Bu gün müze olarak kullanılmakta olan Mevlana Dergahının yeri, Selçuklu Sarayının gül bahçesi iken bahçe, Sultan Alaadin Keykubat tarafından Mevlana'nın babası Sultanü'l Ulema Bahaeddin Veled'e hediye edilmiştir. Sultanü'l Ulema 12 ocak 1231 yılında vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesinde yapılan ilk defindir. Sultan'ül Ulema'nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlana'ya müracaat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlana "Gök Kubbe'den daha iyi türbe mi olur? Diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled mevlana'nın mezarının üstünde türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. "Kubbe-i Hadra" Yeşil Türbe denilen türbe dört fil ayağı (Kalın sutun) üzerine 130.000 Selçuki Dirhemine mimar Tebrizli Bedreddin'e yaptırılmıştır. Bu tarihtensonra inşaat faaliyetleri hiç bitmemiş, 19.y.y. ın sonuna kadar devametmiştir. Mevlevi Dergahı ve türbe 1926 yılında "Konya Asar-ı Atıka Müzesi" adı altında müze olarak hizme başlamıştır 1954 yılında ise müzenin teşhir tanzimi yeniden elden geçilmiş ve müzeni adı "Mevlana Müzesi olarak değiştirilmiştir. Müze alanı bahçesi ile birlikte 65000 m2. İken, yeni istimlak edilerek Gül bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m2. ye ulaşmıştır. Müzenin avlusuna "Dervişan Kapısı" ndan girilir. Avlunun Kuzey ve Batı yönü boyunca Derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, Matbah ve Hürrem Paşa Türbesinden sonra, Üçler Mezarlığına açılan Hamuşun (Susmuşlar) kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa Türbeleri yanında Semâhâne ve Mescit bölümleri ile Mevlana ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır. Avluya Yavuz Sultan Selim'in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı Şadırvan ile Şeb-i Aruz (Düğün Gecesi) havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.
MEVLANA MÜZESİ
Bu gün müze olarak kullanılmakta olan Mevlana Dergahının yeri, Selçuklu Sarayının gül bahçesi iken bahçe, Sultan Alaadin Keykubat tarafından Mevlana'nın babası Sultanü'l Ulema Bahaeddin Veled'e hediye edilmiştir. Sultanü'l Ulema 12 ocak 1231 yılında vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesinde yapılan ilk defindir. Sultan'ül Ulema'nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlana'ya müracaat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlana "Gök Kubbe'den daha iyi türbe mi olur? Diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled mevlana'nın mezarının üstünde türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. "Kubbe-i Hadra" Yeşil Türbe denilen türbe dört fil ayağı (Kalın sutun) üzerine 130.000 Selçuki Dirhemine mimar Tebrizli Bedreddin'e yaptırılmıştır. Bu tarihtensonra inşaat faaliyetleri hiç bitmemiş, 19.y.y. ın sonuna kadar devametmiştir. Mevlevi Dergahı ve türbe 1926 yılında "Konya Asar-ı Atıka Müzesi" adı altında müze olarak hizme başlamıştır 1954 yılında ise müzenin teşhir tanzimi yeniden elden geçilmiş ve müzeni adı "Mevlana Müzesi olarak değiştirilmiştir. Müze alanı bahçesi ile birlikte 65000 m2. İken, yeni istimlak edilerek Gül bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m2. ye ulaşmıştır. Müzenin avlusuna "Dervişan Kapısı" ndan girilir. Avlunun Kuzey ve Batı yönü boyunca Derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, Matbah ve Hürrem Paşa Türbesinden sonra, Üçler Mezarlığına açılan Hamuşun (Susmuşlar) kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa Türbeleri yanında Semâhâne ve Mescit bölümleri ile Mevlana ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır. Avluya Yavuz Sultan Selim'in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı Şadırvan ile Şeb-i Aruz (Düğün Gecesi) havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.
Etiketler: hz. mevlana, kubbe-i hadra, mescit, mevlana dergahı, mevlana müzesi, semahane, şadırvan, şeb-i aruz, yeşil türbe
KONYA'DA KÜLTÜR VE TURİZM
Konya ve çevresi yalniz Anadolu'muzun en eski yerlesim yerlerinden biri oldugu gibi ayni zamanda insanlik tarihi için de çok önemli dökümanlarin ele geçtigi nadir merkezlerden biridir.
