılarından birisidir.
Hellmut Ritter'm (1892-1976) Türkiye'de geçen seneleri sadece Nicholson'un esas aldığı Mesnevî'yi araştırıp bulmakla kalmayıp, sayısız araştırma ve yayınlarla da doluydu.
Batıda bir hayli kimse, geldikleri yollar ne olursa olsun, bir vesileyle Mevlâna'ya ulaşmış ve bunu kitaplarında ve konferanslarında belirtip, tekrarlamışlardır.
Carl Jung, Helen Luke, Erich Fromm ve daha önceleri Gurdjieff (1872-1949) J.G. Bennet, Idris Shah (1924-1996), zaman kısıtlılığı sebebiyle sadece ismen bahsedebildiğim bir hayli kıymetli eserler vermiş şahıslardır ki bu şahıslarla birlikte Reshad Feild, Kabir Edmund Helminski ve değerli eşi Camitle Helminski'nin isimlerini de anmadan geçemeyeceğim.
Değerli Türk bilgini Mevlâna'nın, İngilizce'deki en güzel çevirilerini yapan ve araştırmalarda bulunan Talat Halman, bu alanda en değerli tarihi bir yeri almış bulunuyor.
YURTDIŞINDA MEVLÂNA VE MEVLEVÎLİK İLE İLGİLİ ESER VEREN TANINMIŞ İSİMLER
ALMANYA
Goethe, J. Von Hammer, F. Rüchert, George Rosen, H. Ethe, H. Ritter, Hans Meinke, Annemarie Schimmel, W. Von Der Porten, V. Von Rosenaweig, Max Mayerhof, C. Salemann, M. M. Özelsel
AVUSTURYA
Schwannau
ABD
Ralph Waldo Emerson, Coleman Barks, Robert Bly, W. Chittik
DANİMARKA
Asmussen
FRANSA
Jacques Wallenbourg, Cl. Huart, Maurice Barres, Myriam Harry, E.V. Meyerovitch, İrene Melikoff, B. Garre de Vaux, Massignon, Kabir Edmund Helminski
GÜNEY AFRİKA
Colin Garbett
HOLLANDA
Brakell Busy, Çarp, G.F. Pyper, Y. Schcoht
İNGİLTERE
E.H. Whinfield, E.H. Palmer, R.A. Nicholson, A.J. Arberry, J.W. Redhouse, E.H. Wilson, Graham, Tholuk F. Bandry, E.G. Browne, Hasbuch, Davis, F. Haadland
İSVİÇRE
Burgel
İTALYA
Alexander Bausani, Anna Masala
MACARİSTAN
Alexander Hegel
ROMANYA
N.Odillov
RUSYA
Radi Fiş
"Batıda hiçbir mutasavvıf Mevlâna kadar şöhret kazanmamıştır. Edebiyat tarihinde de onun kadar sevilen bir sûfî şair yoktur. Sözleri binlerce ama binlerce musatavvıfın hayat ve eserlerinde yankı bulmuş; şiirleri ayrı ayrı diller çevrilip sayısız insanlara 'teselli' vermiştir."
Prof. Dr. Annemarie SCHIMME (Alman Doğu Bilimci Mevlâna Araştırmacı)
Mevlâna Senfonisi
Dünyaca tanınmış Polonyalı besteci "Karol Szymanowsky" batı dünyasında Mevlâna kaynağından payına düşeni alan sanatçılardan biridir. 1882 yılında Ukrayna'da doğup 1937 yılında Losanne'de ölen besteci, 1922 yılında Mevlâna'nın bir gazeli üzerine ünlü III. Senfonisini (Mevlâna Senfonisi) bestelemiştir.
İlk kez 1922 yılında Boston Senfoni Orkestrasıyla seslendirilen bu korolu Senfoni, 1924 yılında Londra'da seslendirilmiş daha sonra dünyanın sayılı ülkelerindeki senfoni orkestralarının repertuarına girmiştir.
