Konya’da belli bir sokağı Osmanlı Dönemine ait özellikleriyle yeniden kurma denemesi

CETVELLE ÇİZİLMEMİŞ BİR ŞEHİR; KONYA
Roma Şehri, İmparatorlarının iktidarlarını ve iradelerini gösterir. Bu şehir dümdüz yolların birleşmesinden meydana gelir ve bu dümdüz yollar, o imparatorun güç ve tahakkümünü gösterir. İslam şehirlerinden ise sosyal ilişki açısından korunma ve dış dünyadaki biçimlerle ilgili idrakler vardır. Ve bunların ötesinde insanın, Allah'ın yaratığı bu dünyayı anlamaya çalışması vardır. Her yapılan yapının bu dünyaya hangi özellikler ve ne ilave ettiğinin idraki vardır. Bütün bu mesajlar bizi kültürü doğrudan yaşayan insanlar haline getirir.
Bir bina ve şehir yaptığımız zaman, o şehir Roma'daki gibi a'dan z'ye kadar değişmez yapılardan oluşursa, bunları yapan nesil sonraki gelecek nesle şaşmaz bir şekilde nasıl yaşayacaklarına dair bir plan, bir yapı dikte etmiş olur.
Osmanlı şehrinde ise çok az olan değişmez kısımların yanında bir nesilden öbür nesle farklılaşan bir çok kısım vardır. Bunların başında mahalle ve sokaklar gelir. İşte bu yüzden, Osmanlı şehri batı anlayışının aksine cetvelle çizilmemiştir. Cetvelle çizilmiş hiçbir yolu, mahallesi, sokağı olmayan bir şehirdir.
TARİHİ DOKUNUN KORUNMASINDAKİ YANLIŞLIK
Cetvelle çizilmemiş bir ortaçağ İslam Şehri'nin tüm karakteristik özelliklerini gösteren Konya'da tarihi dokunun korunmasında çok büyük bir yanlışlık yapılmıştır. Zamanında özellikle tüm bir mahallenin veya bir sokağın korunması lazım iken yapılar tek, tek ele alınmış ve öyle korunmuştur. Ve günümüze ulaşan eski eserler, çok katlı modern yapıların arasında sıkışıp kalmıştır. Böylece eski mimari doku kaybolmuştur.
Tarihi yapıların yıkılmasında ve çevrelerinin bozulmasında Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan şehir imar planlarının kötü etkileri olmuştur. Planlar yapılırken şehrin tarihi dokusu ve önemli tarihi eserleri göz ardı edilmiştir Ayrıca Cumhuriyetin ilk yıllarında ve meydan açmak bahanesi ile bir çok eski eser yıkılmış ve tarihi doku yok edilmiştir.
ESKİ BİR KONYA ÇARŞISI VEYA ESKİ BİR KONYA SOKAĞI YAŞATILABİLSEYDİ
Bu göz ardı edilen ve korunamayan eserler arasında kendine özgü düzenlemesi ile otantik bir Konya mahallesi, Konya Çarşısı veya bir Konya sokağı en büyük eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır. Hele, hele dünyada bir çok örneği olan ve tüm unsurlarıyla değişmeden korunabilen eski bir Konya Mahallesini keşke yaşatabilseydik...
Konya'daki tarihi eserler içinde özel bir değer taşıyan eski Konya Evleri'nde, dükkanlarında ve çarşılarında geleneksel doku tamamıyla özelliğini kaybetmiş ve yukarıda da değindiğimiz gibi tek yapı ölçeğinde koruma altına alınmıştır. Bu yüzden bir Konya çarşısının ve bir Konya sokağının Osmanlı dönemi özellikleri ile yeniden yapılması lazımdır. Bu hususun şimdiye kadar gerçekleştirilmemiş olması hem Konya'nın kültür tarihi anlatılması, hem de Belediyelerimizin tanıtımı açısından çok büyük bir eksikliktir. Ankara'da ve Antalya'da kale içi evleri gibi, Bursa, İstanbul, İzmir gibi şehirlerimizde bir çok mahalle ve sokağın yeniden düzenlenmesinin yapıldığı iddialı çalışmalardan uluslararası alanda övgüyle söz edilmektedir. Konya'nın da böyle bir düzenlemeye acil bir şekilde ihtiyacı vardır.
ELİMİZDE NE VAR?
Konya Evlerinin özellikle tarihi sokakları ve hatta bulundukları mahalle ile birlikte korunması lazımdı. Ayrıca kendine özgü düzenlemeleri ile Konya Çarşısını, bedestenleri, hanları da korumamız lazımdı. Ama ne yazık ki bu yapılamamış ve Selçuklunun başkentliğini yapmış, Osmanlının da en önemli kültür merkezi olan Konya'dan gelecek kuşaklara fazla bir şey aktarılamamıştır.
Bu arada Nakipoğlu Sokağı gibi koruma altına alınmış evlerin fazlalığından başka hiçbir tarihi özellik taşımayan bazı sokakların bulunması konu ile ilgilenenlerin kalbine ufak bir sevinç vermektedir. Nakipoğlu Sokağında ancak koruma altına alınmış evler restore edilebilir ve bazı ufak düzenlemeleriyle Arnavut Kaldırımı, orijinal aydınlatma gibi-eski bir mahalle arası Konya Sokağı havası verilebilir. Bu ise sokağı, mahallesi ve çarşısıyla tarihi dokuyu yansıtmaktan çok uzak ve yetersizdir.
Gerçi Karatay Belediyesinin Mevlana Müzesi arkasında yaptırdığı Çelebi Konakları projesi Konya kültür hayatında büyük bir boşluğu doldurmasına rağmen sokağı ile bir otantik çarşının yokluğu hissedilmektedir.
ÖNERİLEN SOKAK
Konya'da yerleşimin düz bir arazide kurulması, sokağın ve mahallenin plan, şekil ve biçim açısından gelişmesine tesir etmiştir. Konya'nın Alaaddin Tepesine göre doğu kısmında-Mevlana Türbesinin çevresi Osmanlı döneminde arazi kısıtlı, dar ve kıymetlidir.
Nedeni; Selçuklular döneminde Şehir, Alaaddin Tepesi çevresinde ve batısında yoğunlaşmıştır. Ancak Yavuz Sultan Selim'in Dutlu suyunu Mevlana Dergahına akıtması ve zamanla bu bölgede Dutlu suyu ishale hattına bağlı bir çok çeşmenin yapılmasıyla kent merkezi doğuya kaymıştır. Hatta bu suyu çevredeki bazı evlere de verilmiştir. Dolayısıyla kentin doğu bölümünde arazi çok kıymetlenmiştir. Kentin bu bölümünde sokaklar ve mahalleler Konya'nın batı bölümüne nazaran daha dardır ve sıkışık bir haldedir. Bu haliyle Konya oldukça sıkışık dokulu bir Selçuklu Kentidir.
Yeniden düzenlenmesi önerilen sokak; Piri Mehmet Paşa Mahallesi'nde olup aslında birbiriyle kesişen iki ayrı sokaktan oluşmaktadır. Sokağımız Alaaddin Türbesi yanındaki Yusufağa Kütüphanesi'nin güney-batısına düşmekte olup, Konya Büyükşehir Belediyemizin yaptırdığı yer-altı otoparkının hemen solundan girilmektedir. Sağ tarafta Piri Mehmet Paşa Çarşısı vardır ki mimari açıdan yapmak istediğimiz düzenleme ile uyuşmaktadır. Bu sokak, kesişen diğer sokağa göre daha dardır. Bu sokak üzerinde tahminimize göre Tabiat Ve Kültür Varlıklarını koruma Kurulu tarafından büyük bir ihtimalle tescillenmiş iki ev vardır. Sokağın öbür tarafları Piri Mehmet Paşa Çarşısı'nın da olması nedeni ile altlar dükkan üstler ise büro olacak bir şekilde tüm sokağın düzenlenmesi mümkündür. Bu sokağın ismi Mimar Sinan Sokaktır.
Bu sokağın bitiminde üzerinde eski Mimar ve Mühendislik Fakültesi'nin ders gördüğü Cıvıloğlu Çarşısı'nın bulunduğu Mengüç Caddesi vardır. Sola yani doğuya döndüğümüzde düzenleme yapmak istediğimiz ikinci cadde ortaya çıkar. Sağda Cıvıloğlu Çarşısı ve yeni yapılan Karatay Belediyesi Binası vardır. Mengüç Caddesinin, bu kesiminin hemen başında eski bir evin çok güzel bir şekilde restore edildiğini görürüz. Bu evin görüntüsü yapmak istediğimiz düzenlemenin çok ufak bir örneği olarak hayal edilebilir. Düşünün...! Altlar dükkan, üstleri büro olarak düzenlenmiş Eski bir Osmanlı sokağı... Konya' nın böyle bir düzenlemeye ihtiyacı vardır.
Bu sokakta gene Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından tescil edilip koruma altına alındığını düşündüğümüz 5 eski ev vardır. Ayrıca gene bu sokakta biri halen işleyen, biri ise tamamen kör iki geç devir Osmanlı çeşmesi vardır. Bu sokağın doğu yönüne, yani Koyunoğlu Müzesine çıkan tarafında ise amacımıza uygun restore edilmiş ve kullanılan Köşk-Konya Mutfağı vardır.
Her iki sokakta da Cumhuriyet döneminde inşa edilmiş birer ufak cami vardır. Biri Mengüç Sokağının, Koyunoğlu Müzesi tarafından girilen yönünde bulunan Çukur Cami ki önünde yukarıda sözünü ettiğimiz iki Osmanlı dönemi çeşmeden halen işleyeni yer alır. Diğer Cami ise bu sokağın bitiminde, Cıvıloğlu Çarşısının arkasındaki Cıvıloğlu Camisidir. Bunların dışında bu iki sokakta bulunan tek katlı dükkanlar ve Cumhuriyet dönemi kerpiç evler amacımıza uygun değildir.
Sözü edilen sokaklarda 7 adet muhtemelen tescil edilmiş ev vardır. Bu evler Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun vereceği izin ve proje onayı ile restore edilebilir. Sokağın geri kalan evleri ve dükkanları muhtemelen tescilli olmayıp son derece bakımsızdır. Tüm sokaklardaki bu gibi tescilli olmayan evler ve dükkanlar istimlak edilmelidir. Yerine dış görünüşleri ve plan özellikleri ile klasik Türk Evi plan şemasına uyan iç sofalı veya Karnıyarık tabir ettiğimiz plan tipinde iki veya üç katlı evler yapılmalıdır. Yeni yapılacak evlerde alt katlar dükkan, üst katlar büro olacak şekilde düşünülmüştür. Ama dış görünüşü ile tamamiyle 19. yüzyıl Osmanlı şehir dokusuna ait bir görünüm sunulacaktır. Düşüncemiz ideal eski bir Osmanlı mahallesinde bulunan bütün unsurları ve tüm özellikleri, hatta çarşısıyla beraber bu sokağa taşımaktır.
Tescilli olan ve restorasyonunu yapılacak olan 7 adet tarihi evin yanlarına-tüm sokak boyunca yapacağımız iki katlı-altları dükkan üstleri büro-Türk evi örneklerinde kullanılan malzeme eski evlerde kullanılan malzemeden çok farklı olmamalıdır. İyi bir araştırma yapılarak özgün malzeme kullanılmalı ve yetenekli ustalar bulunmalıdır. Böylece bütünlük arz eden bir tarihi kent dokusu oluşturulmalıdır. Ayrıca ilerde tarihi eserlere ve sokağın görüntüsüne ters düşecek ve zarar verecek biçimde o sokağın çevresinde yeni bina yapımı engellenmelidir. Sokak trafiğe kapatılarak trafiğin kötü etkilerinden korunmalıdır.
Ayrıca zemin etüdü iyi yapılmalı zemin suyu yükselmesi problemi çözülmelidir. Bu için yapılacak en iyi uygulama restore edilecek ve yeniden orijinal malzeme ile yapılacak binaların yanlarında eğer bir bahçe varsa birer kuyu yapılmalıdır. Neticede yeniden düzenlenecek Konya sokağındaki yapıların rutubetten korunması mümkün olacaktır.
Sokağın çevre ışıklandırılması zamanına uygun ve iyi yapılmalıdır. Ayrıca bol miktarda tanıtıcı levhalar kullanılmalıdır. Ayrıca bu sokağın restorasyonu yapılmadan önce elektrik telefon vs gibi alt yapı tesisleri tamamlanmalı ve bu gibi alt yapı tesislerinin olumsuz etkileri en aza indirilmesi için bu tesisler yer altına indirilmelidir.

ESKİ KONYA SOKAĞI NASIL OLMALI ? YOLLAR VE KALDIRIMLAR
Yüzyılımızın başlarında sokaklar yer, yer toprak ve Arnavut taşları ile döşenmiş iken daha sonraları granit taşından yapılmış parkeler ile döşenmeye başlamıştır. Sokağın meyilli ile gelen suyu toplamak ve kanalize etmek için genellikle sokağın ortasına doğru bir meyil verilmiş, hatta Sille'de olduğu gibi- meyillin çok fazla olduğu yerlerde taştan oluklarla bir ırmakçık teşkil edilmişti. Eskiden bu ırmakçıklardan akan yağmur suyu, mahalle aralarındaki ufak ve basit olarak yapılmış mahzenlerde toplanıp evlerde bulunan havuzlara aktarılır. Oradan da bahçelerle sulanırdı.
TANDIR
Sokaklarda müştereken yardımlaşma araç ve gereçleri vardır. Bilhassa fakir muhitlerde bu husus kendini çok bariz bir şekilde ortaya koyar. Bunlardan biri tandırdır. Sokağın darlığı veya fakirlik nedeniyle her evde bir tandır olmayabilir. Bu yüzden sokak halkının müştereken kullandığı alanlar içinde çeşmelerin yanında, en başta gelen alan bir tandırdır. Bu tandır fazla yer kaplamayacak bir şekilde sokağın uygun bir yerine yerleştirilirdi. KUYUSUZ SOKAK OLMAZ
Konya'ya ait eski resimlerde-genellikle çeşmelerin olmadığı mahallelerde-çıngıraklı bir kuyu vardır. Böyle bir kuyunun, düzenlemesini yapacağımız sokakta uygun bir yere yapılması sokağa tarihi bir görünüş kazandırılmasına yardımcı olacaktır.