Son yillarda yapilan arkeolojik arastirmalarin ortaya koydugu sonuçlara göre insanlarin magaralardan çikip, basit köy tipi yerlesmelerde bir araya gelmesi ve siginmak için kendilerine konutlar yapmalari, bazi hayvanlari evcillestirip, tarima baslamalari dönemide yeni tas çagindan itibaren Konya bölgesi uygarlik tarihinde önemli bir yer isgal etmistir. Bu özelliklere sahip böyle bir bölgenin cografi yer isimlerinin de çok eskilere kadar uzanan bir silsile izlemesi tabiidir. Tarihin akisi içinde tarih öncesinden günümüze kadar çesitli milletlerin kültür, sanat, folklör, gelenek ve görenek gibi özellikleriyle yerlesip kentlestikleri bu bölge günümüzde de bu kültür uygarliklarin izlerini tasimaktadir. Konya yöresinde yerlesen her topluluk kendi kültür ve sanatlarini da buraya tasiyarak kaçinilmaz görevlerini yerine getirmis, yerlerine yeni gelen toplumlara birakarak gitmisler veya yeni toplumun kültür ve uygarligi içinde yeni bir isim olarak yogrulmuslardir. Konya Türk kültür ve uygarliginin Anadolu'da köklesip, yayginlasmasinda en büyük amil olmustur. Çagin en büyük bilginlerinden Bahaddin Veled-oglu, Mevlana Celaleddin, Alaeddin Keykûbat zamaninda Konya'ya yerlesmislerdir. Ayni sekilde Kadi Burhanettin, Kadi Siraceddin Urmemi, Sadrettin Konevi gibi bilgin ve filozoflar ünlü mutasavviflar Konya'ya yerlesmislerdir. Konya ve milli kültürümüze büyük etkisi olan Mevlâna yasayisi, hayat felsefesi ve dünya görüsü ile içinde yasadigi genis çevreye isik tutmustur. Yine Türk kültürüne büyük etkisi olan Yunus Emre'nin de insan sevgisine dayanan felsefesi orta çagin karanlik dünyasina kucak kucak sevgi sunmustur. Türk Ulusunun geleneksel hazir cevapliligini, güldürüleriyle yansitan Nasreddin Hocamizda Türk halk kültürünün temsilcisi olarak milli kültürümüzün üzerinde etkisi olan bir kisidir. Nasreddin Hoca kendi kültürünü yasadigi kendi çevresinden almis, kendi kültürü ile halk kültürünü kaynastirarak yine halka sunmustur. Konya'nin 9 km. batisinda yer alan tarihi Meram baglarinda halen hizmet vermekte olan çay bahçeleri, restorantlar ve dinlenme yerleri yerli ve yabanci turistlerin ihtiyacina cevap vermektedir. Sille, Akyokus, Hatip, Çayirbagi, Bulumiye, Dutlukiri, Apa ve Altinapa barajlari çevresi ile Kizilören mevkileri Konya'nin en güzel mesire ve piknik yerleridir. Beysehir Gölü ve çevresi, Aksehir Gölü ve çevresi,Aksehir- Hidirlik mesire ve dinlenme yeri, Karapinar Meke ve Aci Krater Gölleri, Seydisehir Gölü birer tabiat harikasidir. Beysehir Haci Akif Adasi Magarasi sarkit ve dikitleriyle Damlatasi aratmayacak güzellikte, Derebucak ilçesinde Bolatini, Suluin, Kemikin'i magaralari, Karapinardaki magaralar ve yeralti sehirleri Hadim Aladag Yer Köprü Selalesi, Kadinhani Kestel , Eregli Ivriz tabi güzellikleri Konya ilinin turizm potansiyelinde önem kazanmaktadir. Uluslararasi nitelikte yapilan Mevlâna Anma Törenleri (her yil 10-17 Aralik)'nin yanisira, Asiklar Bayrami, Mahalli Yemek Yarismasi, Nasreddin Hoca Senlikleri, Hadimi Anma ve Bagbozumu Senlikleri, Beysehir Turizm Senlikleri, Sanayi ve Ihraç Ürünleri Fuari ile Valiligimiz, Belediye Baskanligi, Selçuk Üniversitesi, Sanayi Odasi, Ticaret Odasi v.b. kurum ve kuruluslarin düzenledikleri kongreler, seminerler ve paneller gibi sosyal, kültürel ve ilmi aktiviteler ilimizin tanitilmasina ve turizmine önemli katkilarda bulunmaktadir.
Çevre Çekicilikleri Ve Tur Imkanlari
Beysehir Gölü ve çevresi hem tarihi özellikleri hemde tabi güzelligi ile bir turizm merkezi olma niteligindedir. Ilgin'da bulunan sifali kaplicalar alternatif turizmde öne çikmaktadir. Ayrica termal turizm önümüzdeki yillarda yeni yatirimlarla ilimizde çok önem kazanacaktir. Glistra-Iystra ilimize 55 km. mesafede Hristiyanlik için önemli dini ve tarihi yerdir. Hadim- Yerköprü selalesi turizme kazandirilacak tabi bir güzelliktir. Ilimizin Toros daglarinda bulunan ilçeleri, yaylalari, tabiat yürüyüsüne son derece uygun mevkilerdir. Son yillarda ilimizde seyahat acantalarinin sayisi büyük bir hizla artmistir.Inanç turizmi olarak öne çikan turizm türü Konya'da beraberinde hizmette rekabeti de getirmistir. Umre ve Hac Mevsimi disinda bu acentalar iç ve dis turlar düzenlemektedir.
Tarihi Ve Turizm Faaliyetleri Olgusu Içinde Konya
Konya M.Ö 7500'lü yillardan beri insanligin ilk yerlesik hayata geçisinin Çumra-Çatalhöyük kazilari ile ortaya çikarildigi eski bir medeniyet sehridir. Konya sirasiyla Kalkolitik, Tunç çaglari ile Hititler, Frigler, Lidyalilar, Helenistik, Romalilar, Bizanslilar, Selçuklu ve Osmanlilarin hüküm sürdügü ve devirlerine ait bir çok sanat ve kültür miraslari biraktiklari bir tarih, kültür ve sanat merkezidir. Bu eserlerden bazilari; Çumra-Çatalhöyük, Ivriz Kaya kabartmasi, Eflatunpinar, Fasillar, Ilgin-Yalbsurt, Gökyurt, Sille Aya Eleni Kilisesi, Sehir Merkezinde Alaaddin Höyügü'dür.
Etiketler: akşehir gölü, akyokuş, apa barajı, beyşehir gölü, bulumya, çayırbağı, dutlukırı, hatıp, kızılören, konya, seydişehir gölü
YİRMİCİ YÜZ YIL BAŞLARINDA KONYA
M. SABRİ DOĞAN
"Yirminci yüz yıl başlarında Konya 120 mahalle, 8937 hane ve 54.630 nüfustan oluşan kış mevsimlerinde çamur, yaz mevsimlerinde toz deryası kocaman bir köy gibiydi. Rumların mübadeleye tabi tutulmasından sonra bu tarihi şehrin nüfusu 35.000'e kadar düşmüştür.