Szymanowsky'nin bu Senfonisi, Şef Prof. Dr. Hikmet Şimşek yönetiminde Ankara Opera ve Balesi Orkestrası ve Korosu eşliğinde 1989/1990 sezonunda çalınmış ve esere ana kaynak olan gazel, değerli araştırmacımız Dr. Mehmet Önder tarafından günümüz diline çevrilmiştir:
GECENİN ŞARKISI
Konuğuz sana ey dost, gel uyuma bu gece Hastayız can evinden, kal bizimle bu gece Bu gece çözülsün sır, bu gece haram uyku Kaldır perdeyi gözden, bu gece gerçeği bul.
Bu gece gökyüzünde dolaşan bir gezegen gibisin sen
Dön çevresinde aşkın, pervane ol sen
Bu gece çözülsün sır, bu gece şilinsin karanlıklar
Tanrım! Nurunla aydınlansın hep içimiz, ışıkla dolsun bu gece
Konuğuz sana ey dost bu gece.
Şu anda herkes uykuda, beklediğim yalnızlık! Ey yüce Tanrım! Benimle ol bu gece Ne mutluluk Tanrım, bu gece seninle ben Daha sokul bu gece, uyuma ey dost bu gece.
Sabah, uzun gecemiz, yıldızların gündüzü Yüzünden nur saçılır, ışık ışık bu gece Gezegenler çevrende dolaşırken uzayı Uyuma ey dost bu gece.
Karanlıklar dolaşırken uzayı bu gece
Nurunla hep aydınlansın, içimiz ışık dolsun bu gece
Sözsüz konuşmadayım
Dilsiz oldum bu gece.
PROF. DR. REYNOLD A. NICHOLSON
Babası ve dedesi ilim adamıydı. Doğu dillerini dedesinden öğrendi. Yüksek öğrenimini "Yunan Edebiyatı" alanında tamamladı. Baştan beri düşüncesi, İslâm Edebiyatını ve İslâm medeniyetini incelemek ve araştırmaktı. Bu hususta Edward G. Browne'den genel bilgi aldı. Çok geçmeden Nicholson, "Selected Poems from the Dîvân-ı Sahms-i Tab-rîz" (Dîvân-ı Kebîr'den Seçmeler) adıyla ilk kitabını yayınladı (Cambridge, 1898). Nicholson, önce Londra Üniversitesi Fars Dili Kürsüsü'nde dersler verdi.
1903 yılında Cambridge Üniversitesi dil profesörü olarak atandı ve öğretimle meşgul oldu. E. G. Browne'nun ölümünden sonra, onun kürsüsüne tayin edildi.
R. A. Nicholson'un en büyük şaheseri ve hizmeti, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin Mesnevîsinin ilmî neşri ve İngilizce'ye tercümesidir. Bu çalışmasının ardından hazırladığı Mesnevînin şerhini de yayınladı. Nicholson'un diğer eserleri ise şöyledir:
1. Şeyh Attar'ın Tezkiretü'l-Evliyâ'sı
2. İslâm Tasavvufu Üzerine Araştırmalar
3. İslâm Şiiri Üzerine Araştırmalar
4. Tasavvufta Şahsiyet Konusu
5. İslâm Sûfîleri
6. Arap Edebiyatı Tarihi
7. Doğu Şiiri ve Nesri
Nicholson, tasavvuf dünyasının hakikatini, diğer Batılı müsteşriklerden daha iyi biliyordu. Bundan dolayı İslâm sûfîlerini ve tasavvufî eserleri Batı dünyasına lâyıkıyla tanıtabilmiştir.
(M. Muîn, Ferheng-i Fârsî, I-VI c., Tahran, 1375 hş., VI, 2171. Çev. Yusuf Öz)
"Celâleddin, Dante'nin doğumundan sadece birkaç yıl sonra öldü. Fakat bu Hıristiyan şair, Müslüman çağdaşının ulaştığı sevgi ve müsamaha seviyesinin çok daha aşağısında kaldı..."
Prof. Dr. Reynold A. NİCHOLSON