ÇEŞME-İ DİLKÜŞAR...,ÇEŞME-İ REVAN...,
Aynı zamanda yeniden kuracağımız sokakta-eskiden bir mahallenin veya bir sokağın su ihtiyacını karşılayan-çeşmeler yapılmalıdır. Çünkü su bazı istisnalar dışında-evlere kadar ulaşmıyordu. Suyun ulaştığı evler Mevlana civarındaki bazı hatırı sayılır kişilere aitti. Ayrıca bu mahallede evlerin alt kısımları birer dükkan olarak düzenleneceği ve böylece örnek bir Konya Çarşısı meydana getirileceği için Mahallenin giriş veya çıkışına bir adet Osmanlı klasik devir şadırvan örneği yapılmalıdır. Eski dönemlerde bazı çeşmelerin yanında bir de açık hava namazgahları bulunuyordu. Proje mahallinde amacımıza uygun biri halen akmakta, diğeri ise kör iki çeşme bulunmaktadır.
ESKİ BİR PARK
Sokağın girişinde veya başında uygun bulunacak boş bir yere eski Fahrettin paşa parkı gibi ufak eski tip bir park yapılmalıdır.
EVLER ( BÜROLAR ) NASIL OLMALI
Evlerin-Büroların dış görünüşü-sade ve gösterişten uzak iç mekanlar olarak düzenlenmesi lazımdır. Ama kullanışa elverişli pratik ve rahat olmalıdır. Evlerin iç kısımlarının süslenmesinde ağaç önemli bir rol oynamalıdır. Ağaç işçiliği öyle uzun boylu emek isteyen bir şekilde değil de, daha ziyade basit ve aplikasyon tekniğiyle yapılmış, ama gene de göze hoş gelen bir özelik kazanmalıdır. Evlerde iç duvarlar sıvalı olmalıdır. Kireç ve kum kullanılmalıdır. Ancak kireç kapatma aracı olarak kullanılacağından samanlı sıva üzerinde yapılan badana ile samanlar kapatılmaya çalışılmalıdır. Tavanlar genel olarak ardıç ve katran kirişler üzerine atılan kamıştan yapılmış hasırlar ile kapatılmalıdır. Odaların duvarlarında uyarlanacak ahşap ağzı açıklıklar ile çiçeklik ve testilikler odalara ayrı birer donatım güzellikleri sağlayacaktır. Bu donatımlar hiçbir zaman yağlı boya ile boyanmamalı ağacın doğal renginde bırakılmalıdır.
Bu sokakta üst katlar büro olarak kiraya verilebilir. İstanbul'da Topkapı Sarayı yakınlarında bulunan saray memurlarının lojmanları restore edildikten sonra büro olarak kiraya verilmiştir.
DÜKKANLAR
Osmanlı dönemi çarşı düzeni ve sokakların dizilişi ile erken Cumhuriyet dönemi düzenlenmesi farklıdır. Osmanlı düzeninde evler ayrı, dükkanlar yani çarşı ayrı sokaklarda yer almıştır. Ama erken Cumhuriyet döneminde bu yerleşim tarzı yavaş, yavaş terkedilmiş ve maddi imkansızlıklar nedeni ile iki katlı evlerin alt katları birer dükkan haline getirilmiştir. Bu dükkanlar evin sahibi tarafından işletildiği gibi kiralık olarak da verilmiştir. Bu yüzden Sille'de ve bazı eski Konya Sokaklarında olduğu gibi, Cumhuriyetin ilk yıllarından kalma evlerin yoğun olduğu bir bölgelerde-sık veya seyrek olarak-evlerden bozma-dükkan bulunabilir.
Bizim amacımız söz konusu sokaktaki eski yapıların korunması ve restorasyonundan başka yeniden yapılacak evlerin altı birer dükkan şeklinde yapılarak evleri ile birlikte eski bir Konya çarşısı düzenlemesi yapmaktır.
DÜKKANLARIN DIŞ GÖRÜNÜŞÜ
Konya Çarşısının bugünkü konumuna gelmesi; ahşap dükkanlardan oluşan çarşının 1869 tamamen yanması ve ortadan kalkması ile olmuştur. 1870 yılında Konya'da vali bulunan Burdurlu Ahmet Tevfik Paşa Konya Çarşısını yeniden inşa ettirmiş dükkanların ve mağazaların büyük bir kısmı kagir olarak yapılmıştır. Bazı dükkanlar iki katlı olarak inşa edilmişler, bu ikinci katların yüzeyleri çinko ile kaplanmıştır.
Yangından sonra gene aynı meslekten olanlar genellikle aynı sokakta yerleşmiştir. Yangından önceki genellikle ahşap olan dükkanların tümü öylesine küçüktür ki, bir kaç eşya ve çuvalın dışında ancak dükkan sahibinin sığabileceği kadar bir yer kalıyordu. Müşteri dükkana giremiyor. Aslında girmesine de gerek kalmıyordu. Çünkü her şey dükkanın önünde istif edilmiş vaziyetteydi. Dükkanların arka kısmında değerli eşyalar için çoğunlukla tuğladan inşa olunan depo kısmı kiler vardı. Yangından sonra nispeten daha geniş dükkanlar yapıldı.
DÜKKAN KEPENKLERİ
Dükkanların bir kısmı ahşap kepenkli, bir kısmı ise Metal kepenkli olması lazımdır. Ahşap kepenkli ahşap dükkanlar, 1869 yılındaki meşhur çarşı yangınından önce Konya Çarşısının karakteristik özelliklerinden biridir. Metal kepenli dükkanlar ise çarşı yangınından önce daha çok yükte hafif pahada ağır işlerin esnaf ve tüccarlarına aitti. Kuyumcular sarraflar, halıcılar ve benzeri kıymetli şeylerin satıldığı dükkanlar böyleydi. Çarşı yangınından sonra bütün dükkanlar muhtemel bir yangına karşı metal kepenkli ve taş ve tuğladan yapılmaya başlandı. Projenin uygulanmasında hem tahta kepenk, hem de Metal kepenk yapılmalıdır. Çarşıda her dükkanın önü çinko saçaktan yapılmış saçaklar ile güneş ve yağmurdan korunuyordu. Ayrıca ikinci katları çinko ile kaplıydı.
Hiçbir dükkan ve mağazada çeşme donatımı bulunmuyordu. Esnafı su gereksinimi civar çeşme ve şadırvanlardan sağlıyordu. Sokağa çeşmeler ve 16. yüzyıl klasik devir özelliklerini gösteren bir şadırvan yapılması gerekmektedir. Dükkanların ön cepheleri ve vitrinler yerine sabahları açılıp ve akşamları kapanan tahta tablalarla korunmuştu.
ESNAF KAHVE VE ÇAYSIZ OLMAZ
Çarşı esnafının kahve gereksinimini ilk zamanlarda seyyar kahve ocakları tarafından yerine getiriliyordu. Yaz aylarında kar ile soğutulmuş şerbet ve hoşaflar seyyar satıcılar tarafından esnafa sunuluyordu. Ama zamanla çarşı içindeki bazı sokaklara kahvehaneler de yapılmaya başlandı.
KUŞLUK YEMEĞİ
Çarşı esnafı sabahları 9-10 dolaylarında katıkçı dükkanlarından sağladığı bazı yiyecek maddelerini fırınlardan aldığı pide ve yağ somunlarıyla karnını doğuruyordu. Bu saatte yenilen yemeğe kuşluk vakti yemeği deniliyordu. Konya çarşısında öğle vakitleri genellikle yemek yenilmezdi. Yemek yenilmek istenirse Kebapçı ve etli ekmekçi dükkanlarına gidilirdi. Bu konu ile geniş bilgiyi Konya esnafı bölümünde vermeye çalıştık.

SOKAKTA BULUNACAK KONYA ESNAFI
KONYA'NIN KUNDURACISI RAKİP TANIMAZ
Eski Konya çarşısında her sokakta ayrı birer esnaf takımı bulunmaktaydı. Mesela kunduracıların bulunduğu sokakta;
* Ayakkabıcılar
* Yemeniciler
* Çizmeciler
* Terlikçiler
* Dericiler bulunurdu.
KALFASIZ SANAT KUYUMCULUK
Kuyumcuların bulunduğu sokakta ise;
* Mücevherciler
* Altıncılar
* Değerli taş İşlemeciler
* Gümüşçüler
* Saatçiler bulunurdu.
Ayrı bir sokakta SOKAK TERZİLERİ vardı. Gene ayrı,ayrı sokaklarda;
* KUMAŞÇILAR,
* SEMERÇİLER,
* KEÇEÇİLER,
* KONYA KÜLAHÇILARI,
* MUTAFÇILAR, URGANÇILAR,
* NALBANTLAR,
* KALAYCILIK,
* TENEKEÇİLİK,
* KADAYIFCILAR,
* YUFKACILAR,
* KAŞIKÇILAR,
* HATTATLAR,
* HAMALLAR
* DEMİRCİLER,
* KAZANCILAR,
* ANAHTARCILAR,
* MAŞRAPACILAR,
* ŞEKERCİLER,
* FIRINCILAR,
* BÖREKÇİLER,
* GIDA VE MANAV DÜKKANLARI,
* MARANGOZLAR,
* BERBERLER,
* DERİCİLER,
* AKTARLAR,
* ZİLLERLE SÜSLÜ BOYACI SANDIKLARI İLE AYAKKABI BOYACILARI hepsi ayrı, ayrı sokaklarda mekan tutmuşlardı. Düzenlemesini yapacağımız sokakta eski Konya esnafından birer örnek bulunmalıdır.

GATIKÇI DÜKKANLARI
Gatıkçı Dükkanları başlıca gıda maddeleri pişmiş yumurta, helva, tahin, köpüklü helva, zeytin ve peynirdi. Bu dükkanın bir yerinde teneke kaplı ve üzerinde tuz ve kırmızı biberin her zaman bulunduğu uzun masalar bulunurdu. Bu masaların iki tarafına sandalye yerine tabure konurdu. İştahla yenilen en iyi katık pişmiş yumurtanın bakır sahan içinde ezilerek içerisine zeytinyağı ve kırmızı biber katılanı idi.

HELVAYI DÖVE, DÖVE YEDİRİRLER
Helvacı dükkanları da aynı gatıkçı dükkanlarının yerleşim düzenine sahipti. Burada yermek yemeğe gelenlere verilenler; Helva, tahin, köpüklü helva, ve zeytindi.

AŞÇI DÜKKANLARI
Aşçı dükkanlarında Aşçılar ufak dükkanlarında hem yemek pişirirler hem de dükkanlarında garson bulunmadığı için garsonluk yaparlardı. Bütün hizmetler aşçı tarafından yapılırdı. Başlıca yemekler Çorba, Kuru fasulye, Pilav , zerde idi.

KEBAPLA DEĞİL AÇLIKLA DOY
Kebapçılar da yukarıda saydığımız esnaf gibi ufak dükkanlarda hizmet verirler ve çok az işçi çalıştırırlardı. Başlıca yemekleri; şiş köfte ( Arap Köftesi ) Etli ekmek, Fürun kebabı idi. Bu esnaftan etli ekmekçiler; etli ekmekleri kendileri yapmaz, sipariş aldıktan sonra hazırladıkları etli ekmek içlerini en yakın fırına gönderirler ve etli ekmek fırından geldikten sonra hiç kesmeden servis yaparlardı.

BERBERLER
Berberler Konya'da kahvehanelerin açılmaya başladığı Kanuni Sultan Süleyman döneminde ortaya çıktığı kabul edilir. İlk önceleri kahvehanelerin bir köşesini kendilerine mekan olarak seçmişlerdir. Tanzimat'tan sonra ise kendilerine özgü dükkanlarda icra-ı sanat eylemeye başladılar. Berberler aynı zamanda sünnetçilik, hacamatçılık, sülük çekme, ufak-tefek yaraları tedavi etme gibi becerilere sahipti. Berberlere meslek dalları için gerekli ilaç ve merhemleri imal edip satma yetkisi de verilmişti.

PASTAHANELER
Pastahaneler Osmanlının son dönemleri ile Cumhuriyetin ilk yıllarında gelişmeye başladı. Genellikle Osmanlının kaybettiği balkanlardan gelen göçmenler tarafından açılan ilk pastahaneler tatlıcı dükkanları adı altında açılıyor ve tulumba tatlısı, revani, muhallebi, limonata gibi geleneksel tatlılar sunuluyordu. Zamanla bu tatlıcı dükkanları birer pastahaneye dönüştü. Ve buralarda Pasta, kurabiye, Kremalı pasta, , kazandibi, kokulu kuru pastalar, limonata, boza, hakiki salepten ve meyvelerden el aletleri ile yapılmış dondurma satılırdı.

ECZANELER
Tanzimat'tan sonra açılan modern okullar berberlik türü meslek guruplarının parçalanmasına sebep oldu. Bu parçalanmadan serbest meslekler doğdu. Öte yandan bu okulların ilk öğrencileri berber aktar dükkanlarından yetişme becerikli çıraklardı. Gördükleri kısa süreli eğitimden sonra berber çırakları cerrah ve dişçi, aktar çırakları eczacı diploması alarak meslek hayatına atıldılar. Konya'da ilk eczaneler 1920'li yıllarda açılmaya başlandı.

ATLI TRAMVAY
İstanbul, İzmir ve Selanik şehir içinde kullanılan atlı tramvay 1917 de Selanik'teki sökülerek Konya'ya getirilmiştir. Bu sistem; motor ve lokomotif yerine at kullanıldığı için atlı tramvay diye ünlenmiş yolcu taşımacılığıdır. Ray üzerinde çift at tarafından çekilen tek vagonla yolcular taşınmaktadır. Fren sistemi vardır. Atlı tramvayı görmüş olan çeşitli yazarların hatıraları ve çeşitli yazılarında insan hayalinde geçmişe dönük güzel hayaller kurmaya iten Atlı tramvay bu caddeden geçirilebilir.
Şehir içinde yolculuk Atlı tramvay kalktıktan sonra atlı arabalar-Fayton ve Yaylı At arabaları-ile yapılıyordu ile yapıyordu. Üzeri tenteli veya tentesiz yaylı at arabaları ve faytonlar 1960'lı yılların sonuna kadar Konya'da hizmet vermiştir. Atlı tramvaydan önce ulaşım atlar, atlı arabalar ve muhtemelen bir dönem moda olan tahtırevanlar tarafından yapılıyordu.

AYDINLATMA
Sabit fenerler sokakların köşe başlarına veya meydanlarda belli yerlerde takılırdı. İçlerine idare konarak aydınlatma sağlanırdı. 1913 yılında ise sokaklar gaz lambaları ile aydınlatılmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında da gaz lambaları kullanılmıştır.

BAŞKA NELER YAPILABİLİR
Konya'mız, tarihi özelliğini koruyan İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirlerimizde bulunan tarihi bir bedestenin bulunmayışının eksikliğini çekmektedir. Şimdiki Özel idare binasının yerinde bulunan ve Ferit Paşa tarafından yıktırılan 16. yüzyıl klasik Osmanlı mimari tarzındaki eski bedestenin ufak bir örneği bu sokağa yapılabilir.
Geç devir ufak bir han da yapılabilir. Ama proje mahallinde bunun yerini tutacak Piri Mehmet Paşa Çarşının olması ve mimari tarzının düşüncemize uygun olması büyük bir talihtir.
Bu sokağın girişi; yeniden yapılacak Konya'yı çevreleyen eski dış surlara ait bir kapıdan verilebilir. Yani eski Konya Kalesinin dış surlarının hiç değilse bir kısmı kapısıyla beraber yapılabilir. Bu sokağın bir parçasını çevreleyebilir. Sokağa sur kapısından giriş verilebilir.
Yani yeniden yapılacak binalar yıkılmış olan eski, önemli binaların ufak bir örneği olabilir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bu proje ile yapılmak istenen; Selçuklu döneminden getirdiği değerlerle geç devir bir Osmanlı sokağını yaşatmaktır. Yalnız ufak bir popüler değişiklikle... Bu değişimle yapılmak istenen; evlerin ve çarşının, ayrı, ayrı sokaklarda olmadığı, bir sokakta bütün eski kentsel dokunun, hatta atlı tramvay, fayton gibi özellikleri ile yaşatıldığı, hem de ticaretin yapıldığı bir mekan oluşturmaktır. Bu mekan kaybolmuş bulunan eski kentsel doku hakkında ziyaret edenlere bir fikir vermelidir. Ayrıca bu proje ile kaybolmuş bazı değerlerimiz hakkında gelecek kuşaklara sembolik dahi olsa kültürel ve sanatsal aktarımda bulunma imkanını yakalamış olacağız.
Bu çalışmanın geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesinde Karatay Belediyesi, Konya il Turizm ve Kültür Müdürlükleri ile Müzeler Müdürlüğünün, Röleve ve Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma kurulunun da yardımları ve destekleri alınmalıdır. Ayrıca kurulması düşünülen sokakta ticaret yapacak esnaf dernekleri ile konuyu tartışarak destekleri istenmelidir. Hatta restorasyonu yapılacak olan binalarla ve yeniden yapılması düşünülen binalar yap-işlet-devret usulü ile esnafın kendinin yapması istenebilir.
Yapılan bu çalışmanın ikinci safhasını ise Mevlana Müzesi ile Koyunoğlu Müzesi arasında o civardaki tarihi dokuyu az çok hissettiren mahallelerden, Karatay Belediyesinin 1994 yılı ile 2000 yılları arasında, Mevlana Müzesi'nin arka cephesinde yaptığı Çelebi Konakları ve Nakipoğlu Sokağı gibi- sokaklardan geçerek atlı tramvay veya fayton seferleri düzenlenerek eski Konya sokaklarında tarihi bir gezinti yapılması yer almaktadır. Bu "Nostaljik Konya gezintisi ile " değil turistlere, Konyalıların bile unuttuğu eski şehrimizin tarihine dair otantik bir havanın bir nebze teneffüs ettirilmesi hafızalarda unutulmaz anlar bırakacaktır.
Projeye konu olan sokaklar dışında kalan, atlı tramvayın veya faytonun geçeceği diğer sokaklarda ise ufak tefek düzenlemelerle-eskiye benzeyen aydınlatma araçları ve Arnavut taşı döşenmesi ile- düzenlemesi yapacağımız sokaklarla birlikte büyük bir alanda tarihi bir bütünlük sağlanabilir.
Ön çalışmasını yaptığımız sokakların eğer düzenlemesi gerçekleştirilirse, Karatay Belediyesinin 1994 yılı ile 2000 yılları arasında, Mevlana Müzesi'nin arka cephesinde yaptığı Çelebi Konakları projesiyle tam bir uygunluk sağlayacaktır.
Eğer ön çalışmasını yaptığımız evleri, çarşısı ile sokaklar Mevlana Müzesi arkasında yaptırılan Çelebi Konakları projesine eklenirse çok büyük bir alanda yapılacak bu restorasyon ve yeniden düzenleme ile Konya Büyükşehir Belediyemiz, Uluslar arası platformlarda övgü, ödül ve saygıyla anılacağı kanaatindeyiz.