YOLLAR
Ulu Irmak'tan başlayan şose eski Saman Pazarı'na kadar gelir, buradan başlayan Arnavut kaldırımı Kayıklı Kahve, İstanbul Caddesi'ni izleyerek Numune Fırını önünde biterdi. Buradan tekrar başlayan şose Hacı Hasan başından kıvrılarak Musalla Bağları'nda tamamlanır ve şehri ortadan ikiye bölerdi. Hükümet Meydanı'ndan başlayan dar bir sokak eski Belediye Sarayı'nın önünden Arapoğlu Makası'na kıvrılır, şimdiki Zafer Alanı'ndan geçerek Atatürk Müzesi ve Atatürk Anıtı'ndan İstasyona kıvrılır, iki tarafı ulu çınar ağaçlarıyla süslü düzgün bir şoseden İstasyona ulaşırdı. Köprübaşı'ndan Sedirler'e ve Sokak Başı'na giden cadde ile yine aynı başlangıçtan Şeyhaleman Yöresi'ne, Mevlana Müzesi'nden başlayan Selimiye, Larende Caddeleri İstasyona oradan da Meram'a uzanan cadde ve yollar bakımsız, tozlu, şoselerden oluşurdu. Türbe önü ve Kadılar Sokağı ve Meram aristokrat ailelerin topluca bulundukları semtlerdi. Bir adam övüneceği zaman "Türbe önünde evi, Meram'da bağı var" diye övünürdü. Sırçalı Medrese Caddesi'nin sağ ve solunu teşkil eden mahallelerde Rumlar, Kız Öğretmen Okulu'nun da bulunduğu vali İzzet Bey Caddesi'nin sağında ve solundaki mahallerde Ermeniler otururdu.
MAHALLELER
O sıralarda Konya'da 120 mahalle vardır. Bunlardan bazılarının isimleri şöyledir; Şerafettin, Gökbaş, Aymanas, Şemsi Tebrizi, Kubbeli Mescid, Yermeni, Hacı Eymur, Kösekadı, İçkale, Kalaicelp, Zeyle, Aksinne, Esenli, Lorgoğlu, Abdülaziz, Altınçeşme, Yeni Kapı, Koca, Karayük, İbni Şahin, Akıncık, Asapsinan, Cirkapire, Muhtar, Seyhamet, Henigah, Kemalgarip, Cılakestan, Kocahasan, İhtiyerrettin, Kerpbaşı, Dikendik, Sırçalı, Şeyhsadrettin, Öyle benladı, Tolcu katip, Debbağhane, Ferkuniye, Hacı emir, İç Kale, Şeker Furuş, Şükran, Kürkçü, Hocabey, Topraklık, Hocacihan, Yeni mahalle, Sakahane, Sakip, Sedirler, Kapı Çeşmeci, Persunpaşa, Hanferruhaksinne, Denkes, Heryele, Kamlı, Abdülvehap, Koyunpazarı, Anberreis, Güleşçiler Tekkesi, Medrese, Larende Kapıiçi Aksaray, Ahmet Falik, Mahmutdede, Yediler, Tekkeci Emir, Karagül, Dursunoğlu, Çifte Merdiven, Haydari Hamza, Turşucu, Hoca Habib, Durak Fakih, Atarlar, Affenbeyi, Muhtar, Çeşme Kapısı, Karabaş, Mallamup, Pürçüklü, Şehaleman, Molla Arap, Kalucik, Aymuncuoğlu, Karaaslan, Şemsettin, Sarıyakup, Bezihan, Pir Ahmetoğlu, ibnrişah, Türbe, Alemdar. Bugün bu mahallelerin büyük bir bölümü eski adlarını korumakta bazıları da değişmiş bulunmaktadır.
KENAR MAHALLELER
İnce Minare'den itibaren fuarın sağ ve soluna düşen Yıkık Mahalle ile Nalçacı Caddesi'nin arkasında kalan Persana, Araplar, Sedirler Mahallesi, Tekkeli sokak eski adı carcaran olan şimdiki Doğanlar mahallesi şehirden adeta tecrid edilmişti. Bu mahalle sakinleri de her nedense kendilerinin ayrı bir kentin insanları gibi görürlerdi. Şehir halkıyla içli dışlı bir birleşimleri yoktu. Göçmenlerle mesken olan İhsaniye, Garipler, Muhacir pazarı halkları da şehir halkıyla birleşimi olmayan mahallelerdi.