AVNİ ENGÜLLÜ (ÜSKÜP)
Ney'in Sesinden Gelen Mevlâna
Yayılıyor evrene Ney'in sesi;
dostlukları yaymak üzere.
Yıkarak
ayrılık duvarlarını
bir gül ağacı büyüyor
yarınlara;
Mevlâna bahçesinden
yüzyılların öncesinden.
Mevlâna'nın bahçesinden
ve hep böyle, her geçen gün
hâlâ çiçek açıyor ağaç;
Mevlânamsı düşünceyle
insanlığın bahçesinde.

ZEYNEL BEKSAÇ (PRIZREN)
Al sevgiyi ver sevgiyi, gel Mevlâna'ca
Sal beşiği uyut evreni, uyan Mevlâna'ca
Aş kendini var kendine, dön Mevlâna'ca
Hayra yor düşü yarına, gör Mevlâna'ca
Sin içime sin, engin ol Mevlâna'ca
Beni sende bul, beni bul, çağla Mevlâna'ca

HANNS MEINKE
(Alman şair)
Ey Rûmî!
ben sen olalı, çılgınlık sükûnet buldu.
Ey Rûmî!
sen ben olalı, şimal cenub; cenub şimal oldu.
Kutub diğer kutbu yarattı;
ahenksizlik akortlarda eridi.
Şimdi söyle!
Denizin atan nabzının,
kenarında dalgalanmadığı bir tek körfez kaldı mı?
Söyle!
Senin semâ tarikatından mânâ almayan bir söz kaldı mı?
Büsbütün raks haline gelmeyen bir tek adım kal mı?
Bu semâ'nın ortası benim;
Ey Rûmî, ben sen olalı!

PROF. DR. ANNEMARIE SCHIMMEL
(Alman Doğu Bilimcisi)
Şimdi, ey ihvan, semâ'ya hazırlanın;
ve arifane bir sükût ile
ney'in yanık bestelerine,
kemanların sevinçle coşkun terennümlerine kulak verin!
Yıldızların gösterdikleri gibi,
öyle ahenkli deveranlarla
dostun etrafında dönün;
ve O'nu lâyıkıyla methedebilmek için,
mehtap; gümüş yollarda
parlarken uyuyan dallarda
hafif bir rüzgarla,
yaprakların titreyişle eğildikleri gibi eğilin!
onların, O'na gösterdikleri ihtiram gibi
biz de O'na baş keserek ihtiram gösterelim:
sermest bir sükût içerisinde kulluk ederek;
aşk ile O'nun çevresinde dönelim.

SADIK SERMED
(İran Millî Şairi, 1955 yılında Konya Mevlâna Müzesi'ni ziyaretinde söylediği şiir)
Konya toprağından aşk kokusu gelir.
Aferin Konya'nın tertemiz toprağına!
Bu şehir Konya'dır;
yahut ta gönüller kâbesidir, aşk şehridir.
Mevlâna'nın şehridir bu;
Ey, dinin ve dünyanın Celâl'i,
Ey Mevlâna,
Ey sözü Kur'an gibi manevî olan,
Ey kitabı, bizce kitabın aslı,
Ey sözü, bizce kafisi olan!
Mesnevî'n, yenilenen dünyaya,
kadri yüce Kur'ân'ın bir tefsiridir.
Ey "varlık kamışlığı"ndan kesilmiş olan!
Ney'in de sesi hoş, kamışlığın da
Kalk gör, bir bildik gelmiştir!
O kamışlıktan aynı sesi çıkaran biri gelmiştir.

JAMES GEORGE
(Kanada Eski Büyük Elçisi)
Konya'ya Sevgilerle
Doğu eğiliyor Batı önünde;
Sessiz, derin, tepki içinde
Başka nice ele geçer teknolojinin,
Dolar menfaati, sırları.
Batı eğiliyor Doğu önünde;
Gençliği gerçek pınarı,
Tanrı adına Sanki gerçek sadece kök almış
Doğudan bir yer üstünde
...
Ama Doğuyla Batı hiç birleşemezler;
Dilekleri hep kazanç olacaksa:
Para gücü Doğuluya
Veya Batılıya iç kazançsa
Doğu, Batı, Anadolu!
Artık Mevlâna'nın sesini duy
Dileğin "Gerçek"se unut kendini
Ve bil ki aşk her şeydir.