Konya ve Anadolu

Kitap sayfalarının dağılmasını önlemede ve uzun süre korunmasını sağlamak amacıyla yapılan cilt kâğıdın yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Osmanlılar da 1860'larda karton ya da kâğıt kapakların kullanımından önce basma, bu tarihten önce ve sonra bütün yazma kitapları ciltlemişlerdir. Kuşkusuz bu ciltlerin çoğu sanat değeri taşımaz. Sanatlı ciltler daha çok içi yazı, tezhip, minyatür gibi öbür kitap sanatlarının da sergilendiği eserleri bütünleyen bir özellik olarak karşımıza çıkar. Ayrıca başta Kur'an olmak üzere manevî değeri yüksek eserlerde görülür.
Sözlük anlamı deri olan cilt bu iş için kullanılan ana malzemeyi nitelemekle birlikte mukavva, kumaş, lake, ebru ve murassa (değerli taşlarla süslü) ciltler de yapılmıştır.
Osmanlı döneminde Konya, Bursa, Edirne, Diyarbakır ve İstanbul cilt sanatın başlıca merkezleri olmuş, buralarda beş yüzyıl boyunca değişen estetik anlayışlara, üsluplara göre eserler üretilmiştir. Doğal olarak en üstünleri de imparatorluğun yalnız siyasal değil, kültür ve sanat merkezi de olan İstanbul'da yapılmıştır. Yalnız "ehli hirefi hassa" denilen saraya bağlı sanatçılar değil, Evliya Çelebi'nin 17. yüzyıl ortalarında "100 dükkânda 300 kişinin" çalıştığını söylediği mücellitler de cilt sanatına katkıda bulunmuştur.
Güçlendirilmiş anlamına gelen ve kalınca kâğıtların üstünde yapıştırılmasıyla elde edilen sıra işi mukavva ciltler dışında mukavva deri ciltlerin omurgası olarak da işlev görmüştür. Deri ciltlerde sahtiyan (keçi derisi), meşin (koyun derisi) ve rak (ceylan derisi) kullanılmıştır. Üzerlerindeki süsleme üsluplarına göre düz, rumî, hatayî ve geometrik şemseli, hayvan resimli (Acemkârî), şükûfe, işlemeli, yazılı, zilbahar gibi türlere ayrılan deri ciltlerin en yaygını şemseli olanlardır.
Cilt kapağının ortasına bir şemse yerleştirilmişse bu tür ciltlere "şemse cilt" veya "şemseli cilt" denir. Yuvarlak veya oval biçimiyle güneşi andıran şemse (güneş anlamındaki Arapça "şems" kelimesinden gelir) en yaygın cilt bezemesidir. Şemsenin aşağı ve yukarı ucundaki uzantı süslemelere salbek, çevresindeki mızrak ucu biçiminde küçük oklara tığ, köşelere yapılan çeyrek şemselere köşebent veya kenar şemse denir. Klasik ciltlerde şemse ile köşebentler arası bezemesizdir. Şemse, salbek ve köşebentleri çevreleyen zencirek adlı kenar suları, bazı ciltlerde geniş bir bordur halini almıştır.
Bordur üzerindeki yuvarlak veya oval bölümlere kartuş pafta deniyordu. Şemseler yapılış biçimlerine göre değişik adlar alır. Soğuk şemsede kapağın üzerine basılan motifler yaldızlanmadan deri renginde bırakılmıştır. Alttan ayırma şemsede kabartmalar deri renginde bırakılırken, zemin ezme altınla bezenmiştir, üstten ayırma şemsedeyse kabartmalar altınla bezenirken, zemin deri rengindedir. Hem motifler hem de zeminin altınla bezendiği şemse, "mülemma şemse" diye adlandırılır. "Mülevven şemse" de motifler cilt kapağında kullanılan farklı renkte deriyle kaplanmıştır. "Müşebbek şemse" (katı'a), derinin dantel gibi oyulmasıyla gerçekleştirilir.
Motiflerin kalıpla basıldığı ciltlere gömme cilt denir. "Yekşah yazma cilt"te motifler deri üzerine elle işlendikten sonra yeksan denilen aletle çukurlaştırılarak oluşturulmuştur.
Kültür ve medeniyetin ana kaynağı kitap ve kütüphanedir. Toplum ve ülkelerine daha güzel ve daha aydınlık yarınlar hazırlamak isteyenler, kitap ve kütüphaneye son derecede önem vermişlerdir. Yararları maddi ve mânevi yollarla ödüllendirerek onore etmişler; takdir ve taltiflerde bulunmuşlardır. Kitap yazım ve basımına destek olmuşlar; kütüphaneler açarak okumayı kolaylaştırıp, yaygınlaştırmışlardır.
Kitap, kütüphane ve okuyucu sayısı, bir toplumun aynı zamanda ilim, kültür ve medeniyet seviyesinin göstergesidir diyebiliriz.
İslâm dini okumaya, öğrenmeye ilim vasıta ve müesseselerine birinci sırada yer ve değer vermiştir. Bu sebeple İslâm Tarihi boyunca Müslüman Devletler yükselişlerini parlak galibiyet, zafer ve başarılarını; doğuya, batıya önder ve rehber oluşlarını bu ana kaynağa borçludurlar. En kıyı şehir ve kasabalara varıncaya kadar dini, sivil ve askeri yapılarda, kurum ve kuruluşların yakınında bir kütüphane bölüm veya binasının varlığını görüyoruz.
Yazıcıların bulunduğu binaya doğru ayağını uzatıp yatmamayı bile bir edep anlayışı haline getiren Türkler ve Müslümanlar ilme, ilim adamına, ilim kurum ve kuruluşlarına son derecede saygılı davranmışlardır.
YAZMA ESERLERİ TASNİF EDERKEN
Yazma eserler...
İlim ile amelin birleştiği yapraklar...
El izleri.. Dil izleri.. Fikir izleri...
Ümit ve sevinç göz yaşları...
Gayretin sessiz sedaları...
Sarı, pembe, beyaz yapraklara serilen siyah inciler...
Muhtevaları türlü türlü anlamlar...
Ses yok nefes kesik...
Tarihin o derin geçmişinden bu güne...
Bu günden istikbalin o uzak anlarına...
Derinlerden sessiz ve kesik nefesle gelen...
Haykırış ile geleceğe doğru giden...
Ecdadımızın eserleri...
Dilleri kaleme çevirdikleri izleri...
Fikirleri yapraklara inci gibi dizdikleri...
Her iz bir ilm, fen ve bir hüner...
Ecdadtan ahfada hatıra gelip giden...
El izleri.. Dil izleri.. Fikir izleri...
Cild cild.. Yaprak yaprak.. satır satır...
Rahmetler olsun yazanlara.. Bakanlara...
Bu güne kadar getirenlere...
NAZ VE SEVGİ:
Her yazma eserin her insan gibi zatına mahsus bir nazı vardır...
Bazen bu nazlar gül gibi kokar.. Zemzem gibi içilir...
Bazen derin derde verilen ağır ilaç gibi yudumlanır...
Kimi ele gelince bütün içeriğini gönüle döker...
Kimi eser de kendisini okutur ve gizli incisini sonda söker...
Korku ile başlar bu iş.. Bir dikkat ki, vücudu sarar...
Bu ilmin kitabı "sabır" olduğu sonradan belirir ve gönül o zaman rahatlar dinlenir..
Bu andan başlar yazma eserle sohbet...
Ve yoldaşına her zaman dili: Aman sebât, aman sebât..
Elin dili, dilin elidir. Kafanın mizam, gönlüm tercüman, iradenin ölçüsü, ruhun aynasıdır.
Akıllara elçi marifetlere silah, ilimlere hüccet, medeniyetlere senettir.
Geçmişimizi, geleceğe bağlayan, rabbani bin harikadır.
Güzel yazı, hafızanın yükünü hafifletir .Gözü ve zihni erken yorulmaktan korur. Fikrin işlemesine olgunlaşmasına yarar. Sözü, düzenler, ifadeyi kuvvetlendirir. Katibi edib, hattatını zarif yapar.
Kişiyi nimet, fakire devlet, zengine şeref, alime ziynet, yoklukta celis, (arkadaş) gurbette enis (dost) olur.
Yazana nam verir. Okuyana şan.
Yazma eserler...
İlim ile amelin birleştiği yapraklar...
El izleri... Dil izleri... Fikir izleri...
Ümid ve sevinç göz yaşları...
Gayretin sessiz sadaları...
San, pembe, beyaz yapraklara serilen siyah inciler...
Muhtevaları türlü, türlü anlamlar..
Yazma eser, bazen bir yaprak olup ciltlenmiştir, veya birleştirilmiş yapraklardan meydana getirilmiş ve adına kitap denmiştir.
Aslında "Yazma Eser" ıstılâhı:
Kayaya, taşa, demire, bakıra,madene, deriye, kumaşa, ağaç yapraklarına, yumurta kabuklarına ve pirinç tanelerine manâlı manâlı çizilerin ve yazıların bulunduğu eserlerin tümünü kapsar.
Fakat bizim bu çalışmada ana konumuz "Kitab" denen ve Aharlı (Parlatılmış) ve Aharsız kağıt üzerine el ile yazılı eserlerdir.
MERHABÂ YAZMA KİTAB:
İslâm dilleri olan "Arapça", "Farsça", ve "Osmanlı Türkçesi" dilleri ile yazılı kitaplar genellikle şu bölümlerden meydana gelmiştir:
1 Dibâce,
2Metn,
3 Şerh,
4 Haşiye,
5 Ta'likât
Bu bölümlerin her biri ayrı ayrı birer kitap olduğu gibi temamı veya bir kısmı bir kitapta toplanmış olabilir. Bunlara bazen "Haşiye", "Talik" gibi isimler verilir, genellikle bunlara has isimler takılır. Örnek olarak da "EtTelvihü Alat Tavdihi"
BİTİRMEYE ÇALIŞTIĞIM İSLAM KÜLTÜRÜNÜN ENVANTERİ VE
ON CİLT KİTAP VE CİLTLERİ
Medeniyet çağdaş dünyada gündemimize sık sık "kaçakçılık" olgusuyla gündeme gelen tarihi eserlerle kendini anlatıyor en çok. "Bir camide rastladığım çinileri görünceye kadar Osmanlı'yı aslında hiç anlamadığımı anladım." Diyor bir yabancı. Sözünü ettiğimiz şey ete kemiğe bürünen bir kültürün bir medeniyetin bize anlattıklarının nâmütenahiliği. Selâtin ya da bir mahalle camiinde dekoru oluşturan bir çini parçası bile "Osmanlı Medeniyeti" vurgusunu çok daha iyi anlatabiliyor.
"Güçlü" olmak önemli ama hala yaşıyor olmak SANAT'TA, MİMARİ'DE ve KÜLTÜR'DE bir dünya görüşü oluşturarak asırlar sonrasına birşeyler anlatan eserlere sahip olmak daha önemli. İslam medeniyeti bunun en güzel örneği.
İslam ülkelerini üçüncü dünya ülkesi durumuna düşüren 20. yüzyıl siyaseti, aslında siyasetten güçsüz bir İslam ülkeler topluluğu oluşturmakla kalmadı, zevklerini ve gelişmişliğini mimariye, sanata, gündelik hayatın en küçük eşyalarına kadar unutulmayacak örnekleriyle yansıtan bir medeniyetin, kalın bir toz bulutu altında kalmasını da sağladı. İslam üzerine yapılan tartışmalarda Endülüs'ten Yemen'e, Budapeşte'den Semerkant'a yayılan bir coğrafyada inşa edilen medeniyetin eserleri hiç göz önüne getirilmedi. Olmayan bir medeniyet ya da güncel siyaset söylemi gereği tehlikeli "fundamentalist" ya da diktatör hegomanyası altında yaşayan topraklar olarak bakıldı İslam dünyasına. İslam aleminin değil insanlığın en büyük mirasları söz konusuydu halbuki. Sanat gezilerim (bütün dünyada ve yurt içinde) İslam medeniyetinin bilimden mimariye, şehircilikten fikir akımlarına varan kadar en iyi örnekleri ve iyi bir fotoğraf çalışmasıyla ele alarak, belki de konjonktrel tartışmalara feda edilen bir kültür havzasının varlığını tekrar hatırlatmak için İslam'ın tarihi gelişim seyri takip edilerek hazırlayacağım kitap, Hindistan'dan Kuzey Afrika'ya, Orta Asya'dan Balkanlar'a en küçük nesneye dahi damgasını vuran İslam kültürünün yerel kültürlerle oluşturduğu sentezin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Birlik içinde büyük bir zenginliği başka bir deyişle yekpare ama bütün renkleri içinde barındıran bir tablo var karşımızda. Hiçbir şeyin rastlantıya bırakılmadığı gözlenerek hazırlayacağım 10 ciltlik kitabımı İslam kültürünün köşe taşlarını bir arada sunarak hem göze hem dimağa hitap eden değerli bir kaynak olması için çok büyük bir gayret sarf etmekteyim.
Misal:
Malı Allah yolunda kullanmanın en güzel örneklerinden biri olan "Muhteşem Süleymaniye Camii"'de İstanbul semalarında yükselerek şehrin siluetini süsler:
Şehülislam Ebussuuf Efendi'nin temele ilk taşı koymasıyla başlayan inşaat yedi senede tamamlanır ve yaklaşık olarak 59 milyon akçeye (bugünün rakamlarıyla 400 milyon dolara) mâl olur. Külliyesiyle bereaber ise, bu meblağ yedi buçuk katını (3 milyar doları) bulmuştur.
Mimarbaşı Koca Sinan bu eserinde Osmanlı ihtişamı mimariye aksettirmek yolunda eşsiz bir ustalık sergiler. Camii Şerifin inşasında kullandığı dört büyük sütunu, dört farklı bölgeden (İskenderiye, Baalbek, Sarayı Âmire ve Kıztaşı) temin etmiştir. Binada kullanılan ak mermerler, Marmara adasından , yeşil mermerler Arabistan'dan getirilmiştir. Kapıları abanozdan, duvarları İznik çinilerindedir.
Caminin inşâsı esasında kul hakkına hatta hayvan hakkına riayet edilmiştir. Öyle ki, burada çalıştırılacak hayvanlar programa bağlanmış, yeme, istirahat ve çalışma zamanları muntazam bir şekilde tertip edilmiştir.
Caminin kubbe yazılarını yazan Karahisarî, bu caminin ihtişamının bir parçası olan HÜSNİ HAT'lara o kadar itina gösterdi ki, son harfin son tahsisinde gözlerinin feri tükendi ve âmâ oldu; dünyayı seyir penceresi kapandı. Kısacası gözlerini bu muazzam mabedin ihtişamına kurban etti.
Nihayet Camii bittiğinde bu muvaffakiyete şaşırdığı ölçüde hayran da kalan Kanunî, gayet memnun ve mesrûr bir şekilde "Camiyi ibadete açma şerefi, onu böylesine muazzam ve muhteşem bir şekilde bina ve inşaa eyleyen mimarbaşımız Sinan'a aittir" dedi.
Sanatına önce tevazuu öğrenmekle başlamış olan Sinan zâhirdeki emsalsizliğini, ruhî derinliğinde de göstererek o anda Karahisarî'nin fedakârlığını düşündü ve Sultan'ın sözlerine edeble şöyle mukabele etti.
"Sultanım! Karahisarî hatlarıyla bu camiyi tezyin ederken gözlerini feda etti. Bu şerefi ona bahşediniz!.." Bunun üzerine Kanunî orada bulunanların göz yaşları arasında Camiyi Hattat Karahisarî'ye açtırdı.
Kalemin gücü ve siyah Nûrun hikmeti hayırlara vesile olsun, sanattan gönüle gönülden sevgi pınarlarına. Saygılarımla.
Kaynakça:Koyunoğlu Müze ve Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloğu, Mehmet EminoğluKonya Büyükşehir Belediyesi 1997TANINDI Zeren, "Osmanlı Sanatında Cilt, II. Cilt, Ankara 1999ÖZEN Mine Esiner, Türk Cilt Sanatı, Ankara 1998 KUŞOĞLU Mehmet Zeki: Dünkü Sanatımız Kültürümüz, İstanbul 1994

Adını bir alimden alan ilçemiz: Hadim

Çok şanslı ilçelerimizden birisi Hadim.
Doğa ve tarihi güzelliklerin başkenti.
Adını bir alimden alan belki tek ilçemiz.
Dinek beldesinden sonra bozkır görüntüsü yerini Torosların ilk yükseltilerine bırakır, bitki örtüsü de değişmeye başlar. Bu yol batıya kıvrılarak Bozkır'a , güneye doğru Hadim 'e ulaşır. İlk yükseltilerden sonra Sarıoğlan beldesi bir platonun üzerinde bu ilçelerimize giden yol üzerinde bir kavşak noktasındadır. Zaten yolu Toroslara düşenlerin mutlaka dinlenme molası verdikleri bir beldedir Sarıoğlan. Yolcular varacakları noktada karşılaşacakları vahşi güzelliklere kendilerini hazırlar bu çay molasında. Sarıoğlan'dan doğuya giden yol Karaman'a, Batıya kıvrılan yol Bozkır'ın güneyine giden yol ise Hadim'den Ermenek'e ulaşır.
Sarıoğlan'dan on kilometre sonra ilk sürpriz çıkar karşınıza. Bir tepe noktasından yaklaşık 5 km. derinliğinde bir vadiyi seyretmek gerçekten doyumsuz bir zevk verir insana. Kıvrıla kıvrıla vadinin derinliklerine inen yol yine 5 km.'lik bir çıkıştan sonra Eğiste (Bağbaşı) ye ulaşır. Bu vadinin ortasında akıp giden Göksu Irmağı Çakallar Köyü'nün altında dünyanın en güzel görüntülerinden birini, Yerköprü Şelalesi'ni oluşturarak çoşa durula Akdeniz'e doğru akar gider.
Konya'ya 128 km. uzaklıkta olan Hadim doğa güzellikleri bakımından çok zengin. Taşeli Platosu üzerinde yer alan bu beldemiz bir yandan Göksu Irmağı, bir yandan ülkemizin en zengin florasına sahip Gevne Vadisi ile çevrilidir.
Göksu Irmağı Dedemli yakınlarındaki Eğrigöl Yaylası’nın eteklerinden doğar. Yüzlerce km. katederek Akdeniz'e dökülür. Irmak geçtiği her yerde ayrı güzellikler yaratır. Kimi yerde bir düdenin içinde kaybolur sonra bir kayalığın içinden yeniden günyüzüne çıkar. Kimi yerde yerköprü gibi şelaleler oluşturur. Buradaki oyunu da bir başkadır Göksu'nun. Şelalenin beşyüzmetre gerisinde düden girer, büyük mağaranın içinden geçerek günyüzüne çıkar. Bağlarla Çakallar Tepesi'nin sınır noktasından fışkıran Karasu ise asıl şelaleyi oluşturur. Yükseltilerdeki sert ve karasal iklime karşılık bu vadilerde daha ılıman bir iklim hüküm sürer ve bağlar bahçeler oldukça verimlidir.
İlçenin güneybatısındaki Gevne Vadisi hem flora zenginliği hem doğa güzellikleri bakımından doğa yürüyüşçüleri ve fotoğrafçılar için az bulunur mekanlardan biridir.
Hadim'in en güzel beldeleri batı yönünde Yalınçevre, Korualan ve Dedemköy (Dedemli) dür. Bu beldelerin bütün yaylaları ve vadileri kamp için uygun yerlerdir. Göksu Irmağı da Dedemli'nin güney batısından Eğrigöl'ün eteklerinden doğar. Dedemli Belediyesi ırmağın çıkış noktasında yakın bir yerde Alabalık tesisleri yaptırmış. Burada buz gibi sularda yetişen alabalık gerçek bir ziyafet olabilir. Bu tesislerden sonra beldenin yaylaları başlar. Konya ile Antalya sınırını oluşturan Geyikdağı'nın kuzeyindeki Eğrigöl'e kadar uzanır yaylalar. Eğrigöl'ün bir kısmı Dedemli Yaylacıları, bir kısmını da Antalya Gündoğmuş ilçesinin yaylacıları kullanır.
Hadim'in geçmişi çok eskilere dayanır. Bu yüzden adım başında tarihi bir eser çıkar karşınıza. İsaura medeniyetinin merkezi durumundadır Hadim. Hadim'e 7 km. uzaklıktaki Astra Antik kentinde geçmiş bir uygarlığın bütün izlerini görmek mümkündür. Yöre insanlarının Tamaşalık dedikleri bu antik kentte bulunan tiyatro kalıntılarını geçmişin görkemini hala hissettirir. Bolat ile Taşbaşı köyü arasındaki Bolat Deresi'nde bulunan tarihi kalıntılar ve muhteşem doğa manzaraları görmeye değer.
Ülkemizin yetiştirdiği büyük alimlerden biri olan ve 17011762 yılları arasında yaşayan Ebu Said Muhammed Hadimi bu ilçemize adını veren ulu kişidir. Osmanlı Sultanları 3. Ahmet ve 1. Mahmut tarafından İstanbul'a çağrılan ve orada yaşaması için yalvarılan Hadimi bu çağrıları kabul etmemiş kendi beldesinde yaşayıp burada talebe yetiştirmeye, eserlerini ürkütmeye devam etmiştir.
Hadim'e ulaşım her saat mümkün. TaşkentSarıveliler otobüsleri de buradan geçtiği için ulaşım sorun olmaz. Fakat yöreyi tam anlamıyla gezebilmek için turla gitmek daha uygun olur.
Yerköprü'ye ulaşmak için Aladağlar sapağından sola dönmek gerekiyor. Dedemli, Yalınçevre tarafına Hadim'den gidilebileceği gibi Bozkır yolundan gidilerek Ulupınar Köyü'nden sonra sola dönen yoldan gidilebilir. İlçenin bütün yaylaları, vadileri kamp için uygun. Dedemli Alabalık tesislerinde , buz gibi sularda yetişen alabalık yenebilir. Hadim Belediyesi'nin yaptırdığı otel konaklama için uygun.
Yerköprü'nün en güzel zamanları Göksu Irmağı'nın en deli dolu aktığı nisan ve mayıs aylarıdır. Mayıs ayı aynı zamanda çağla zamanıdır. Bahçe sahiplerinden alınacak bir avuç çağlayı ırmağın buz gibi suyunda yıkayıp yemeye doyum olmaz. Yaylaların en güzel zamanı ise kirazların iyice olgunlaştığı haziran sonlarıdır. Önceki yıllar bağbozumu şenlikleri yapan Hadim Belediyesi, bağcılığın gerileyip kiraz yetiştiriciliğinin öne çıkmasıyla birlikte haziran sonlarında kiraz şenlikleri yapmaya başladı.