ALAADDİN BULVARI
Şimdi Alaaddin Bulvarı olan cadde bundan 100 yıl önce arnavud kaldırımlı daracık bir sokaktı. Hükümet konağından itibaren batıya doğru yüründüğünde Kayalı Park'ın bulunduğu yer İplikçi Camii'ne kadar medreselerle dolu idi. İplikçi Camii'nin bitişiğinde iki katlı ahşap bir bina vardı. Alt bölümü Merkez Kıraathanesi üst bölümü Merkez oteli idi. Buradan itibaren Belediye Sarayı'na kadar olan bölümünde de yine medreseler vardı. Yine Hükümet Konağı'ndan itibaren Şerafettin Camii'nin kıblesi önü mezarlık, mezarlığın bitişiğinden sonra yine medreseler ve eski sanat mektebi, yine bir medrese, Hayat Apartmanı'nın bulunduğu yerde yine bir medrese, bundan sonra eski Marif Evleri gelirdi. Gazi Mustafa Paşa İlk Okulu'nun bulunduğu yerlerde bir medrese vardı. Bu cadde, Belediye Sarayı'nın bulunduğu noktaya geldiği zaman yol ikiye ayrılır; biri sağa eski Kız öğretmen Lisesi şimdiki rektörlük binası yanından uzar, diğer yol Arapoğlu Makası'na giderdi. Alaaddin etekleri saray kalıntısının bulunduğu yerden itibaren eski Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu ile Belediye Sarayı'nın önlerine kadar yayılırdı. Eski II. Ordu Komutanlığı'nın önünden gelen cadde Zafer Alanı'na kadar yine Alaaddin Tepesi'nin eteklerini oluştururdu. Buraları bir takım ahşap evler ile dolu idi. Şimdiki Ordu Evi'nin bulunduğu yerde de bir kilise vardı. O evlerle birlikte bu kilise de yıktırılmıştır. Bu caddenin açılıp düzenlenmesi çok uzun yıllar almıştır.
ALAADDİN TEPESİ
1925'lerde Alaaddin tepesi yer, yer çukurlarla dolu toz toprak içinde kupkuru bir tepeydi. Evlendirme ve düğün salonunun bulunduğu alan Ordu Evi'ne kadar dümdüz bir alandı ve zamanın gençleri burada futbol oynardı. Alaaddin Cami de bakımsız kendi haline terkedilmiş bir durumdaydı. Yakılıp yıkılan Belediye Sineması şimdi büyük değişikliklere uğramış olan Ordu Evi binaları sonradan yapılmış ve bundan sonra ağaçlandırılmıştır. Alaaddin Tepesi 30 yıl içinde pek çok değişikliklere uğramış, eski belediye reislerinden rahmetli Muhlis Korner Hoca'nın bu tepeye çok emeği geçmiştir. Her belediye başkanlığına getirilişinde tepeye yeni bir şeyler eklemiş ve burasını imar etmeye gayret sarf etmiştir ki, tepesinin çevre duvarları da onun zamanında yapılmıştır. Yine eski belediye başkanlarından Rüştü Özal zamanında ağaçlandırmış yukarıdaki havuzda onun zamanında yapılmıştır. Alaaddin Tepesi layık olduğu ilgiyi Yılmaz Kulluk'tan görmüştür.
ZAFER MEYDANI
Kazım Karabekir Caddesi, eski Doğum Evi'nden itibaren sağlı sollu harabeydi. Beyhekim Mahallesi'nin bulunduğu yere "Zindan Kale" derlerdi ki derin, derin çukurlarla doluydu ve köpeklerin uluduğu bir yerdi. Devrim İlkokulu ile şimdiki Mareşal Mustafa Kemal İlk Öğretim Okulu'nun bulundukları yerlerse bu Zindan Kale'nin en ıssız yerleriydi. Şato Form'un bulunduğu üçgende kireç ocağı vardı. Şato Form'un karşısındaki karayollarına ait bahçenin bitişiğindeki sokağın sol köşesinde bir çeşme vardı. Anıta doğru giden geniş cadde, Gazi Lisesi'nin Bahçesi'nden daha çukurdu. Karayolları Bahçesi'nin bulunduğu yerle Şeyh Sadrettin Konevi'nin Camii ve Türbesi'nin arkası Askeri Hava Hastanesi'nin bulunduğu yere kadar mezarlıktı. Konevi Camii ve Türbesi'nin karşısındaki sokak sağlı sollu bir mahalle teşkil eder bu mahalleye "Şeyh Evi" derlerdi. Issız,kervan geçmez, konak konmaz yerleri buralar.
ESKİ FUAR ALANI
Şimdiki Fuar'ın bulunduğu yerde Konya'nın ünlü bahçesi Dede Bahçesi vardı. Yaz mevsimlerinde bu şehrin tek yeşil gezinti yeriydi. Özellikle hafta tatili günlerinde burası çok kalabalık olurdu. Genci, yaşlısı buraya gelir ve tatilini burada geçirirdi. Pek alımlı bir görünüşü yoktu. Dede Bahçesi'ne gidiş şöyle olurdu; İnce Minare'nin sağındaki sokaktan doğruca yürür, sağa sola kıvrılarak daracık başka sokaklardan geçilerek, bir çıkmaz sokağın tam ortasına kurulmuş olan iki kanatlı büyük bir kapıdan yüz metrelik bir soşeye girilirdi. İşte Dede Bahçesi burası idi. Dede Bahçesi'nde yerini hala koruyan havuzun etrafı sonradan düzenlenerek pist haline getirilmiş ve burası zaman, zaman sünnet ve evlenme düğünlerinin şahitliğini yapmıştır. Eski giriş kapısından havuza kadar uzayan şosenin bitimde kayalı bir fıskiye ile bu fıskiyeye bitişik yapılan yüksek bir kameriye vardı ki yapılışları daha da önceleridir. Daha sonraları bu kameriye yıkılmıştır.