MEVLÂNA ve İKBAL
Pakistan'ın büyük şairi İkbal'e göre insan kendi fikrini üç merhalede terbiye eder. İlk merhale itaattir. İkinci merhale nefsi zapt etmektir. Üçüncü merhale tarikat ve marifettir. Yani halifetullah olmaktır. İkbal'i erdiren, vücuda getiren yalnızca gönüldü, büyük aşktı. Onu da ancak Mevlâna'da buldu. İkbal Mevlâna'yı tanımadan evvel "bir toz kadar değersizdi". Mevlâna'yı tanıdı. Gönüle, yani büyük aşka kavuştu. İkbal bir şiirinde bunu iftiharla açıklıyor.
Mevlâna toprağı iksir haline getirdi. Bir toz kadar değersiz olan bende ne tecelliler gösterdi. Sanki çöl toprağından bir zerre güneşin ışığını elde etmek için yola çıktı. Ben bir dalgayım, parlak bir inci vücuda getirmek için onun denizine yerleşmişim. Onun şarabından sarhoş olan ben, onun nefesiyle yaşıyorum.
İkbal yine Cavit-nâme adlı eserinin bir yerinde de oğluna şu nasihati vermekten çekinmedi: "Kendine arkadaş olarak Mevlâna'yı seç ki Allah sana aşk ve hararet ihsan etsin. Zira Mevlâna kabuğu içten yani zarfı mazruftan ayırabilen insandır. O, sevgilinin menziline emniyetle basan varlıktır. Onu çok şerh eden oldu, fakat gören olmadı. Onun manâsı yani ruhu ve hakikati, bizden bir ceylân gibi kaçtı. Onun şiiri ile vücutlar raksa geldi. Canı raks ettiremediler. Onu ihmal ettiler. Vücut raksı nihayet toprağı harekete getirir. Can raksa başladı mı felekler yerinden oynar. Birbirine girer. İlim ve felsefe canın raksı ile elde edilir. Yer, gök onun raksı ile anlaşılır."
İkbal de tıpkı Mevlâna gibi ruhundan kıvılcım alınıp tutuşulacak adamdı. "Ben Mevlâna gibi kani alevler saçan bir insanın; benim ruhumdan sıçrayan bir kıvılcım al da yan!"
İkbal diyebiliriz ki Allah'ın kendisine bahşettiği liyakatten sonra en çok Mevlâna'dan feyiz ve bereket topladı. Mesnevi hakkındaki düşünceleri kısaca şudur: Farsça bir Kur'an! ikbal bir zerre vaziyetinde... Mevlâna'nın ateşine tutulup da neden yanmaya başladı? Mevlâna da ne vardı da onu kendisine bend etti, çırak etti. Çünkü Mevlâna insanlığın şerefi ve milletlerin meş'alesi olarak yedi asırdır ölmek bilmemişti. Mevlâna hem büyük şairdi, hem fikir adamıydı. Şiiri fikirle birleştirmekle ruh ve can vermişti. Nasıl Mesnevî'de olgun ve oturaklı bir mütefekkir gözükürse Divan'ında da coşkun bir şairdi. Sonra insan da fikir, hayal; duygu, düşünce ne varsa hep büyük ve erişilmez ideallere götüren büyük aşktı. Onun için değil midir ki Mevlâna münacatını Allah'tan evvel aşka yaptı:
"Men âşık-ı hüsnem, aşkest münacâtem" Arkasından gelen İkbal da bunun bir çeşidini söyledi: "Aşk Cibril'in, Muhammed'in nefesidir, Aşk Allah'ın kelâmıdır."
"Aşkı kendine imam yapanlardır ki zekâyı kendilerine esir ederler."
İkbal insanoğluna inanmıştı. İnsan ulviydi, yüceydi. Mevlâna bunu ne güzel ifade etmiştir." Vücut bizden var olur, yoksa bizler vücuttan değil"
İkbal'in söylediği Mevlâna'nın söylediğinden farklı bir şey değildir:
"Çocuk rahmin açılışıyla doğar, insan ise dünyanın açılmasıyla doğar."
Hele İkbal'in şu sözü... İnsan olarak bundan büyük ne bir lâf edilmiştir, ne de bu ayarda insan yaşamasında bir ürperti duymuştur:
"Rabbim bana dinlenme nedir bilmemenin ürpertisini ver"
Belki İkbal, Mevlâna'ya çırak da olamadı, mukallit de değildi. Çünkü Mevlâna taklit edilmez. Mevlâna'ya çırak olunamaz. Fakat İkbal, Mevlâna'yı en hassas yerinden anlamaya çalışıyordu.
Kaynak:
1) ERGİN, Nevit Oğuz, Dr., ABD Society of Understanding, Çevirmen-Araştırmacı, Konya'dan Dünya'ya Mevlâna, Karatay Belediyesi, Eylül 2002, s. 313-318.
2) Şiirler, Konya'dan Dünya'ya Mevlâna, Karatay Belediyesi, Eylül 2002, s. 293-294.
3) Prof. Dr. Mustafa ÖZCAN, Celâleddin KİŞMİR'in Yazıları, Anadolu Manşet Yayınları, 12, 2006 Konya; Çağrı, Sayı: 117, 1 Ekim 1967, s.10-13.
4) Prof. Dr. Mustafa ÖZCAN, Celâleddin KİŞMİR'in Yazıları, Anadolu Manşet Yayınları, 12, 2006 Konya; Yeni Konya, Sayı: 1193, 9 Ekim 1952, s. 2