Konya'nın Meydan Aşçıları ve Düğün Pilavı

Türklerde yemek gelenek ve görenekleri Orta Asya'dan günümüze olanca zenginliği ve canlılığıyla devam etmektedir. Türklerin ilk yazılı kaynaklarından olan Orhun Abideleri'nde Bilge Kağan'ın ölen kardeşi için yas yemeği verdiği belirtilir(Ergin,1970 :125). 11. Yüzyılda ise, bayramlarda ve Han'ların düğünlerinde halkın yağma etmesi için otuz arşın yüksekliğinde yiyeceklerle minare gibi hazırlanan ,"Kenç Liyu" adında bir sofradan bahsedilir(Kaşgarlı,1986:438). Selçukname'lerde, altın sinilerde sayısız yemeklerle donatılan (Oral,1957: 29) ;Osmanlı döneminde ise saraylarda yüz yemeği bulan ziyafetler verildiği görülmektedir(Ongun,1982 :145).
Günümüzde de Anadolu'nun birçok yerinde, doğumdan ölüme geçen süreyi içine alan geçiş dönemlerindeki törenlerde ,çok zengin sofralara rastlanmaktadır(Halıcı,1981: 22). Bunların en önemlilerinden biri kurallaşmış "Konya Pilavı"dır; "Pilav","Pilav Dökme" gibi adlar da alır(Halıcı,1999: 2 ). Konya'da sünnet ,düğün veya herhangi bir nedenle verilecek çok kalabalık törenlerde mutlaka pilav dökülür.
Pilav'da sırasıyla şu yemekler yer alır: Yoğurtlu Toyga Çorbası, Bütümetli Pilav, İrmik Helvası,Bamya Çorbası, Zerdeli Pilav, Hoşaf. (Halıcı,1979 :18) Konya'da pilava davet edilen bir kimse kesinlikle bu listedeki yiyeceklerle karşılaşacağından emindir; çünkü bu listenin yüzyıllardan beri geldiği söylenmektedir. Bu konuda yaklaşık yirmi yıl önceki araştırmamda, seksen yaşındaki rahmetli Havva Beton Hanımefendi Konya Pilavı'nın anneannesinin gençliğinde de aynı olduğunu kendisinden duyduğunu söylemişti. Ancak, günümüzde, kurallaşmış olan bu listede çeşitli nedenlerle yirmi yıl kadar önce başladığı söylenen bazı değişikler görülmektedir (Halıcı, 1999 : 2). Pilavın üzerine bütün bir kol veya but yerine kuşbaşı doğranmış et kavurması konulması; zerdeye gül suyu, vanilya, limon kabuğu gibi koku vericiler eklenmesi, yemek sonunda hoşaf yerine şerbet veya koka kola verilmesi düğün yemeğinde görülen üç değişikliktir. (Halıcı,1999: 2).
Konya'da düğün yemeğini erkek tarafı vermektedir. Yemek yaz mevsiminde ise bahçelere kurulan on, on beş ;kış mevsimi ise evin her odasına kurulan sofralarda verilmektedir. Sofralar on veya on üç kişilik hazırlanmaktadır.
Bin kişiden on bin kişiye kadar hazırlanabilen yemeği aşçılar pişirmektedir. İki ,üç kişiden oluşan bu ekip büyük kalabalıklara bile hazırlanan yemeği iki gün gibi kısa bir sürede pişirmektedir. Pilav genellikle pazar günü sabah saat sekizde verilmeye başlandığı için çeşitli iş yerlerinde çalışan birkaç aşçı bir araya gelerek Cuma gecesinden başlayarak cumartesi ve pazar günü çalışmaktadırlar. Ev halkı da pirinç ayıklamada veya servis sırasında aşçılara yardımcı olmaktadır.
Pilav hazırlığı bir hafta öncesinden düğün sahibi ile aşçıbaşının alışverişi ile başlamaktadır. Davetli sayısına göre yüz, iki yüz koyun ;pirinç ve yemek için gerekli bütün malzemeler cuma öğleden sonra aşçıbaşına teslim edilmektedir. Önce etler pişirilmekte diğerleri sonraya bırakılmaktadır.
Yemekler büyük kazanlarda piştiği için, mutfak olarak kesinlikle evin arka bahçesi veya yakın bir meydan kullanılmaktadır.
Araştırma için ,1990 yılında yirmi dört saat gözlem yaptığım Mehmet Kar Usta ve iki yardımcısı beş bin kişilik bir yemek hazırladılar. Ve ben geri planda geleneksel usta çırak sevgi ve saygı ilişkisini belki de yüzyıllar öncesinde de uygulanan şekliyle tanıdım.
Yemek pişirme işi, Cuma akşamı işlerinden gelen iki yardımcı aşçının ustanın elini öpmeleri ve malzemeleri görmeleri ile başladı. Cumartesi sabahı erkenden gelen yardımcılar, yine ustanın elini öperek işe koyuldular. Mekanik bir şekilde hemen koca koca kazanlar kuruldu,etler yıkanıp içine konuldu, bamyalık etler doğrandı, haşlanmaya bırakıldı. Bütün bunlar hiç konuşulmadan yapılıyor;üç usta makine ile kurulmuşçasına gözleriyle anlaşarak seri bir şekilde çalışıyorlardı. Nadiren ikaz etmesi gerektiğinde aşçıbaşı yardımcılarına yavaşça "olmadı" diyor, yardımcı ustalar büyük bir saygıyla gerekeni yapıyordu; hoşuna giden bir şey olduğunda ise gidip sevgiyle yardımcısının sırtına vuruyor ve onu memnun ediyordu.
Etlerin ikindine doğru haşlanmasıyla iş yarı yarıya bitmiş oluyor ; bu arada boş durulmuyor helva fıstıkları ,hoşaflık üzümler ,bamyalar ayıklanıyor,hazırlanıyordu .Bu arada birkaç defa damadın babası ve annesi gelip ustaların hatırını soruyor, gelenlere kaynamakta olan et suyundan aşçı tiridi yapılıp ikram ediliyordu. Ustalar da yemek zamanı kendilerine aşçı tiridi yapıyorlardı.
Akşam üzeri bamya, hoşaf ve zerde pişirildi ve gecenin serinliğinde dinlenmeye bırakıldı. Gece geç vakitte pilavlık pirinç ıslatıldı ve sabaha karşı pilav pişirildi. Etler kızartılarak hazırlandı,ve irmik helvası yapıldı. İrmik helvası ve pilav meşe odununun közleri üzerine oturtularak,sofraya verilinceye kadar yanmadan sıcak kalması sağlandı. Sabah ezanı okunurken bütün yemekler hazırlanmış, sıra namazdan çıkan ev sahibinin hoca ile gelerek , bereketli olması için ,yemeği açış duasına kalmıştı.
Dua okunurken baş usta kazanların kapaklarını hafif şekilde açtı, dua bitince kayınpedere ve duaya gelenlere yemek sunuldu,yemek yiyenlerde sinilere bahşiş bırakarak ayrıldılar.
Sabah sekizde yemek başladı. Önce aile ve akrabalar sofraya oturdular. Aileden kişiler de sofraya bahşiş bıraktılar. Sonra gelen konuklara yemekler verilmeye başlandı.
Bu arada bir çocuk geldi, en genç aşçı ile görüştü. Genç aşçı sakin bir şekilde arkadaşına giderek bir şeyler söyledi. Arkadaşı hemen aşçıbaşına giderek bir şeyler söyledi. Büyük usta onu çağırdı,başıyla "tamam"dedi. Genç usta saygıyla eğilip, el öperek yavaşça ayrıldı. Meğer, hanımını doğum yapmak üzere hastaneye götürmüşler,onun için izin almış. Kendisi saygıdan aşçıbaşına söyleyemezmiş arkadaşı aracılığıyla izin almış.
Konukların gelmesiyle iki gündür sakin çalışan ustalar hareketlendiler. Kurulan sofraların görevlileri sırasıyla yemekleri götürüp, boş tabakları getirmeye başladılar. Bu arada aynı sofraya tekrar bamya ,helva, et istenmeye başlandı. Et dışında istenen yemekler hemen gönderilse de et ikinci kez yarım porsiyon konarak gönderiliyordu. Ancak, "bir denizaltı" veya "gömme" denildiğinde ustalar tabağa önce bütün eti koyup, üzerini pilavla kapatarak hatırlı sofralara diğerleri görmeden gönderiyorlardı. Pilav ikindi ezanına kadar devam etti,artan yemekler fakirlere gönderildi.
Konya düğün sofrasının bir özelliği vardır. Sofraya tuzluk konulmaz; çünkü aşçı başı yemeğin tuzunu olması gerektiği kadar kullanacak ustalığa sahiptir. Ayrıca hoşaf "söz kesen" diye adlandırılır. Hoşafı gören kişi sofraya başka yemek gelmeyeceğini anlar ve son gelen zerdeli pilavla doymadıysa karnını doyurur.
"Ahçı Takımı Yemekleri"diye de adlandırılan Konya Pilavı günümüzde olanca canlılığıyla devam etmektedir. Aileler modern düğün de yapsalar mutlaka bir de pilav dökmektedirler.
Sonuç olarak, yemek kültürümüzde kurallaşmış yemeklerin en özgünlerinden olan ve Konya'nın meydan aşçıları tarafından pişirilen düğün pilavını Konya'ya gelen kişilerin bir fırsatını bulup tatmalarını tavsiye ediyorum
Kaynaklar:Ergin, M.1970 Orhun Abideleri. İstanbul: M.E.B. Basımevi. Halıcı, N. 1979 Geleneksel Konya Yemekleri. Ankara: Güven Matbaası.Halıcı,N. 1981 Ege Bölgesi Yemekleri . Ankara: Güven Matbaası.Halıcı,N.1999 "Geçmişte Ve Günümüzde Konya Pilavı". Yeni Gazete.23 Mart .Kaşgarlı, M.1972 Divanü Lügatit Türk Dizini Ankara A.Ü.B.Ongun,Z. 1982 "Osmanlı Sarayında Yemek Yeme Adabı".Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri .Ankara :A.Ü.B.Oral, M.Z. 1957 "Selçuk Devri Yemekleri" Türk Etnografya Dergisi. Sayı:2 s 29.