ANIT ALANI VE İSTASYON
Zafer Alanı'nda başlayan yol Atatürk Müzesi eski Gazi Lisesi'ni izleyerek Anıt'a kıvrılır ve İstasyona ulaşırdı. Yine eski İl Kitaplık Binası'nın önündeki park geniş yeşil idi. Kameriyeli güzel bir bahçe idi. Adına Millet Bahçesi denilirdi ki burası hep kapalıydı. Bayramlarda seyranlarda halka açık bulundurulurdu. Muhteşem bir kapısı da vardı. Sonraları bu bahçe bozulup küçültülmüş şimdiki haline getirilmiştir. Kapısı da İmam Hatip Okulu'na monte edilmiştir. Anıt'tan itibaren başlayan İstasyon Caddesi ise adı bir şose almasına rağmen bir başka havası bir başka güzelliği vardı. Sağlı sollu ikişer sıra yetiştirilmiş ulu, ulu çınar ağaçları caddenin ortasına güneş düşürmez rahmetli belediye başkanlarından Dr. Muhsin Faik Dündar'ın Belediye başkanlığı sıralarında düzenlenip çiçeklenen kaldırımlarda dolaşmak, o ulu çınarların kokusunu duymak insana büyük bir huzur verirdi. Bu güzelim ulu çınarlar 1956 yılında dipten budanıp güya cadde genişletilmiştir. Halbuki o yıllarda caddeye çınarlara dokunmadan ikinci bir cadde eklemek ve caddeyi güzel ve geniş bir bulvar haline getirmek pekte mümkün idi. 1935'lere kadar Konya Tren İstasyonu şehrin "teferrüş" yani gezinti yeri idi. Özellikle tatil günlerinde posta treninin geldiği saatlerde, garda iç bölümü genç kızlar ve erkeklerle yolcu karşılayan ve yolcu uğurlayanlarla dolar taşardı.
ÇARŞI
Şehrin çarşısı Kayıklı kahve'den başlar-şimdiki yeni pazarın kuzeyindeki üçgen boşlukta altları dükkan üstleri kahve olan bir bina vardı, bu binaya Kayıklı Kahve denirdi.-Numune fırını'nın önünde tamamlanırdı. Attarlar Çarşısı Tevfikiye Caddesi'nin sağ ve solu, eski Odun Pazarı civarı kunduracılar sitesi, dülgerler sitesi ve Türbe Caddesi Konya Çarşısı'nın tümünü teşkil ederdi. Türbe Caddesi Konya'nın Beyoğlu idi. Dükkanları çoğu boş idi. Aziziye Camisi'nin doğusundaki yerde belediyenin "ihtisap "denilen bir pazarı vardı. Burada köylüsü ve yerli üreticinin ürettiği her türlü yiyecek maddesi satılırdı.
MEZARLIKLAR
Öğretmen Evleri'nden başlayarak Söylemez Konağı'na kadar olan Eski Sanat Enstitüsü, Meram Anadolu Lisesi, eski Ticaret lisesi ve Pazar yerini de içine alan geniş saha "Yüksek Mezarlıktı". Sahip Ata Camii ile Söylemez Konağı civarında bulunan alan iri bir çukurdu. Güney bölümünde belediyenin mezbahası vardı. Hayvan kanları yağmur sularıyla kesişerek bu çukurda toplandığı için de adına "Kanlı Göl" denilirdi. Necati Bey İlkokulu'nun bulunduğu yerle, eski Ticaret Borsası'nın bulunduğu ada, Eski Buğday Pazarı'nın batısına düşen ve hale kadar olan adalar, Büyük Eczane'den Boncuk Camii'ne kadar olan bölüm Hakimiyet-i Milliye İlkokulu'nun bulunduğu yerle, okulun kuzeyine düşen eski belediye dükkanlarının bulunduğu yer, eski garaj, Pazar yeri, Şeraffettin Camii'nin batısındaki parkla güneyindeki yeşil alan ve Şems Parkı tamamen mezarlıktı. Şimdiki Üçler, Şeyhaleman, Yediler, Araplar, Musalla, Hacı Fettah, Uluırmak Mezarlıkları ise o zamanlarda da vardı. Bu mezarlıklar hep Müslüman mezarlıkları idi.
BELEDİYE
100 yıl önceki Belediyenin gözle görülebilen iki hizmeti vardır. Birisi Tanzifat yani temizlik işleri, diğeri Belediye zabıtası idi. Zabıtanın 10 kişilik bir kadrosu vardı. Ancak bu 10 kişilik kadro ile belediye üzerine düşen işi görevi yapardı. Halkın memurlara büyük bir saygısı vardı. O günkü zabıta kadrosundaki memurlardan bazıları şunlar idi: Kavaklı Ahmet Ağa, Alişan Ağa, Abdurrahman Efendi daha sonraları bu kadroya geçmiş olan deli Refik ile Parmaksız Şükrü Efendi. Tanzifat yani temizlik işleri pek ilkeldi. İki tekerlekli üstleri sözde kapalı at arabalarıyla şehrin çöpleri toplanırdı. Yaz mevsimlerinde ortasına bir varil oturtulmuş yine iki tekerlekli at arabalarıyla çarşılar sulanırdı. Bir işçi arabanın atını çeker, başka bir işçide arkaya doğru meyillice oturtulmuş bulunan varile bağlı bir süzgeci olanca hızıyla sağa sola sallar süzgeçten akan sular sokakları caddeleri sulardı. O yıllarda kışlar kışlığın gereğini, yazlarda yazlıkların gereğini yerine getirirlerdi. Başka bir deyimle kışlar bol yağışlı ve soğuk, yazlarda çok sıcak geçerdi. Havalar ayakları çıplak kolları sıvalı tanzifat işçisinin arabalı varilinde su tükendiği zaman sulamaya başladığı nokta çoktan kurumuş olurdu. Ama yinede bir serinlik sezilirdi. İlk arasöz gelip de o arnavut kaldırımdaki hayvan gübreleriyle tozu toprağı o zamanın kaldırım kenarlarına iterek uzun mesafeleri sulaması önceleri şehir halkının şaşkınlığına sebep olmuştu. Şerafettin Camii'nin kuzeyindeki Darulhuffaz yapısının arkasına düşen yer Tanzifat Müdürlüğü idi. İtfaiye burada bulunurdu. İtfaiye ve temizlik işçileri ve hayvanları burada barınırdı. Ahır kokusu ta gerilerden insanın burun direğini kırardı. Yangınlar eski usul tulumbalarla söndürülmeye çalışılırdı. Yangın söndürme cihazları ilk arasöz 1928'lerden sonra Konya'ya geldi.