Konya Kültürüne Hizmet Edenler - N. Yalçın Dikilitaş

Değerli okuyucularımız; Yeni İpek Yolu Dergisi olarak Konya kültürünü geçmişten günümüze taşımak, gelecek nesillere bilgi ve belgeleri ile birlikte aktarmanın büyük önem taşıdığını biliyoruz. Bugüne kadar bu alan da çok sayıda makale ve fotoğraflara yer vererek ilimizin tarih, sosyal ve kültürel birikimlerini aktarmaya gayret ettik. Bilgi ve belgelerin eser haline getirilmesi, gelecek nesillere aktarılması çok önemli. Ancak bunu aktarmayı görev bilen, gönüllü kültür elçileri, kültür adamları da bir o kadar önemli. Bizde Yeni İpek Yolu Dergisi olarak bu değerlere büyük önem vermekteyiz. Bu amaçla; kültürel değerlerimizin yaşatılması için çaba harcayan bu insanları Dergimizde "Portre" adlı bölümümüzde tanıtmaya gayret edeceğiz.
İlk olarak geçtiğimiz ay içerisinde Rahmetli olan uzun yıllar Konya'da gazetecilik yapmış, Konya'nın kültürel sosyal hayatına büyük katkıları bulunan ve onu yazıları ile TV programları ile anlatan Merhum Yalçın DİKİLİTAŞ'ı anlatıyoruz. İşte onun hayatı ve eserleri .
3 Nisan 1944'de Konya'da dünyaya geldi. Babası Dikilitaşlızadeler'den Osman Dikilitaş, annesi müderris Ağrıslızade Tevfik Efendi kızı Vasfiye hanımdır.
İlkokulu önce babasının memuriyeti dolayısıyla bulundukları Malatya'da Fırat İlkokulu'nda, sonra Konya kız Tatbikat İlkokulu'nda okudu. Ortaokulu Konya Karma Ortaokulu'nde ve liseyi Konya Lisesi'nde okudu. 1963 yılında A. Rıdvan Bülbül'ün çıkardığı Sabah Gazetesi'nde gazeteciliğe başladı. 1964 yılında Yeni meram Gazetesi'ne geçti ve burada Mustafa Ataman, Ali İhsan Tuna gibi isimlerle tanıştı. Dikilitaş askerlik görevini 1965 yılında Denizli'de 4. Piyade Er Eğitim Tugayı'nda tamamladı.
Askerlik dönüşü, önce Afif Evren, sonra Mustafa Ataman ile Anadolu'da Hamle gazetesinde çalıştı. Sabah, Yeni Meram, ve Anadolu'da Hamle gazetelerinde çalıştığı dönemlerde haberciliğin yanısıra kendi ismiyle, Fahrettin Filiz, Sevim Duyar gibi müstear isimlerle köşe yazıları yazdı.
Bir süre fiili gazeteciliği bıraktı. Mahir İba'nın Anadolu, Ziya Beştav'ın Işık, Ahmet Bahçıvan'ın Yeni Meram, Mustafa Naci Gücüyener'in Yeni Konya Gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Yeni Konya Gazetesi'nde 13 yıl süre ile "N'aber" başlığı ve "Niyazi" imzası ile hiciv dörtlükleri yazdı. On binin üzerinde dörtlük ve beş yüz civarında şiiri vardır ve bunlar kitap haline getirilememiştir.
1997-2000 yıllarında, adını sonradan Hakimiyet olarak değiştiren, o zaman ki adıyla Yeni Gazete'de 2.5 yıl süre ile Genel Yayın Koordinatörlüğü ve Genel Yayın Müdürlüğü gibi görevlerde bulundu. Birçok olumsuzluklara rağmen Yeni Gazete yi kalite, muhteva, ve kadro olarak ön sıralara taşıdı. Yeni Gazete de çalıştığı dönemde editörlüğünü yaptığı "CÖNK" isimli Konya tarih ve kültür eki, bugün bir çok araştırmacının başvurduğu kaynak eser durumundadır. Konya Yazma Eserler Kütüphanesi tarafından bu ekler bilgisayar ortamına taşınmış olup, araştırmacılara CD olarak sunulmaktadır. Daha sonra Konya Postası Gazetesi'nde "Kahvenin hatırı" isimli köşe yazıları yayınlanan Dikilitaş, CÖNK isimli tarih ve kültür ekinin yayınını orada sürdürdü.
Öte yandan, KON TV, SUN TV, KTV ve KANAL1 gibi yerel televizyonlarda, 300'ün üzerinde "Gönül Dostları" isimli programı yapımcı ve sunucu olarak gerçekleştiren Yalçın Dikilitaş, bu programlara aldığı konukları ile tarihi, kültürü ve folkloru ile Konya ile ilgili önemli konuları gündeme taşıdı. Sabah, Yeni Meram, Anadolu, Işık, Anadolu'da, Hamle, Yeni Konya, Konya Postası, Anadolu da Manşet Gazetelerinin yanısıra Çağrı, Hisar, Kervan, Flaş gibi dergilerde yazı ve şiirleri yayınlandı. Son olarak Flaş Dergisi'nin editörlüğünü yapan Yalçın Dikilitaş 20 Ekim 2004 tarihinde yine masasının başında yazılarını yazarken hayata veda etti.
Dikilitaş; Yeni Gazete ile Konya Postası Gazetelerinde fasiküller halinde ek olarak yayınlanan CÖNK, TARİH VE KÜLTÜRÜYLE KONYA Eklerinin editörlüğünü üstlendi.
Şu anda basıma hazır olan kitapları; Benim İnsanlarım, Konya Yazıları ve Resimli Büyük Konya Ansiklopedisi (3 cilt)
Dikilitaş'ın çeşitli gazetelerde yayımlanmış bazı makaleleri;
1- "Bugünde Yaşarken Dünü Özlemek", Yeni Konya 22 Aralık 1989
2- "Hangi Çocukluğumuz?", Yeni Konya 17 Nisan 1992
3- "Konya'nın Neyi Meşhurdur?", Yeni Konya 13 kasım 1993
4- "Şehrimizden İnsan Manzaraları", Yeni Gazete 15 Aralık 1997
5- "Yemyeşil Bir Meram İçin", Yeni Gazete 24 Aralık 1997
6- Zamanlar, Mekanlar ve İnsanlar", Konya Postası 22 Mayıs 2001
Kaynaklar:
1- "Yalçın Dikilitaş'ın Hayatı ve Gazeteciliği" Gıyasettin Bingöl , S.Ü. İletişim Fak. Gazetecilik Böl. Bitirme Tezi , Konya, 2004
2- Konya Kültürüne Hizmet Edenler (2), M. Ali UZ, Konya Büyükşehir Belediyesi Yayınları. KONYA, 2004.
3- Osman Dikilitaş (Merhum N. Yalçın Dikilitaş'ın oğlu)
BİR YUDUM N. YALÇIN DİKİLİTAŞ
Ali IŞIK
Bugün şanslıyım. Son birkaç yıldır alışılagelmiş yerinde soluklanırken pek göremediğim yıllara meydan okuyan kırmızı Lada cip uzaktan bana göz kırpıyor. Adımlarım gayri ihtiyari sıklaşıyor. Yazıhanenin kapısını açar açmaz önce kesif bir sigara dumanı karşılıyor, sonra da o:
- Oo, buyur Ali hoca.
Selâm verip sonra da gösterdiği koltuğa oturuyorum. Hal-hatır faslında dahi son aylardaki bütün görüşmelerimizdeki gibi yüzündeki tebessüm, zoraki... Ne kadar zorlanırsa zorlansın, saklanıp bastırılmaya çalışılan derûnî sıkıntı ve burkuntularını ele veriyor. Bu durumda, tebessümü de "zoraki" sıfatını hak ediyor. Ancak iyi biliyorum ki, bu bir zayıflığın emâresi değil; bilakis bek bir duruşun göstergesi. Biricik kızının ciddî rahatsızlığının sıkıntıları yetmezmiş gibi, "hısım"larının sanki birbirleriyle yarışırcasına boyut değiştirmeleri de katmer üstüne katmer... Konuşması da olağan dışı. Durgun ve kesik kesik... Konuşmalarındaki duraksama anlarında içinde yaşadığımız zaman ve mekân diliminden uzaklaşışlarını gözleri ele veriyor.
Bitmekte olanıyla ateşlediği Uzun Samsun'dan derin bir nefes çekiyor. Ciğerlerinde işlevini tamamlayan dumanı ağzından dışarı boca ederken seslendirdiği cümle, üzerimde bomba tesiri yapıyor:
Yalçın'ı çok arıyorum be Ali hoca!..
Kendisinde şimdiye kadar hiç tanık olmadığım bir ses tonu... Omzuna ağır geldiği için eliyle çenesinden payanda vurduğu başı... Gözlerinde büyüdükçe kararan hüzün daireleri, göz kapaklarının çevresinde billurdan hâleye dönüşüyor. Ben Seyit Küçükbezirci'yi hiç böyle tanımadım. Kanım donuyor...
Zamandan azâde olduğumuz bu anda, beni de peşine taktığı bun'dan yine kendisi çekip çıkarıyor.
- Onunla ilk tanışmamız daha dün gibi. Oysa kırk yılı geçkin bir dün... Şehir Postası'nın sorumluluğunu üstlendiğim 60'lı yılların başında bir gün... Karşımda bir genç. Bana uzattığı kağıdın titreşimleri yaşadığı heyecanın büyüklüğünü açığa vuruyor. Kağıdı alıp okuyorum. O yıllarda hararetle savunucusu olduğumuz İkinci Yeni şiirinin güzel bir örneği. "Tamam" diyorum, "Bunu 'Günaydın Sanat' sayfamızda yayımlayalım." Bir teşekkürü bile aklettirmeyen heyecanıyla hızla dışarı çıkıyor. Ancak bu çıkış öyle coşkuludur ki; annesine sıklıkla ettirdiği duaların bereketi sonucu bin bir güçlükle sahip olduğu bisikletini gazete binasının önünde unutturacak kadar...
Sonraları gelip gitmeler sıklaştıkça dostluklar da pekişmeye başladı. Sonunda meslektaş oluverdik. Hem de ne meslektaş... Gazeteciliğe olan aşkı büyüktü rahmetlinin. Bu aşkının gözü, ona kadın kıyafeti giydirecek kadar kördü. Yine o yıllar... Rahmetli Öztürk Serengil Konya'ya gelmiş. O bıçkın gazeteci, bunun haberini yapmak için gösterinin yapılacağı sinemada alıyor soluğu. Ne var ki, gösteri yalnızca kadınlara... Gazeteci olmak da, haber yapmak gerekçeleri de kapıdaki görevlilere vız gelip tırıs gidiyor. Ne kadar dil döktüyse adamlar duvar... Bir koşu evine gelip kuşandığı şalvar ve poşuyla geçiş vizesini alıp görevini yerine getiriyor.
Bu anekdotu naklettikten sonra ışıltılı gözlerinin üzerine yeni bir hüzün bulutu çöküyor. Akabinde de bulutların bıraktığı çiğle gözleri buğulanıyor. Sigarasını tazeliyor; bir derin nefes, ardından bir daha ve diğerleri... Sessizliği Cahit Sıtkı'nın ünlü mısralarıyla yine o bozuyor:
"Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanmadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misâli o musalla taşında."
Heyhat, mevsim kış, gün Aralık günü... Uzun sohbetlere müsaade etmiyor. İznini isteyip dertlerini yoldaş bırakarak yanından ayrılıyorum.
Rahmetler olasıca Yalçın abi, sen de gerçeğe yalan gibi gittin. Bugün Seyit ağabeyimle seni bir yudum yaşadık. Ama inanıyorum ki bu yudumlar biz de yalan oluncaya dek sürecek. Dilimde geçmişte sana yazdığım dörtlükle kör olasıca'nın yolunu tutuyorum.
"Tartılı sözlerle bal damlar ağzından anbean,
Kötülük kitabını asla okumamışsın sen.
Sevgi, saygı, dostluk tohumları eken bahçıvan:
Dostluk bahçesini ayrıkla dokumamışsın sen..."