İHTİSAP ÖNÜ
Birde İhtisab vardı ki bu pazarı Belediye gözetlerdi. İhtisab'a çokça köylü vatandaşların getirdikleri tulum peynirler; teneke, teneke pekmezler; kazan, kazan sade yağlar; çuval, çuval kuru üzümler, nohutlar, kuru fasulyeler; çuval, çuval dolusu bulgurlar ve diğer gıda maddelerinin satışları yapılırdı. Alıcılar alacakları maddenin sıkı bir pazarlığına girişler; in aşağı, çık yukarı ortalama bir fiyat üzerinde anlaşırlardı. Bundan sonra hemen aralarda dolaşmakta olan belediye kantarcısına "baş" vererek satışı yapılan malın tartısını isterlerdi. Bir elinde kantarı, bir elinde sırığı alan belediye kantarcısı kantar sırığını alım satım yapanların eline tutuşturur, onlarda sırığı iki uçlarından omuzlarına alır; kantar çengeli bu sırığın ortasına getirilir, yine kantarın diğer iki sivri çengeli de tartılacak olan çuvalın yanlarına saplanarak kantarla birlikte kaldırılır ve böylece satılan mal tartılırdı. Tartı işi bittikten sonra kantarcı malın cinsini fiyatını, ağırlığını ve para tutarını matbu bir pusulaya yazar belediye resmini de keserek tutarı tahsil ederdi.
ŞEHİR İMAR PLANLARI
Mehmet Muhlis Korner 1919-1923 yıllarında Belediye başkanı olduğu sıralarda Iskarta adlı bir İtalyan mimar mühendise bir şehir imar planı yaptırmış ve bu plan 53 pafta halinde aydınger kağıt üzerine çini mürekkebi ile çizilmiştir. Eski Millet Bahçesi ile eski İstasyon Caddesi ve Karaman Caddesi bu plana göre düzenlenmiştir. 1945 yılında Mehmet Muhlis Korner tekrar belediye başkanı seçildiği zaman bir şehir imar planı yaptırılması söz konusu olmuş ve bu planı hatırlayarak onu buldurmuştur. Başkanlık ve o zaman ileri gelen belediyecileri tarafından incelenen bu plan saklanmak üzere özel olarak yaptırılan bir dolapta saklanmıştır. Belediye başkanı sayın Yılmaz Kulluk zamanında bu plan bir çok kere aranmışsa da maalesef bulunamamıştır. İkinci imar planı 816 hektarlık bir alanı kapsayan 17 paftadan oluşmuştur. 1946 yılında yürürlüğe giren bu plan yüksek mühendis Asım Kömürcü tarafından yapılmış ve 1954 yılına kadar uygulanmıştır. 3. plan 912 hektarlık bir alanı kapsamış ve 19 paftadan oluşmuştur. 1954 de yürürlüğe girmiş ve 1960 yılına kadar uygulanmıştır ki müellifleri yüksek mimar Ferzan ve Leyla Baydar'lardır. 4. Plan ise Baydar'ların planının İmar ve İskan Bakanlığı tarafından bir revizyona tabi tutulmasından ibarettir ki bu planda 1966 yılına kadar uygulanmıştır. 5. imar planı olarak İller Bankası aracılığıyla ve müsabaka sonucu yüksek mimar Yavuz Taşçı ve Haluk Berksan tarafından yapılmış ve 1966 yılında uygulamaya geçmiştir. Daha sonra uygulanman plan ise 9.500 hektarlık bir alanı kapsamakta bu alan bitişik alan ile 20.000 hektarı bulmaktadır.
FAYTONLAR
Eski dönemin tek binek arabası olan fayton arabası bakımlı ve görkemli vasıtalardı. Bir çift süslü kuşamlı küheylan gibi atların çektikleri bu gıcır, gıcır arabalara binmek bir zevkti. Faytonlar iki çeşit olurlardı. Birisi körük arabaları diğeri kupa arabalarıydı ki bunlar kapalı olurlardı. İçleri kadife döşemeli kapılarıyla birlikte, basamakları da açılıp kapanan kupalar zamanın en lüks ve en pahalı vasıtalarıydı. Genellikle baba evinden koca evine giden gelinler bu kupa arabalarına bindirilirdi. Yabancı gözlerden uzak tutulurdu. Gençliğin tatil günlerinde en belli başlı eğlencesini sinemaya gitmek veya özellikle yaz mevsimlerinde bir arabaya binip şehir etrafında tur atmak teşkil ederdi. Bir kaç arkadaş bir körük arabası kiralar, hükümet alanından İstasyon, İsmail Paşa Değirmeni'ni takiben İhsaniye, Devlet Hastanesi önünden yine Hükümet Alanı'na dönerdi ki bu geziler içinde sadece 25 kuruş ödenirdi.
NAKLİYAT
Eskiden nakliyat develerle yapılırdı. Bir adamın zenginliği Konya söyleyişiyle "Gater, gater develeri var" diye anlatılırdı. Bu nedenle şehrin iç bölümlerinde bile bu işle uğraşanların geniş develikleri vardı. Deve sahipleri develerinin burada barındırır; burada yedirir, içirirdi. Yabancı yerlerden gelen deve kervanları ise Eski Saman Pazarı'ndaki geniş alanda konaklardı.