Konya, Hz. Mevlana ve Sanat

Yedi asrı aşkın zaman önce, mânâ ve mâneviyat semâmızda doğan bir güneş gibi dünyamızı aydınlatan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, bugünde sayıları yüzbinleri bulan sâlik ve sevenleriyle gönül kubbelerine ışık saçmaktadır. Yeşil Kubbesi ise yedi asırdan beri yeryüzünün ünlü yerlerinden biridir. Gerek batının, gerekse doğunun nice ünlü kişileri onun aziz hatırası önünde teslimiyetlerini dile getirmişlerdir. Zamanımız dünyasında insanın en büyük ihtiyacı ruhi özleyişlerini tatmin etmek veya başka bir deyişle gönül huzuruna sahip olmaktır. Mevlânâ'ya artık şeklen değil, ama kalben bağlı olanlar kendilerini tatmin etmiş görüyorlar. Bu husus 21. asır Türkiye'sinde en değerli ruhî kazançtır. Bunun ispatı 730 yıllık Mevlevi medeniyetinin rehber, düstûr ve kitaplarının revaçta olmasıdır.
Mevlevilik mi?... Hayır, Mevlevilik kültürü yalnız Türk halkı değil, bütün milletler aydınlandığı ölçüde, Mevleviliğin ruhî irfan ve asâletini benimsiyor. Mevlânâ hakkındaki çeşitli yayınların çokluğu ile her sene Konya ve çeşitli illerimizde, hatta Batı'da yapılan ihtifaller ve semâ gösterileri bunun misâlidir. Peki neden?
Zamanımız dünyasında insanın en büyük ihtiyacı, ruhî özleyişlerini tatmin etmek veya başka bir deyişle gönül huzuruna sahip olmaktır. Bu hususu kimi insan kendi terbiye bilgi ve görgüsünde; yahut kendisinden sonra gelecek nesillerin bile gönüllerini tatmin edebilme yaradılışına sahip kimselerin manevî kudretinde bulunur. Kimi insan da bunları ve kendi aslındaki güzellikleri anlamaktan yoksun, manevî sandığı yanlış yollar sapar. İşte o zaman, günümüzün medenî ve ahlâkî görüşlerine ters düşen ölçüsüz ve üzücü durumlar orta ya çıkar.
Mevlânâ'ya artık, şeklen değil, ama kalben bağlı olanlar kendilerini tatmin olmuş görüyorlar. Bu husus XXI'nci asır Türkiye'sinde en değerli ruhî kazançtır. Bunun ispatı, 730 yıllık Mevlevi Medeniyetinin rehber, düstur ve kitaplarının revaçta olmasıdır.
Büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddin Rumi'nin :"KONYA şehrine «Medinetü'l -Evliya (Veliler şehri) lâkabını veriniz; Çünkü, bu şehirde her kim dünyaya gelirse veli olur. Nihayet bütün dünyadan mânevi erler bu tarafa yöneldikçe burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeğe heves edecekler...
Evet; Vallahi bizim Konya, çok mes'ûd ve mübarek bir şehirdir. Bizim mübarek türbemiz, büyük Mevlânâ Bahaeddin Veled'in kemikleri, çocuklarımız bizden sonra gelenler, muhiblerimiz ve arkadaşlarımız bu şehirde bulundukça, bu ülke zeval bulmayacak ve bu ülkeye yabancının atının ayağı basmayacak; bu kavmin üzerine düşman kılıcı çekilmeyecek ve düşman kan dökmeyecek ve tamamıyla harap olmayacak; boş da kalmayacaktır.
Ve daima şehrin halkı, mübarek türbenin hareminden emin ve mes'ûd olacaklar; zamanın fertlerinden gece ve gündüzün değişmelerinden salim kalacaklardır." şeklindeki himmet ve himayelerine de mazhar; Anadolu Selçukluları'nın başkenti, Anadolu erenlerinin pây-ı tahtı olan KONYA'nın Hz. Mevlânâ Okyanusundan: Âlimlerin Sultam Bahaeddin Veled, Mâde-i Mevlânâ, Şems-i Tebrizi, Şeyh Salahaddin Zerkûbi, Ahi-Türk oğlu Çelebi Hüsameddin, Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi, Eflâki Dede, Şeyh Sadreddin-i Konevi, Âteş-bâz Veli ve bunlar gibi... Bu kadar büyük ve çok sayıdaki ulu önderlerin fazilet ve meziyetlerini dile getirmek, daha birçok cildi teşkil edecek zenginliktedir. Ne var ki biz, büyük kısmını satırlara tevdi ederek, bir kaçını bu satırlarımızda sunmayı tercih durumunda kaldım. Değilse, Konya'lı Âşık Şemi'nin:
"Evliyasın eyleyim dersen eğer bir hesap
Eylesem icmal tafsilin olur bin cilt kitap" şeklinde mısralaştırdığı gibi, onlara lâyık bir eser, daha uzun yıllan ve maddi imkanları gerektirmektedir.
KONYA METHİYESİ
Aşk u şevkle kurulmuştur binası Konya'nın
Anın içün bâd-ı Cennettir hevası Konya'nın
Hıcrile mahrûbunu kılmış müzeyyen aşıkı
Davet etmiş destine almış Hüdâsı, Konya'nın
Hor gezer âdemleri emmâ veli irfan olur
Hafizı gayet çeri, âlimleri umman olur
Hasılı bir katre âbın nûş eden arslan olur
Galiba toprağının bu iktizâsı, Konya'nın
Açtı candan yâreyi gûş eyledik neyle kudüm
Biz anın dervişiyiz inkârımız yok bil - umûm
Şah-ı kutb'ul arifin'dir Hazret-i Mollâ-yı Rûm
Şüphesiz makbûl-u Hak'tır evliyası, Konya'nın
Bülbül elhan eylemez bu beldede vakt-ı seher
Zikr-i Mevlânâ' ya mani olmuş ol mürğ meğer
Heft-i kişverde hezârân âşık «Yâ Hû» çeker
Zümre-i nadan değildir mübtelâsı, Konya'nın
Evliyasın eyleyim dersen eğer bir bir hesap
Eylesem icmal tafsilin olur bin cilt kitab
Sen de eyle bâb-ı Mevlânâ' ya durma, intisâb
Ordadır âşıkların açık livası, Konya'nın
Konya'da Eflâtun misâli vardır çok rical
Gösterir Âyine-i İskenderî'den hûb cemâl
Bulunur civâr-ı Mevlânâ'da erbâb-ı kemâl
Her şebin, rûz eylemiş Şems-i ziyası, Konya'nın
Kış olunca donanır ahbâbile vahdet - haneler
Kurulur pazar-ı aşk ma'mûr olur kâşaneler
Sem'i aşkın yakar pervâz eder pervaneler
Yaz olunca var Meram üzre safâsı, Konya'nın.
- Konyalı Âşık Şem'i -
Hz. Mevlânâ 730 yıldan beri fikir ve felsefesi ile insanlığa ışık tutan büyük bir şahsiyettir. İslâm prensiplerine bağlı kalarak, yorumlarını hoşgörü ve insan sevgisi üzerine yoğunlaştırmış insanlığa ölümsüz eserler bırakmış bir Mutasavvıf tır.
Her devrin bir tanelerinden olan, insanlığın piri Mevlânâ, sadece Mevlevilerin değil, büyük insanlık ailesinin tamamının yol göstericisidir.
Herkesin bir alacağı var onda; herkes kendisini bulur onda! O öyle bir derya ki, herkes yunur yıkanır onda.
Hz. Mevlânâ 1207 yılında Belh' te doğdu. 1228 yılında babası Bahaeddin Veled ile Konya'ya geldi. Devrin en büyüklerinden ders gördü. Şems-i Tebrizi ile görüşmeleri oldu, kendisini geliştirdi. İnsanlar evreni dışarıda görürken Mevlânâ içten görmeye başladı. Yani aklın ötesindeki aşkı buldu...
Mevlânâ' ya göre "beden bir kalıp ve fanustur.,, " Ona hayat veren Canandır. Bedendeki ruh, fanustaki mum gibidir."
Mevlânâ fikir özgürlüğüne olağanüstü değer vermiştir. "Eğer konuşmak ve yazmak istiyorsan çekinme endişe etme, korkma. Çünkü biz senin ağzınla konuşur, kaleminle yazarız." Ey akıl sen mi daha iyisin? Bilgide görüşte sen mi daha üstünsün yoksa her an yüzlerce akıl, yüzlerce görüş belirten mi? Sözleri bunu kanıtlamaktadır.
Mevlânâ, sanata oldukça önem vermiştir. Sanatı mabede sokmuştur. Sanatı ibadetten saymıştır. Yaşamın her anı; şiir, musikî ve semâ'dır. «Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra iş gelir. Ey akıl sahibi, sanata çalış fakat o sanatı ehil olan kerem sahibi ve temiz kişiden öğren. İnciyi sedefin içinden ara, sanatı da sanat ehlinden iste.» şeklindeki sözleri sanatla ilgili düşüncesini anlatmaya yeter.
Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi adlı eseri Farsça olmasına rağmen, bütün şiirleri ruh itibariyle tam Türkçe'dir. Anadolu'da yalnız klâsik zevkin değil, klâsik musikinin, raksın, özetle Türk estetiğinin temsilcisidir." demiştir.
MEVLEVÎLİK HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ:
Mevlevîlik, İslami kaideleri iyi karşıladığı ve İslamiyet kadar eski an'anelere sahip 12 tarikat'tan biri olup, 7 asırlık bir tarihe sahiptir. Hz. Mevlâna'nın 1273 de vefatından sonra Konya'da, oğlu Sultan Veled tarafından, babasının felsefesi sembolleştirilerek kuruldu. Usûl ve erkânı sınırlandırıldı. Mevlânâ hanedanının erkek tarafından gelen ve Çelebi denen erkânı, sırasıyla ve dürüst şartlarla tarikat'ın Şeyhliğini ve şifahî tüzüğünü devam ettirdiler. Konya'daki Dergâh'da “SERTABBAH” (Aşçıbaşı) denen ve baş mürşîd sayılan Dede'lerin yanında binbir gün çile çıkarıp pişen (olgunlaşan) dervişler,merkezin onaylaması ile herhangi bir şehirde tekke açıp şeyhlik yaptılar.
Mevlevîlik hem halka ve hem de aydınlara açık bir tarikattı. Gayesi, insanın doğuşundaki iyi tarafları olgunlaştırmaktı. Tekkelere bağlı dervişler, dedeler ve şeyhlerin rabıtalı, İslami disiplin sahibi, bilgili ve örnek insan olmaları cemiyeti memnun eder, onlar gibi olma yollarının kendilerine her zaman açık olmasından sevinç duyarlardı. Mevleviliği intisabının yegane şartı İslâm şeriatına uymak ve Mevlevîliğin hususî kaidelerine riayet etmekti. İçine Mevlevî'lik ateşi düşüp dergâhlara koşan kimseye üç yol açıldı.
1-Çile çıkarıp Dede olmak dileyenlere: “Dervişlik kolay değil, demir leblebidir. Ne çiğnenir, ne yutulur. Yol uzundur, tam binbir gün. Yoruldum demeden söyleneni yapacak, her şeye “Eyvallah” diyecek ve kimseden şikâyet etmeyecek, denirdi.
2- Yalnız semâ'a girip derviş olmak isteyenlere, Mevlevîlik örf ve adetinden çıkmadan, kâinatın seyrine uyup semâ etmek ve dervişlik vecibelerini yerine getirmek düşerdi.
3- Dede veya derviş olmak gayesiyle değil de, onların arasında bulunup ruhî, hallerinden istifade etmek. Mevlânâ'nın sohbetlerinden feyiz almak ve onların kaidelerinin haricine çıkmamak üzere intisa edenlere ise Mevlevili seven anlamına “Muhib” derlerdi.
Bunların her üçüncü bir arada yapmaya karar verip sebat edenler çoktu. Hayatları boyunca Mevleviliğin yüksek içtimaî ahlâkını sürdürürler ve cemiyette özel kıyafetleri ile görünmeseler bile hal ve tavırlarıyla Mevleviliklerini yalnız lisanen değil şahsiyetleri il belli ederlerdi. Ciddiyet, vazifeşinaslık ve dürüstlükle ruhî tekâmülde zamanlarında cidden örnek olmuşlardır.
Mevlevî tekkelerinin en yoğun olduğu yer İstanbul'du. Adeta burası Mevlevilik merkezi idi. Münevverler ve her sınıf halk, aradıklarını burada buluyorlardı. Bu tip yerler âdeta birer sanat akademisi idiler. Daima ilerleme gösteren Türk Musikisini burada dinleyip anlıyor, edebiyat meraklıları aradıklarını burada buluyorlardı. El sanatları ile meşgul bazı dervişler, eğer Dede iseler kendilerine tahsis olunan odalarda güzel yazı (hüsn-ü hat), kalem maktaları ve bazı fil dişi oyma işlerini meraklı olanlara belirli günlerde öğretiyorlardı. Mevleviler feyz'in yani ruhî inkişafın bir keramet olduğuna inanırlardı. Dergâha giren en cahil insan bile her hususu anlamaya çalışır, edeble konuşmasını öğrenirdi. Mesnevî takrirlerini dinler, İslâmî terbiye ve ruh âlemimizden irfan hissesini alır, cemiyette dürüst ve seçkin bir insan haline gelirdi.
XIX uncu asrın ortalarına doğru tekkelerde Şeyh'lik babadan oğla geçmeye başladı. Bu durumu, kâmil, fâzıl ve bir büyük zât olan Kuşadalı İbrahim Efendi şöyle değerlendirir: “Artık tekkelerden feyz kalktı”. Bu söz tekkelerin sonunun geldiğini belli ediyordu. Nitekim kapandı tekkeler ). Fakat Mevlâna'nın 730 yıl önceki bir sözü gerçekleşmiş ve Konya'daki Hz. Mevlâna Âsitânes, kapanmamıştır. Hâlâ gönüller onun sevgisiyle dolup taşmaktadır. Eskiden Mevleviliğe ait yayınlar bugünkü kadar çok değildi. Tarikatın ruh ve mânâsı gönüllere pek kolay aktarılamıyordu. Mevlânâ'nın neslinden gelen Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk ve emsâlinin ilk teşebbüsleriyle bu konu da yayın yolu açıldı. Bugünün nesli eskilere nazaran Mevlânâ'yı daha iyi anlayabiliyor. O'nun cemiyet yaşayışında saadet yolunu açan fikirlerine sahip oluyor. Artık Mevlevîliğin ihyaya lüzum yoktur. Ama hepimize, hiçbir garaz ve ivazı olmayan Mevlânalık yolu açılmıştır. Bu kolay ve külfetsiz bir yoldur. Hem zamanımıza da çok uyar.ortaya koyduğu ruhî ve ahlaki kaideler o kadar yenidir ki. Kendisini bu yolda yetiştirmeye çalışacak olanlar bunun ne kadar doğru olduğunu anlayabilecek seviyeye varmışlardır. Biz bugünkü müspet anlayışla Mevlânâların çoğalmasını istemekteyiz. Bunlar herhangi bir tekkeye bağlı olmadan, asrımıza en uygun, sevgi ve bağlılık yollarıyla herkese açık ilerleme yolunu tutmuş kimseler olmalıdır. Herkes nasıl bir kudret-i külliyeye bağlı olduğunu, kendi iç hüviyetini görebilmelidir. Uzay ve atom devrinde bunu benimsememiz, kolaylıkla tekâmül etmemizi sağlayacaktır.
MEVLÂNA'NIN HAYATINA BİR BAKIŞ:
Mevlâna Celâleddin-i Rûmi cidden değerli bir anne baba'dan 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde doğmuştur. Nüfusu tamamen Türk olan Belh'de babası Sultan-ül Ulemâ Mehmed Bahaddin Veled, çok sayılan ve sevilen bir âlim olup, Soyunun Hz. Ebubekir'e dayandığı söylenir. Annesi ise Harizmşahlar sülâlesinden gelir. Sultan-ül Ulemâ, oğlu Celâleddin 5 yaşında iken Belh'den ayrılır. Hicaz'a Şam'a giderler ve Diyar-ı Rûm'a (Anadolu ya) gelirler. Malatya ve Erzincan'a oradan da Karaman'a gelip yerleşirler. Karaman'da Mevlânâ'nın annesi ölür ve buraya gömülür. Son Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubat'ın dâvetiyle Konya'ya gelip yerleşirler. Bahaeddin Veled hayatı boyunca muhafaza ettiği Sultan-ül Ulemâ'lık payesi ile Konya'da müderris olur ve bu medresede, otururlar. 1231 de Sultan-ül Ulemâ ölür ve şimdi gömülü bulunduğu yere defnedilir.
Mevlâna Celâleddin, etrafında bulunanların ve bu arda Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî'nin gayret ve irşâdları ile tasavvufa meyleder, bilgisini genişletir. 1244'de Konya'ya gelen Tebriz'li Şemseddin ile karşılaşırlar.
İkisi uzun süre ilâhi sohbetlerde bulunurlar. Hayatı Mevlevilik yolunun esasları olur. Bu tarikatı oğlu Sultan Veled kurar ve teşkilâtlandırır. Mevlâna'nın ilk halefi Hüsameddin Çelebidir. Sonra onun yerine oğlu Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi geçerler. Mevlâna görünen hayatından 1273'de ayrılmış ve babasının yanına gömülmüştür.
Mevlânâ'nın en büyük eseri, 25618 beyitli altı cilt Mesnevîdir. Ayrıca kırkbini aşan beyitli Divân-ı Kebir'i, Fih-i ma-fih'i ve kendisinden feyz alanların topladığı Yedi Meclis adlı eserleri vardır. Mazbut esaslara, Kuran-ı Kerim'e ve Peygamberimizin hadislerine bağlı ahlâki yorumlar, fıkralar ve menkıbelerle dolu olan Mesnevî, Türkçe'ye Süleyman Nahilî tarafından manzum olarak çevrilmiştir. Nicholson tarafından İngilizce'ye ve sonra diğer Avrupa dilerine tercüme edilmiştir. Ayrıca dilimizde bir çok değerli şahsın tercüme ve şerhleri vardır.
Mevlânâ'nın hâtıraları ve menkıbeleri, vefatından sonra oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi'nin Ahmed-i Eflâkiye telkinleriyle toplattırılmış ve Farsça olarak yazılmıştır. Sonra bu ve emsali toplamalar aynı dilde kısaltılarak “Sevâkıb-ı Menâkıb” (Menkıbelerin Yıldızları adlı bir eser meydana getirilmiştir. Farsça yazılmış olan eser Türkçe'ye Mesnevihan Mahmud Dede tarafından XVI. ncı asırda açık ve güzel bir dil ile tercüme edilmiştir. İleride tekrar temas edeceğimiz gibi, bu tercümenin müteaddit yazma nüshaları mevcuttur, resimli nüshası ise iki tanedir. Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver bu eserin Amerika'da Morgan Library'deki ve Topakı Sarayı Kütüphanesindeki iki resimli nüshası ile, Eczacı Uğur Derman'da bulunan bir resimsiz nüshasını karşılaştırmıştır. Gönül isterdi ki Sevâkıb-ı Menâkıb'ın başka resimli nüshaları da bulunsun. Eser ve tercümesi hakkında gerekli malûmatı bundan sonraki bölümde incelediğim için burada tekrara lüzum görmüyorum. Mevcut olan 22 resim zaten eserin ruh ve manasını açıklamaktadır. Cumhuriyetimizin 81.nci yılında, Anadolu Türk-İslâm mistiğinin en büyük temsilcisi olan Hz. Mevlâna, sanki zamanın üzerinden aşarak günümüze varıyor ve istikbâle bakan dinamik Türk Gençliği'nin mânevi desteği oluyor. “MUASIR MEDENİYETE” erişmenin gerekçesini hazırlıyor. Bu açıdan Cumhuriyetimizin 81. yılını idrak ettiğimiz bu senenin Hz. Mevlâna'nın ölümünün 731.inci yılına tesadüf etmesi, mânevî birliğimizin bir ifadesi olarak karşımızda durmaktadır.
Zuhurunun şiddetinden gâib olan yüce Allah'ın rahmetinin ne önü var, ne sonu var! O önü ve sonu olmayan rahmet kapısına gel de : melekler âleminde melekler gibi kanatlanıp uçmak istersen.
İkliminde, büyük insanlık ailesini, Allah'ın sevgilisi ve insanlığın Efendisi, evrenin erdemi Efendimiz Aleyhisselâm'ın rahmet şölenine buyur eden Hazreti Mevlânâ'nın gel çağrılarında:
Geel gel! Ne olursan ol gel! Neysen ne değilsen, hangi haldeysen gel ama, kirinden küfünden, pisinden pasalından, gizli ve açık her türlü şirk ve küfürden arınmaya gel!
Bizim dergâhımız umutsuzluk kapısı değildir. “Lâ tenetü min rahmetillâh, Allah'ın rahmetinden umut kesilmez!” mesajı yüklü değil mi a dostlar?
İnsanlığın piri Hazreti Mevlânâ, İrfan güneşi Şems'le bütünleşen Rahmânî sevgi sultanı Hazreti Mevlânâ, büyük insanlık ailesinin tamamının pîridir.
“Hemân aynı Muhammed'le Ali'dir. Şems ü Mevlâna”
Yâ Hazreti Şems, Yâ Hazreti Mevlânâ!...
Yâ Selâm!...
Yedi yüz yılı aşkın süreden beri dervişin damağına tat, aşıkın derdine ilaç; âriflere sertaç; hattatlara meşk, ressamlara renk, musiki-şinâslara ilham, daha nicelerine nice şevk, zevk v edestûr veren yüce Mevlânâ…
Yedi asırdan beri kapanmayan büyük kapı, sönmeyen ışık, susmayan ses, inmeyen perde; dinmeyen su; bitmeyen ders; eskimeyen kumaş; solmayan renk; olduran güneş, vardıran pîr, erdiren et, estiren yel; düşmeyen paha, bitmeyen söz, dönmeyen dost ve doyuran hamur; İşte Mevlânâ!...
Bunca uzun yıllar boyunca gerçek âşıkların sofrasının tası, aşının tuzu, ocağının közü, evradının özü, bedelinin gözü, daha her şeyi, her şeyi olan gönüller sultanı Mevlânâ…
Hz. Mevlâna:
Doğumu : 30 Eylül 1207 (G. Rebîul-evvel 604)
Doğum Yeri : Belh
Babası : Sultân'ul Ulemâ Baheddin Veled.
Anası :Mü'mine Hatun
Alimlerin Sultanı BAHÂEDDİN VELED: Dünyaya, Celâleddin Rumî gibi yüce şahsiyeti hediye eden, Mevlânâ'nın babası olan onuruna sahip, Mevlânâ'nn da böyle yüce bir Hak dostunun evlâdı olma şerefine nail olmasını sağlayan Sultan'un-Ulemâ Bahâeddin Veled Hazretleri, 1151-2 yıllarında doğmuştur. Babası Ahmed Hatibî oğlu Hüseyin Hatibî'dir. Yani cedden aydınlık bir soya mensuptur. Böylece, Hz. Ebû Bekir Sıdık (R.A.) Hazretlerine kadar ulaşır. Annesi, Ümmet'ullah hatun, Alâeddin Muhammed Harizmşah'ın kızıdır.
Mutlu ve kutlu hanımı, Hanefi fakihlerinden olup, birçok kitaplarıyla ün salmış bulunan Şems'ül-Emme Ebû Bekir Muhammed-i Serahsi'nin kızı Firdevs Hatun'un soyundan Mümine Hâtun'dur.
“Hakkın, velîleri iki türlüdür. Bazısı kibirli, bazısı mütevazi, bazısı korkunç ve heybetli, bazısı da sevimlidir. Büyüklüğü seven, heybetli ve azametli olan elinin kibrine “Kibriya” derler. Veli nefsi Ölmeden evvel ölünüz.” (Hadis) emriyle ölmüş ve yok olmuş kimsedir. O halde onun kibri, Tanrının sıfatı olan “Kibriya” dandır. Çünkü beşerî vasıflar, o velide artık mahvolmuştur. İnsanların kibirli olması, kötülenmiş olan nefislerdir.
(SULTAN VELED”)
“Rivayet ederler ki bir ceylânda, bir kurt evlenmişler ve bir çocukları olmuş. Müftüye “bunu kurt mu sayalım, yoksa ceylân mı? Onu kurt olarak kabul etsek, eti haram ve mundar olur. Ceylân desek helâl olur. Bunu hangisinden sayalım ve adını ne koyalım? Tereddütte kaldık “diye sordular. Maharetli müftü şöyle fetva verdi: “bunun hükmü mutlak değil, mufassaldır. Bu yavrunun önüne bir demet ot ve biraz kemik koyunuz. Eğer kemiğe meylederse kurttur ve eti haram olur. Yok eğer ota meylederse ceylândır ve onun eti ceylân eti gibi helâldir.”
“Bunun gibi Ulu Tanrı, o dünyayı, bu dünya ile, yeri gök ile karıştırdı, birleştirdi. Biz, bu her ikisinin çocuklarıyız. Eğer ilme meyleder ve kuvvetimiz, ilim ve hikmet olursa göksel ve helâl oluruz. Eğer yemeğe, uykuya ve cihanın nimetlerine, giyeceklerine meyledersek hayvânî ve yere ait oluruz.
(SULTAN VELED”)
Mâder-i Mevlâna Mü'mine Hatun, “Mederi Mevlânâ” Mevlânâ'nın annesidir. Cenab-ı Hakk'ın böylesine yüce bir şahsiyete anne olma şerefini nasip ettiği bu kutlu hanım, Belh Emîrî Rukneddin'in kızıdır.
Bu vefakâr ve asil hanım, efendisi Sultân'ul Elemâ Bahâeddin Veled Hazretleri ile birlikte mübarek görevi yerine getirmek, diyâr-ı Rum (Anadolu)'u ihya ve irşâd eylemek üzere, baba şehri Belh'den ayrılarak, Konya Larendesine kadar gelmiştir. Kutlu kafilenin buradaki günleri her bakımdan çeşitli hikmetlerle doludur. Çünkü Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbat'ın Karaman Nâibi Emir Mûsa, kendilerinin ufkunda doğan bu mübarek kafileyi şehrinde iskân edebilmek için her türlü çareyi ve imkânı sağlamıştır. Sultân-ul-Ulema için Karamanda özel bir medrese yaptırmıştır. Bahâ Veled bir taraftan bu medresede dersler verirken, diğer taraftan halkın gönül âlemi ile meşgul olmuştur.
O sırada evlenecek yaşa gelen Celâleddin'ini burada Semerkandlı Hoca Şerafeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile evlendirmiştir. (623H. 1226 M. ) Sultan Veled ve Alâeddin, bu izdivaçtan dünyaya gelmişlerdir.
Karaman'da geçen bu mutlu günlerde, Konya Sultanı Alâeddin'in, bu kutlu kafileyi Konya'ya yerleşmek üzere yaptığı dâvet de gelmiştir. Buna icabette bulunan Sultân'u-ulemâ, kafilesiyle birlikte Lârende (Karaman)'dan ayrılarak, Konya'ya gelip yerleşmiştir. Ama ne var ki, bütün bu mutlu ve surûrlu günlerde büyük bir acı olay, kafileyi teessüre sevk etmiştir. O da, Sultân'ul Ulemâ'nın kutlu eşi, Mevlâna Celâleddin'in yüce annesi Mümin'e Hatunun, Karaman'da vefat etmesidir. Bu sebeple, Karmandan ayrılış, kafilede böylesine büyük bir noksan ve acı hatıra ile olmuştur.
Mü'mine Hatun'un medfun bulunduğu türbe, Karaman'ın içindedir. Konya'ya 105 Km. mesafede bulunan Karaman, yüzyıllar boyunca Mevlevîler başta olmak üzere, bütün ehli tarikatçe önemli bir ziyaretgâh olarak ziyaret edilegelmiştir.
Türbe, “Aktekke” diye de anılır. Yanındaki cami ve derviş hücreleri ile bir zaviye durumundadır. Mü'mine Hatun'un ilk oğlu Alâeddin de yanında medfundur. Yakınlarında daha bazı ünlü Mevlevî şahsiyetler aydınlık bir devrin mubâret şahsiyetleri olarak, edebî uygularındadırlar.
Şems-i Tebrizî: Asıl adı ve künyesi “Melik Dâd oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddin” olan Şems-i Tebrizî, doğuştan yüksek kabiliyetlerle mücehhez, ilahî aşkın tesiriyle kendinden geçmiş gerçek hakikat ve mâna ehli erenlerdendir. Hicretin altıncı yüz yılında Tebriz'de doğmuştur.
Büyük eseri “ Mâkâlât” ı incelendiği zaman çok rahatlıkla görülür ki, o zamanın bütün yüksek İslâmî bilgilerine vâkıftı. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ilimlerinde geniş bilgi ve kültüre sahip olduğu gibi, dört mezhebin fıkhi görüşlerine de âşina idi.
İşte Şems-i Tebrizî, madde ve mânâsıyle böylesine yüce bir kişiliğe sahip bulunuyordu. Şems, Mevlânâ'nın Mevlânâ Şemsin her bakımdan en mükemmel sırdaşı olmuşlardır. Konya'da Mevlânâ ile karşılaşıp kucaklaşmaları iki marifet dünyasının bir birine karışması, birinin diğerinde yok olması anlamının taşır.
Şems'ler Mevlânâ'lar ve daha nice ulu şahsiyetler mezarlarının yerlerini, Mevlânâmız'ın diliyle şöyle belirtmektedirler:
“Ölümümüzden sonra bizi yerde arama;
Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”
Şems (Güneş)'i, birkaç metre karelik toprağa gömmeye çalışanlar, bu kadar emek ve gayretleriyle, onun da mezarının bulunduğu gönüllerin sahibi ârif kişilerin söz, fikir, prensip ve tavsiyelerine kulak ve gönül verseler ve bunu bütün insanlığa tanıtıp, tattırabilseler, inanıyoruz ki dünyanın rengi de, dönüşü de değişecektir.
Şeyh Salâhaddin Zerkûbi: Bu gün Hazreti Mevlânâ'nın sandukasının kuzeydoğusunda bulunan, “Huzur”'a baş koymuş sandukalardan biri de, büyük şeyh, Konyalı Salâhaddin Zerkubîyi sembolize eder.
Mevlânâ'nın babası Sultâ'ul-elemâ Bahâeddin Veled Hazretlerine ait tarihi sandukanın kuzeyinde yer almış olan bu sandukanın sahibi Salâhaddin Zerkûbi, Mevlânâ'nın gönül gülzarının bahçıvanlarındandır. Mevlânâ'nın gönül, ruh ve mânâ aleminde birbirinden nefis, birbirinden lâtif ince katmer güllerinin açılmasını sağlamıştır.
Âhi-Türk oğlu Çelebi Hüsameddin:
Büyük Mürşid Mevlânâ'nın : “Ey, Hakk'ın ışığı, faziletli Hüsâmeddin! Sen damarla nabızla, göklere ve yıldızlara ait bilgilerle ilgisi olmayan gönül hekimsin” şeklindeki iltifatlarına muhatap olmuş bir ricâlullahtır. Selâhaddin-i Zerkûbiyi kaybeden Mevlâna, teselliyi onunla sohbette, O da Mevlânâ ile sırdaş olmak da sefâyı bulmuştur.
SANAT'A GELİNCE:
Mevlelikte musiki: Çalgılardan rebab ve mesnevide sazlıktan koparılan ney, aslî vatanından ayrılan “Ruh”un timsalidir. Bununla Rabbine kavuşmanın hasretini çeken “insanî kamil” remzediliyordu.
Fildişi oymacılığı: Makta, fildişi veya kemikten yapılırdı.Kamış kalemin ağzı makta üzerinde kesilip ikiye çatlatılırdı.
Kündekârı: Ahşap, geçme, bindirme v.s.
Kat'ı lık: Kağıt oymacılığı sanatıyla oyma eserler yapılmıştır.
Saatçilik: Mevlevî saatleri de ayrı bir sanat eseridir.
Lisan Sanatı: Edebiyat ve şiirin Mevlevilikteki yeri çok önemlidir.

Mevlana ve Yemek

İnsanlık aleminin yetiştirdiği müstesna şahsiyetlerden biri olan yüce Mevlana 13.yy.’dan günümüze, eserleriyle, mana aleminden sonsuz ışıklar sunmaktadır.
Mevlana toplumu her yönüyle aydınlatan fikirlerini çoğu zaman sembollerle vermiştir ki onlardan biri de yemektir. Yemek konusunu tarım, tıp estetik, lezzet, düzenleme, izzet-ikram, yardımlaşma, pişirme, tarif verme vb. şekillerde sembollerinde kullanan Mevlana, böylelikle dönemin yemek kültürünü de günümüze aktarmıştır. Bu , kaynak eser yetersizliği içindeki yemek kültürümüz için son derece önemli ve aydınlatıcıdır.
Mevlana’nın eserlerinden anlaşıldığına göre, 13. Yy.’da Divan-u Lügat-it Türk’deki pişirme tekniklerine işaret eden tencere yemekleri, Mevlana’nın eserlerinde kalyaler, boraniler gibi sınıflamalara ayrılmıştır. Aynı eserlerden anlaşıldığına göre o dönemde pırasa, patlıcan, kabak, kereviz, ıspanak, şalgam, soğan, sarımsak, hıyar vb. sebzeler; börülce, mercimek, fasulye, nohut vb. baklagiller; ayva, nar, armut, şeftali, incir, kavun, karpuz, hurma vb. meyveler; ceviz badem, fındık, leblebi vb. kuru yemişler; yoğurt , ayran, peynir gibi süt ürünleri; tutmaç, tandır ekmeği, yufka ekmeği, etli ekmek, börek, çörek, tirit vb. hamur işleri; bal, pekmez, helva, kadayıf, zerde vb. tatlılar; şerbet, şarap vb içkiler; Anadolu’da ve Konya’da kullanılıyordu.
Mevlana’nın ölümünden sonra kurulan Mevlevilik tarikatı mutfak çalışma düzenleri ve yemek adabıyla ilgili günümüzde de devam eden bazı kurallar ortaya koymuştur. 13. yy.’da Türk Mutfağı’nda bilinen ilk çalışma düzenlerini açıklayan ve mutfakların her türlü eğitimde verdiğini ortaya koyan bu kurallar Gölpınarlı’nın anlatımıyla şöyledir.
“Mevlevilikte mutfak bir nev niyazın hamkenpişip olgunlaştığı bir kutsal ocak, bir mabet olarak kabul edilir. Ateşbaz-ı Veli’nin makamı bulunan mutfaktaki ocak bu mabedin mihrabı kabul edilir. Aşçı dede nev niyazları her bakımdan eğitir. Kazancı Dede onun yardımcısıdır. Bir istekli mevlevilikte göreve talip olmadan önce dergah mutfağının girişinde solda bulunan bir kişinin oturabileceği aralıkta bulunan saka postunun üzerinde oturur. Mutfak canlarının çalışmalarını, hal ve hareketlerini üç gün dikkatlice izler. Karar verir. Kabullenirse mutfakta bin bir gün devam edecek çileye başlar. Mevlevi dergahlarının ruhu mutfakta atar. Nev niyazlar benliklerinden mutfakta soyunurlar, enaniyetten tamamen el çekerler. Yol yöntem nev niyazlara mutfakta öğretilir.”
Mevlevi mutfaklarında onsekiz çeşit hizmet bulunmaktadır. Bu Türk mutfağında ekipleşmenin 13.yy.’d başladığını göstermesi açısından önemlidir.
Mevlana’nın yemeğe verdiği önem Ateş-baz-ı Veli ile ilişkisinde de görülür. Çok sevdiği aşçısı öldügü zaman ona ateş rengi taşlarla bir anıt mezar yaptırmıştır. Ateşbaz-ı Veli 13. yy.’da dünyada adına anıt mezar yaptırılan ilk aşçı olma özelliğini de taşımaktadır.
Sayısız hikmetleri, yemek sembolleriyle de bir bir insanlığa sunan Mevlana’dan bir örnek sunalım: “Gökyüzüyle yeryüzünü Tanrı’nın kudret ağacında bitmiş bir elma bil” diyen Mevlana Galile’den yıllar önce dünyanın yuvarlak olduğuna işaret etmiştir. Ardından da günü çevrecilerine bir mesaj gelir: “İnsanoğlu da bu elmanın içindeki kurttur.” Yumurta sarısı ve Ceviz de Mevlana’nın eserlerinde dünyanın yuvarlak olduğunu belirten sembollerdir.
Bir yemekçi gözüyle Mevlana’nın eserlerini taradığımda yemek açısından ancak üç tarifeye rastladım. Mevlana: “Balığı yağa at, altını üstünü kızart”; “patlıcanın dostu ne? Sirke ile sarımsak”; “sirke ile bal ölçüsü aynı olmazsa sirkencebin güzel olmaz” diyerek bize üç kusursuz tarife vermektedir. Diğer yemekler isim olarak verilmekte; birçoğu ise muhteşem Konya Mutfağı’nda yaşadığı için tarifleri kolaylıkla çıkarılmaktadır. Un helvası, pekmez helvası, tutmaç baş ve şiş kebapları, tirit, etli ekmek, tandır ekmeği, yufka ekmeği, zerde, kalye, borani gibi.
Mevlana’nın eserlerinde adı geçen Konya Mutfağı’nda yaşayan yemekler, yukarıda verilen üç tarife ve Feyzi Halıcı tarafından yayın dünyasına kazandırılan Mevlevi Şeyhi Ali Eşref Efendi’nin Yemek Risalesi’ndeki yemeklerden seçmelerle tarafımızdan hazırlanmakta olan Mevlevi Mutfağı çalışması yayımlandığında bu konuya daha geniş bir göz atma imkanına kavuşabileceğimizi umuyorum.
SAFRANLI ZERDE
Bazı kimseler vardır ki doğrudan bal yiyemeyip, ancak zerde pirinç, helva ve daha başka yemeklere karıştırmak suretiyle yiyebilirler.
Zerde de günümüzde bal yerine şekerle yapılmaktadır. Bal ile yapılan zerde seçkin bir tada sahiptir. Konya’da eskiden,pekmezle yapıldığı da yaşlı hanımlar tarafından ifade edilmiştir.
4 Kişilik
¼ çk safran
1 yk. su (safranı ıslatmak için )
½ sb prinç
5 sb su
1/5 sb. şeker veya 1 sb sızdırılmış bal
1yk gül suyu
Yapılışı:
Safranı, akşamdan suda beklet. Sabah, pirinci ayıkla, yıka; üzerini örtecek kadar ılık suda yumuşayıncaya kadar beklet, bir tencerede su ile ateşe koy. Kaynamaya başlayınca çok hafif ateşe al, pirinçler iyice yumuşayıncaya kadar yaklaşık 30 dakika kadar pişir. Özleşince şekerin yarısını ilave et, kaynayınca diğer yarısını karıştır; 10 15 dakika sonra koyulaşınca safranı süz, suyunu ilave et. Bir taşım kaynayınca tabaklara dök. (Bal kullanırsan safran bir taşım kaynayınca karıştırarak balı ilave et, bir taşım daha kaynak, tabaklara dök) Soğuyunca yüzüne gülsuyu serp.

Mevlana'nın Yörüngesinde Bir Ortodoks: Diamendi

Gören göz için her şey açık ve seçik; Arif olan, habbeden kubbeye kadar her şeyde Allah'ın gücünü, kudretini ve hikmetini seyreder.
Maddenin en küçük parçası atomdur. Çekirdeğinde artı (+) elektrik yüklü proton ve yüksüz nötronlar bulunur. Yörüngesinde ise eksi (-) yüklü elektronlar yer almıştır. Bu farklı yükler arasındaki çekim gücü, elektronları çekirdeğe yakın tutar.
Güneş sistemi de buna benzer. Enerji yüklü güneş, yörüngesindeki dünya ve diğerlerinin kendi aralarında ve hepsini birden kendi yörüngesinde birden devran ve seyran ettirir. Büyük bir uyum, ahenk ve huzur içerisinde.
Ve galakside, “ adeta dünyadaki kumsalları dolduran kumlar sayısınca güneşler vardır.” Hepsi de bu Sünnetullah'a tabidirler.
Hepsi de İlahi takdir ve talimata bağlı fiziki kanunlarla varlık, dirlik ve düzenliklerini sürdürüp gitmektedirler.
Allah'ın yüce kulları da atomun çekirdeği, seyyarelerin güneşi gibidirler. Merkez olarak, yörüngelerindeki varlıkları kendilerine bağlarlar. Meydana getirdikleri cazibe gücü ile onların feyiz, inabe, ilham ve ihsan olarak vakt-i mevuda kadar devir ve seyirlerini temin ederler.
“ Sağ olduğu sürece Kur'an-ı Kerim'in kölesi; seçilmiş Muhammed (A.S)'ın yolunun toprağı olmayı” kendisi için en büyük sıfat ve şeref olarak kabul ve ilan eden Mevlana'nın yörüngesinde de bir çok insanlar yer almıştır. Doyulmaz cazibesine katılarak, etrafında pervaneleşen bu değerli insanların hepsi de Mevlana'nın çağlar üstü; zaman ve mekanlar ötesi ulvi mesajlarına gönül vererek yetişmişlerdir. Sonunda hem olgunlaşmışlar, hem de olgunlaştırmışlardır.
Mevlana'nın cazibesine kapılarak onun yörüngesine yerleşenlerden birisi de Diamendi'dir.
O, bir Ortodoks Hıristiyandır. 1888 yılında Kayseri / Talas'ta doğmuştur. Baba Yuva başta olmak üzere bütün aile koyu dindardırlar.
Diamendi, işte böyle bir ortamda dünyaya gözlerini açmıştır. İlk, orta ve liseyi Kastamonu'da bitirir. Edebiyata son derece kabiliyet ve hevesi vardır.
Ortodoks Diamendi, ondört yaşında iken büyük bir inkılap yaşar. Bu olay, onun hayatında bir dönüm noktası bir “Milat”tır.
Ruh dünyasındaki bu büyük olayı kendisi şöyle anlatır. “ İdadi'nin üçüncü sınıfında iken şiire ve Mevlana'ya karşı derin bir merak, heves ve aşkım belirmişti. Farsça Hocamız Osman Efendi, Mesnevi-i Şerif'in ilk on sekiz beyitini vermişti. O, halim, selim bir insandı. Fakat aşk adamı değildi. Kendisinden aşk ötesinin kıvılcımları yayılmıyordu. Ortada büyük bir yayılma vasıtası olmadığı halde, bilmem nasıl olduysa, bir alev parladı. Sanki Mevlana'nın adını daha önce tanıyordum. Hiç yeni duymuş gibi degildim; Evvelden bildiğim, hatta aşık olduğum birisinin adını işitmiş gibi olduğumu hatırlıyorum. O andan itibaren büyük bir yangının alevleri içindeydim.”
“ Mevlana” adı ve gönüller fetheden mısraları Ortodoks Diamendi'nin maneviyat dünyasında büyük bir deprem meydana getirir. O muazzam sarsıntı onu, kendine getirir. Bütün benliğiyle ona kilitlenir kalır. Gece, gündüz bütün yaşantısında sadece Mevlana vardır. Onun manevi cazibesine kapılmıştır.
Mevlana, Konya'da ebedi uykusundadır, Hocası Seyyid Burhaneddin ise Kayseri'de. Mevlana'ya olan sevgi, saygı ve hayranlık duygularını tatmin etmek için Hocası Seyyid Burhaneddin'in türbesini ziyarete gider. Burada, Mevlevi Şeyhi Ahmet Remzi ( Akyürek ) Dede'yi tanıma bahtiyarlığına erer. Sohbetine dahil olur.
Günler bu aşk ve muhabbetle geçerken Diamendi bir gerçeği daha yakalar. O da Mevlana'yı daha iyi anlamak için Arapça ve Farsça'ya ihtiyaç vardır. Aşk, şevk ve azmin elinden ne kurtulabilir ki? Bir süre sonra her iki dili de öğrenir. Mevlana'nın eserlerini esas dilinden anlamak, kendisine yeni derinlikler kazandırır. Geniş ufuklar elde eder.
Ve nihayet bir gece muradına erer. Mana aleminde Hazret-i Mevlana'yı görme nailiyetine kavuşur. Koca Pir onu bağrına basmıştır.
Gördüklerinin sevinç ve heyecanı ile Diamendi, ertesi sabah Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olur. Ama bunu kimseye söylemez.
Yüksek tahsil için İstanbul'a gider. Hukuk Fakültesinden başarı ile mezun olur. Bu sürede, Kulekapı Mevlevihanesi'ne devam eder. Şeyh Ahmet Celaleddin Dede'den feyz ve inabe alır.
Mahkeme katipliği ve avukatlığı yapar. Her aşık gibi o da şairdir. Şiirleri, İstanbul'un edebiyat çevrelerinde elden ele, dilden dile dolaşır. Herkesin hayranlığını celbeder.
Ve nihayet, 1942 yılında, aldığı manevi işaretle, hakikatleri dile getirme zamanının geldiğini anlar. Müslümanlığını ilan ederek, dininin vecibelerini açıkça yerine getirmeye başlar. Adı: “Mehmet Abdulkadir Keçeoğlu“ olmuştur. Şiirdeki mahlası, dostlar meclisindeki namı da: “Yaman Dede“, “Yanan Dede“ der. Eşi bu durumu kabullenemez. Kendi isteğiyle ayrılır. O da Hatice Hanım'la yeni bir hayata başlar.
Avukatlığının yanısıra İstanbul İmam-Hatip ve Çamlıca Kız Liseleri'nde öğretmenlik yaparak, vatan ve millete olan borcunu ödemeye çalışır.
“Diamendi”, Anadolu'da “Yemandi“ şeklinde telaffuz edilir. Ulu rehberi Ahmet Remzi Dede bunu "“Yaman Dede”'ye dönüştürür. O da şeyhinin bu takdir, tensip ve tercihini canla başla kabul eder. Bu isim giderek “Yanan Dede“ şeklini alır.
Yanan Dede'nin bir büyük özlemi, arzusu ve niyazı vardır: Efendisi Mevlana'yı ziyaret. Aylarca bunun aşkıyla yanar, yakınır. Nihayet bir gün aldığı manevi bir işaretle Konya'ya doğru yola çıkar. Adet olduğu üzre, önce Şems Zaviyesi'ne iner. Bir süre kalır. Huzura kabul için müsaade niyazındadır. Niyetinin kabul edildiğine dair besareti alınca doğru Kubbe-i Hadra'ya yönelir. Çevreyi sanki daha önce görmüş gibidir. Etrafındaki insanları tanır gibidir. Hiç yabancılık çekmez.
Dergah'a, “ Dervişan Kapısı”ndan avluya, buradan da “Tilavet Odası”na girer, “Gümüş Kapı”dan, “Kademat-ı Pir”e geçer. İlerliyerek “Huzur-i Pir”e ulaşır.
Şimdi Efendisi'nin huzurundadır. Emeline nail olmuştur. Heyecanından, sevincinden, nailiyetinden dolayı bütün vücudu titremektedir. İşte yıllardan beri kendisine anlatılan ve hayalinde canlandırdığı " Gümüş Eşik", “ Gümüş Basamak” ve “ Gümüş Kafes “in önündedir. Gözlerine inananamaz. Kendini rüyada zanneder; Neyzen bakışlarla çevresine göz gezdirir, hayır gördükleri gerçektir. Muradına ermiş, maksadına erişmiştir. Kalbi, göğsünden fırlayacakmış gibi çarpmaktadır. Anlatılması güç tatlı bir sıcaklık başından aşağıya doğru yayılarak bütün bedenini sarmış, ter içinde bırakmıştır. Ruhunu, bedenini hoş bir rehavetle kaplar. Anlatılmaz, doyulmaz bir huşu ve huzur içerisindedir. Derin bir hazla kendinden geçecek gibi olur. Olduğu yerde ayakta, iki eli iki yanında, başı sağ omuzuna yıkılmış halde öylece kalır.
Bu vaziyette ne kadar zaman geçtiğini farkedemez. Ama içindeki bir ses, artık izin alma zamanının geldiğini hatırlatır gibi olunca, kendine gelir. Yavaş yavaş geriye çekilir. Geri geri, ağır ağır Huzur'dan uzaklaşır. Geldiği yerlerden geçerek avluya çıkar. Kendini kuştüyü kadar hafif hissetmektedir. Huzur içerisindedir. Siretindeki bu güzellik suretine de aksetmiştir. Eriştiği itminan bütün bedenini sarıp sarmalamış, tarif edilmez bir rahatlığa kavuşmuştur. Kendini, dünyanın en mutlu, en bahtiyar insanı kabul etmektedir.
Ertesi gün döner İstanbul'a. Dolu, dopdolu olarak. Sevinçle, kıvançla, muradına ermişlikle. Yeni bir yaşama sevinci kazanmış olarak...
O günden sonraki şiirleri bir başka mana, derinlik, ifade, tarif ve tasvir gücü daha kazanmıştır. Kalite artar, kantite artar. Fikri ne ise zikri de o olur. İşte “ Mevlana'nın Huzurunda “ başlıklı şiiri:
Geldim sana kan ağlayarak, sızlayarak bak
Aşkınla yanan benliğime durma hemen ak
Ak... Sönmesun ateş, alevim dinmesun ancak
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak
Artır ne olur ateşini, bağrımı dağla
Yansın bu vücudum, eksilmesin asla
Hicran ile yak, vasl ile yak, aşkına bağla
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak
Bir katreyim emma yine ummanlara sığmam
Topraklara, yapraklara, insanlara doymam
Hem ateşe, hem nure ve zindanlara doymam
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak
Ben sende bitirdim canımı ey Şah
Buldum yine her derdim içinde seni billah
Şellale-i esrarını dök ruhuma her-gah
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak.
“ Leyla, Leyla” diye diye Mevla'ya ulaşan Mecnun misali Yanar Dede de, “ Mevlana, Mevlana “ diye diye hidayetine nail ve mazhar olduğu Yüce Mevla'nın ( C.C ), alemlere rahmet olarak lütfettiği Habib-i Kibriyası Muhammed Mustafası ( S.A )'na olan derin tahassürünü bakınız ne kadar güzel dile getiriyor:
Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rü-nümasın sen
Habib-i Kibriyasın sen, Muhammed Mustafasın sen
Cemalinle ferehnak et ki yandım Ya Rasulullah
Susuz kalsam yanan çöllerde can versem, elem duymam
Yanar dağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulullah
Gül açmaz, çağlayak akmaz, ilahi nurun olmazsa
Söner alem, nefes almaz felek manzurun olmazsa
Firak ağlar, visal ağlar, ezeli mesrurun olmazsa
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulullah
Erir canlar o gül-bu-yı reven-bahşın havasından
Güneş titrer yanar didarının bak ihtirasından
Perişan bir niyaz inler hayatın muhtevasından
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulullah
“ Allah'ın kullarından herhangi birinin gönül rızasından bir an için uzaklaşmaktansa , diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim.” diyecek kadar engin bir ihlas, samimiyet, rabıta ve teyakkuza sahip bulunan dünün Ortodoks Diamendi'si, bu günün Yanan Dede'si “ Mehmed Abdulkadir Keçeoğlu “ nu bakınız Yahya Kemal Beyatlı nasıl tavsif ediyor:
“ Yüz sürdü hak-i payine çok müslüman dede Molla-i Rum görmedi senden Yaman Dede “
Bütün ömrünce Mevlana'nın yolunda olan, Mevlana'nın yörüngesinde devran ve seyran eden, etrafını bir mum gibi aydınlatan Yanan Dede( Yaman Dede ), 3.5.1962 tarihinde Hakk'a yürüdü, ulaştı. Bizlere güzel ad, unutulmaz yad, hoş hatırat, örnek hayat bıraktı.
Ruhu Şad ola.