EĞLENCE YERLERİ
Yirminci yüzyılın başlarında Konya'nın eğlence yerleri pek sınırlı idi. İlk sinema Sanat Mektebi'nin bahçesindeki bir salonda açılmıştı ki burası şimdi Karatay Lisesi ile Merkez Bankası'nın arasında kalan yerdir. Bu sinemayı Sanat Mektebi yönetiyordu. Bundan sonra belediye Alaaddin Tepesi'nin kuzey eteklerinde çok güzel bir sinema binası yaptırmıştı. Bu sinema sesli ve sessiz filim dönemlerinde uzun yıllar Konyalının eğlenme ve öğrenme ihtiyacını karşılamıştır. Sinema binası geniş bir salon, 2 katlı 24 loca içeriyordu. Sinemanın seçkin bir seyircisi vardı. O dönemin film konuları pek seçmeydi. Bu sinema daha sonra yakılarak yıkılmıştır. Belediye sinemasından sonra bir aralar Ordu Evi Sineması da çalışmış ise de ordunun ticaret yapamayacağı gerekçesiyle bu sinema halka kapanmıştı. Bundan sonrada Yeni Sinema faaliyete geçmiştir. Yeni Sinemadan sonra da Şahin, Ferah, Saray, Zafer, Rüya, Park, Büyük Sinemaları faaliyete geçmiştir. Ayrıca bir hayli de yazlık sinema vardı. Konya'nın ilk sinemaları bunlardır.
İLK ELEKTRİK
Elektrik Konya'ya ilk defa 1927 yılında gelmiştir. Daha önceleri geceleri gaz lambalarının soluk ışıkları altında geçiren Konyalılar, uygarlığın ana direklerinden biri olan elektriğe kavuştukları zaman bunu büyük bir lüks sanmışlar, birbirinden göre, göre ve birer, birer evlerine alınarak sadece aydınlatma işinde yararlanmışlardır. Sonraları elektrik sanayide de kullanılmaya başlanmış ve 2. dünya savaşı yıllarında ve büyük ölçüde elektrik sıkıntısı çekilmiştir. Dere'deki elektrik santrali belediyenin de hissedarı olduğu bir şirket tarafından kurulmuş ve bir Macar şirketine ihale olmuştur. Yaşlı Konyalıların anlattığına göre Dere Hidroelektrik Santralının yapımı sırasında genç bir Macar mühendis arnavud kaldırımlı yada toprak sokaklara ağaç elektrik direkleri dikmek üzere görevlendirilmişti. Bu mühendis Türkçe bilmiyordu. Direk dikme işlerinde çalışan amelelere bağırıp, çağırır ve müstehzi bakışı fırlatır, küçük görürdü. Bu anektod da şu anlama gelmektedir ki o zamanlarda belirli aralıklarla elektrik direği dikecek adamımız bile yoktu. Dere Santralı kurulup işletmeye açıldıktan çok kısa bir süre sonra okuma yazma bile bilmeyen elektrik uzman veya teknisyenleri yetişmiş ve santral Konya'nın yerli teknisyenleri eliyle işletmiştir. Bilindiği gibi Dere Santrali zamanla yetersiz kalmış, Eski Meram Yolu üzerinde bulunan motorla çalışan bir fabrika daha kurulmuştur. Zamanla bu da yetersiz kalmış Göksu Elektrik Santrali kurulmuştur. Konya'nın elektriği T.E.K. kuruluşuna bağlanıncaya kadar sıkıntılı günler geçirmiştir.
SİLLE'NİN EFSANELERE KONU OLAN EFLATUN MANASTIRI
M. SABRİ DOĞAN
Sille'deki kaya kiliseleri ile aynen Kapadokya'da olduğu gibi bir gurup teşkil etmektedir. Bu kilise manzumesinden en önemlisi ise Eflatun Manastırı veya Ak Manastır diye de bilinen Hagios Khariton Manastırı'dır. Bu manastır gerek Hıristiyan alemi, gerekse İslam alemi ve özellikle Mevlevilik için önem arz etmektedir. Ayrıca bu manastırı konu edinen ve Mevlevileri ilgilendiren iki önemli efsane günümüze kadar gelebilmiş ve Konya'yı ilgilendiren efsaneler arasında yerini kuvvetle almıştır. Ak Manastır olarak da bilinen Eflatun manastırından ilk bahseden Danimarkalı Carsten Niebuhr (1733-1815) dur. 1766 yılı Aralık ayında ziyaret ettiği bu manastırı şöyle tasvir etmektedir; "Konya yakınında bir mağarada hala meskun ve kilisesi ile muhtelif hücreleri kayadan oyulmuş bir Rum Manastırı'na rastlanır." Geçen yüzyılın başlarında buradan bahseden diğer bir şahıs ise, bir müddet Konya Metropoliti olan ve 1813-1819 yılları arasında İstanbul Patrikliği makamını işgal eden 4. Kyrillos (1750-1821) dur. Viyana'da yayınladığı Orta Anadolu haritasında Ak Manastır'ı gösterdiği gibi, 3 yıl sonra basılan Konya ve civarı hakkındaki kitabında bu manastır hakkında etraflı bilgi verir. Kyrillos bu manastırı şu surette anlatır; "Sylata (Sille) civarındaki bazı tepeler arasındaki bir yamaçta, Sylata'nın bir saat doğusunda, Konya'nın bir saat batısında etrafını çeviren beyaz taşlı dağlardan dolayı Türkçe'de Ak Manastır olarak adlandırılan Hagios Khariton Manastırı vardır ki, burası Hagios Khariton