Mevlana ve Bilim

Genel olarak din âlimliği tarafı ve insanî merkezli fikirleri işlenerek hoşgörü ve barış sultanı sıfatıyla ele alınan Mevlâna'nın, son yıllarda bir özelliği daha keşfedildi. Bu da eserlerinin (özellikle Mesnevî) satır aralarına dikkatle bakılıp incelenmesiyle ortaya çıkabilecek olan bilimsel yönü.
Mevlâna gerçekten de eserlerinde, eşref-i mahlûkât olan insanı merkez alır ve onun Allah'ın yaratma gayesindeki amaçları doğrultusunda yaşam sürmesini, hikâyeler ve özlü sözlerle öğütler. Ama bu mânâların arasına bazı bilim dünyasıyla ilgili ipuçlarını da serpiştirir ki, ilginç olan bu bilgilerin yüzyılımızda daha yeni keşfedilmiş olmasıdır. Bu kısa yazıda Mesnevî'sinde rastlanılan bilim dünyasıyla ilgili bazı hususiyetleri -örnek olarak- dile getirip, yorumunu okuyucuya bırakacağız. Burada sözü edilecek olan konulara, daha önce birkaç yazıda değinilmişse de üzerinde fazla durulmamış veya detaya girilmemiştir.
1. Mevlâna'nın ilim ve ilim adamına bakışı
Mevlâna'ya göre ilim, Allah'ın topraktan yarattığı insana öğreterek onu değerli kıldığı bir hazinedir. Ama bütün bunlarla birlikte öğrenilen bu ilim, Allah'ın ilâhî okyanusundan sadece bir damladır. İnsanların bu dünyada ilim öğrenmesinin onların mutlak faydasına olduğunu belirten Mevlâna, köpeklerin bile eğitildikten sonra sahibinin istediklerini yaptığını; oysaki eğitilmemiş başı boş köpeklerin orda burda herkese saldırdığını veciz bir örnek olarak sunar.
Mevlâna ilim öğrenmenin bu derece gerekliliğini savunurken iyi insanların bu bilgiyi insanların faydası doğrultusunda kullandıklarını, fakat kötü yaratılışlı kişilerin öğrendikleri ilimleri yanlış kullandığı, bu sebeple de bu tür insanlara bilim öğretilmemesi gerektiğini savunarak şöyle der:
“Kötü yaratılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer.
Sarhoş zencinin eline kılıç vermek, adam olmayana bilgi belletmekten yeğdir.
Bilgi, mal, mevki ve hakimiyet, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir.
Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz.
Cahil, kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar.
Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir.
Çünkü ya cimriliği tutar, az verir; yada cömertliğe girişir, yerli yersiz bağışlarda bulunur.
Sapıklık da bilgiden olur, doğru yolu buluş da...
(Sahibini) gönül ehli yapan ilim, insana fayda verir. Yalnız tene tesir eden, insana mal olmayan ilim ise, yükten ibarettir.”
Öğrenilen bilgilerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği, her şeyi iyiden iyiye araştırıp öğrenen, fakat kendinden haberdar olmayan bazı âlimlerin, hattâ din bilginlerinin durumlarının neye benzediği de aşağıdaki Mesnevî beyitlerinde veciz bir şekilde ele alınmaktadır:
“Toprağa mensup insan Hak'tan ilim öğrenmiş ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlatmıştır.
Gönül katresine bir incidir düştü, ki o ne denizlere, ne de feleklere verildi.
Bilgili adamın uykusu ibadetten üstündür. Hele bu, insanı gafletten uyandıran bilgi olursa.
Bilgi, uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir denizdir. Onu dileyense, denizlerde dalgıçlık edene benzer.
Bilgi isteyen kişinin ömrü, binlerce yıl olsa dahi yine araştırmaktan vazgeçmez; bir türlü doymaz.
Bilgi, Mü'minin kayıp malıdır; bu sebeple Mü'min kendi yitiğini bilir, anlar.
Bazı âlimler ise, bilgilerin yüz binlerce türünü bilir de kendilerini bilmezler.
Her maddenin özelliğini bilir de, kendi cevherine gelince bir merkebe döner.
Bu doğru, şu yanlış; bunları biliyorsun da kendin eğri misin, doğru musun? (Ona) bir bak!
Bütün bilimlerin özü şudur: “Ben kimim, Mahşer günü ne hale geleceğim?” sorusunu bilebilmek.
Din usûlünü öğrenmişsin, bilmişsin; ama bir de kendi mayana bak, onu tanı!
Senin için, kendini bilmen, tanıman bu ikisinden daha iyidir ey ulu kişi!
Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin.
Bu, kılıcı çivi yerine kullanıp, zafer yerine mağlubiyeti kabul etmek, demektir.
Nice âlimler vardır ki hakiki ilimden, hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bu tür âlim ilim hâfızıdır, ama ilim sevgilisi değil.
Ey emin kişi, bilgide ne kadar ileri gidersen git, onunla gaybı gören gözlerin açılmaz.
Kendine, aşkı ve bakışı öğret! (İşte) bu bilgi, taşa kazılan nakış gibidir.
Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan, Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
Fakat Allah'a lâyıkıyla kulluk edersen bir kitap bile okumadan, yeninden-yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
Bizim öğrendiğimiz bu tatlı bilgiler, bil ki o (ilâhî) gül bahçesinden bir-iki, bilemedin üç demetten ibarettir.
Gül bahçesinin kapısını kendimize kapatmışızdır da, onun için bu iki üç demete tutulup, kalmışız.
Yazıklar olsun ki, böyle bir bahçenin anahtarları ekmek-boğaz yüzünden elimizden düşüp gidiyor.”
Mevlâna'nın ilimle ilgili düşüncelerini kısaca aktardıktan sonra özellikle Mesnevî'sinde yer alan ve günümüz modern bilimleriyle yakından alâkalı olan bazı hususları örnek olmak üzere dile getirmek istiyoruz. Zira yukarıda da değinildiği gibi biz, Mevlâna'yı sadece mutasavvıf bir şair, bir düşünür olarak görmüyor, eserlerindeki bazı ipuçlarından onun aynı zamanda bir bilim adamı olarak da değerlendirilmesini savunuyor ve bu yönünün de dikkate alınması gerektiğini belirtmek istiyoruz.
2. Dünyanın yuvarlak olması, dönmesi ve yer çekimi:
Coopernik (ölm. 1543) ve Galile (ölm. 1642) “dünya yuvarlaktır ve dönüyor” dedikleri zaman İncil'e ters düştükleri için eleştiri aldıkları, özellikle Galile'nin, 13 Şubat 1633'te Roma'da mahkemede yargılandığı esnada zorlamalara dayanamayıp her ne kadar “dünya dönmüyor” demişse de çıkışta ayağını yere vurarak “ama yine de dönüyor” diye bağırması hepimizin mâlumudur. Mevlâna ise 1200'lü yılların ortalarında yazdığı Mesnevî'sinde dünyanın döndüğünü şu beyitleriyle dile getiriyor:
“Dolap gibi dönüp duran gökten kıyas tut. Onun dönmesi nedendir?..
... ey gök, ne vakte dek yerin etrafında dönüp duracaksın?..
... bu gökyüzü de elinde olmaksızın dönüp durmada.”
Mevlâna, aşağıdaki beyitlerinde de bilim adamlarını konuşturarak atmosferi bir yumurtanın beyazına, dünyayı ise bu yumurtanın sarısına benzetmekte, dünyanın uzayda boşlukta durduğuna işaret etmekte, ayrıca mıknatıs ve kehribar örneğini vererek yer çekiminden bahsetmektedir. Yine Newton'un (ölm. 1727) Mevlâna'dan yaklaşık 500 yıl sonra 1687'de yer çekimini keşfettiğinde (!), nasıl bir ilgi uyandırdığı herkesin mâlumudur.
“Tabiata inananlar; gök bir yumurtadır, yeryüzü de onun sarısı diye itikat etmişlerdir.
Birisi 'Bu yeryüzü yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor?
Havaya asılmış kandil gibi ne aşağıya gitmekte ne yukarı çıkmakta' dedi.
O hakim 'Altı cihetten de göğün çekmesi yüzünden hava ortasında kalır.
Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada kalır' diye cevap verdi.
Öteki hakim de 'saf gök, kara toprağı kendisine çekmez..
Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü, kuvvetli yeller ortasında muallakta kalmıştır' dedi.
Yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa hepsi de zerre zerre kehribar gibi kendi cinsini çekmededir.”
3. Atom
Mevlâna aşağıdaki beyitlerinde de bir şeyin en küçük parçası manasına gelen “zerre” kelimesini kullanarak henüz yakın zamanda keşfedilen “atom, hareketi, yapısı ve atomun patlaması”na gönderme yapmaktadır. Burada da Mevlâna'nın zerrenin (atomun) içindeki güneşin (atom çekirdeğinin) “patlaması halinde her tarafın yerle bir olacağına değinmesi” ve bu çekirdeği de “kuzu postuna bürünmüş aslan” olarak nitelemesi son derece ilginçtir. Zira yakın tarihimizde yaşadığımız Hiroşima dersi bunun acı, ama somut bir örneğidir.
“Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede. Şöyle durur gibi görünseler de onların savaşını bir gör!
Şu aleme bakarsan görürsün ki, baştan başa savaştan ibarettir. Zerre zerre ile âdeta dinin kâfirlerle mücadelesi gibi savaşır durur.
(Çünkü) yaratılışın binası zıtlar üstünde kurulmuştur. (...)
Zerre demekle bil ki gizli bir muradım var. Sen denize mahrem değilsin, henüz köpüksün ancak.
Zerre bir cisimden ayrılmış, küçücük bir parçadan başka bir şey değildir. Zerre taksim kabul etmeyen güneş olamaz ki!
Bir güneş bir zerre içinde gizlidir; derken ansızın o zerre ağzını açar,
O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı gökler de zerre zerre olur yerler de.
İşte sana zerrede gizli güneş; işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek aslan.”
Sonuç;
Sunduğumuz bu birkaç örnekten de anlaşılacağı gibi, Mevlâna bilim dünyasının son yüzyıllardaki keşiflerinden çok çok önce bu konularda bilinmeyenleri dile getirmiştir. Tabi ki bu ilim kapısı da yine kendi beyanıyla “ilâhî âlemden gelen gönül vahiyleri” sebebiyle kendisine açılmıştır. Bu arada Mevlâna'nın dinî bilimlerdeki vukufiyeti ve özellikle Kur'an-ı Kerim'i çok iyi bilip yorumlayabilmesi de bu Ümmü'l-Kitap'tan nasıl her yönüyle faydalanılması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Zira;
“Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa yine O bilir. Bir yaprak düşmez ve yerin karanlıklarına bir tane gitmez ki O bilmesin. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, o her şeyi açıklayan Kitap'ta bulunmasın.” (Kur'an, Enam Suresi 59. âyet)
DipnotlarBu konuyla ilgili rastlayabildiğimiz bazı makale ve çalışmalar şunlardan ibarettir: - Dr. Celâleddin B. Çelebi, “Hz. Mevlânâ'nın Eserlerinde İlim”, Hz. Mevlânâ Okyanusundan..., Derleyen: Esin Çelebi Bayru, İl Kültür Müd. Yay., Konya, 2002, s. 45-47; - Eva de Vitray Meyerovitch, Mesnevî Mutlağın Aranışı, çev. Prof.Dr. Mehmet Aydın, Selçuklu Belediyesi Yay., Konya, 1996;- Aynı yazar, “Présence de Mevlâna”, S.Ü. I. Milletlerarası Mevlâna Kongresi-Tebliğler, Konya 1988, s. 27-33;- Feyzi Halıcı, “Mevlâna'dan Galile'ye Çağdaş Bir Gezi”, Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni, Bildiriler, 15-17 Aralık 2000, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2001, s. 565-570; yazarın aynı konuyla ilgili benzer bir yazısı Çağrı Dergisi'nin Şubat 2001 sayısında da yayınlanmıştır;- Doç.Dr. Mehmet Bayraktar, “Semâdaki Sırlar”, Zafer Dergisi, Sayı: 132, Aralık, 1987;- Prof.Dr. Yılmaz Özakpınar, “Mevlâna'nın Modernliği ve Modern Bilim”, S.Ü. II. Milletlerarası Mevlâna Kongresi-Tebliğler, Konya,1990, s. 85-88. Mevlâna, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, I-VI c., MEB. yay., 3. Baskı, İstanbul, 1995, I/2860-2863 Aynı eser, II/2362-2364Aynı eser, IV/1436-1438, 1441, 1443-1445, IV, 3010, I/3447Aynı eser, I/1012, 1017, VI/3878, 3881, 3882, 4507, III/2648, 2649, 2651, 2654-2656, 2989, 2991, 3038, VI/261, 3194, 1931, 1932, 4651-4653 Aynı eser, I/3331, III/1966, 3287Aynı eser, I/2482-2488, VI/2900Aynı eser, VI/38, 36, 50, V/5402, 3401, 4580, 4581, I/2502