tarafından kurulmuştur...Manastır geniş ve mağara gibi kayaya oyulmuş olup bütün hücreler ve şapelleri de aynı şekildedir. Kilisenin kapısı güneydedir. Dışarıda toprak seviyesinin altında kutsal kuyu bulunur. Khariton bu suyu bir mucize neticesi kayadan fışkırtmıştır. Manastırın önünde bağlar, bahçeler vardır." Aynı şekilde Kapadokya'ya dair bir kitap yazmış olan N. S Rizos ve gene Ak Manastır'dan bahseden J. R. S. Streett de bu konu ile meşgul olmuş ve birer kitap yayınlamışlardır. Bundan sonra Batı aleminde Ak manastır kompleksi artık devamlı merak uyandırmış ve birbiri arkasından bu manastır manzumesi hakkında yayınlar yapılmıştır. M. Levidis Kapadokya'daki kaya manastırlarına dair kitabında buradan bahsettiği gibi W. M. Ramsay buranın kısa bir tasvirini yaparak, Türkler tarafından da saygı gören bu manastırın o sıralarda metruk fakat binaların henüz sağlam olduğu, ayrıca kompleksin içinde küçük bir de cami bulunduğunu bildirir. Hıristiyan devri arkeolojisi bakımından Anadolu'yu vaktiyle en iyi tanıyanlardan olan Ramsay, ertesi yıl basılan diğer kitabında burası hakkında daha etraflı bilgi verir. Ramsay manastırdan şu satırlarla bahseder; "Bu manastır şehrin 5 mil kadar Kuzey-Batısında ve St. Philip (Takkeli Dağ) dağının hemen dibinde kayalık dar bir vadi içindedir...St Chariton Manastırı vadinin kuzey tarafındaki dik uçurumun altında olup Müslümanlarca kutsal tanınmaktadır. Ortasında bir mescit bulunmaktadır. Mevlevi dervişlerinin başı olan Çelebi Efendi, her yıl buraya zeytinyağı vakfeder. Türklerin bu saygısını bildiren efsanenin en iyi versiyonunuza göre ilk çelebi efendilerden birinin veya doğrudan doğruya tarikatın kurucusu Mevlana'nın kendi oğlu bu uçurumdan düşerken, aziz Khariton tarafından kurtarılmıştır. Aziz Khariton hakikatten yaşamış bir şahsiyettir. Fakat onun hakkında günümüze kadar gelebilen bilgiler tamamen efsaneleşmiş bir haldedir. Bunlarda elde edilebilen müspet bilgiler Konya'da doğmuş olduğu ve Kudüs yakınında şöhretli bir manastır kurduğudur. Bir iddiaya göre Iulianus devrinde ( M.S 363/5 ) ölmüştür." Hıristiyan takviminde 28 Eylül günü kutlanan Hagios Khariton aslen Konyalı olup bu şahıs III. Ve IV. Yüzyıllarda yaşamıştır. Ayrıca Konya'dan ayrılarak Filistin'de Betlehem dışında dağlık, çorak bir yerde bir su bularak bunun başında bir manastır kurmuş kendisi de orada gömülmüştür. Filistin'in İslamlaşması üzerine buradan Anadolu'ya hicret eden keşişler Konya yakınındaki bu manastırı kurmuş olmalıdır. Yani anlaşılacağı üzere manastır Konyalı aziz Khariton hatırasına yapılmıştır. Khariton'nun burada bir mucize göstererek ortaya çıkışı, Mevlana'nın hatta sonraki Çelebilerden birinin oğlunu kurtarmak suretiyle olduğu iddia edildiğine göre bu manastırın Kharito'nun hatırasına bağlanması Mevlana (1207-1273) nın yaşadığı yıllardan daha geriye indirilemez. Ak Manastır F. W. Hasluck ( 1878-1920 ) tarafından da incelenmiş ve buradaki müşahedeleri makale halinde yayınladıktan sonra ölümümden sonra basılan büyük kitabında pek az ilave ile tekrarlanmıştır. Hasluck Ramsay'ı tamamlayan bazı bilgiler vermekle beraber, manastırın açık bir tasvirini yapmamış, daha fazla, manastırın Türk folklorundaki yeri üzerinde durmuştur. Verdiği bilgiler şöyledir; "Konya'nın 1 saat kadar Kuzey istikametinde kayalık bir boğaz içinde Hagios Khariton Rum Manastırı bulunmaktadır. Manastır 3 tarafından duvarlar ile sınırlanmış 4. tarafında ise dik bir yar vardır. Bu sahanın içinde tamamen veya kısmen kayaya oyulmuş 3 kilise bulunmaktadır. Bunların yanında yapısı bu kiliselere benzemeyen bir de mescit vardır. Bu küçük cami basit ve mütevazı kaya içine oyulmuş sade bir mihraba sahip dikdörtgen biçimli bir namaz yerinden ibarettir. Manastıra bakan Hıristiyanlar buradaki mevcudiyetini bir efsane ile izah ederler.; "Mevlana'nın oğlu manastırın üstündeki yardan düşerken, esrarengiz bir ihtiyar tarafından bir zarar görmeksizin yere indirilmiştir. Sonraları kilisedeki bir resim vasıtasıyla bu ihtiyar, Hagios Khariton olarak teşhis olunmuştur. Bu mucize, hala Mevlana'nın halefleri tarafından her yıl gönderilen zeytinyağı ile kutlanmış olup, ayrıca, kendisi yılda bir geceyi buradaki mescitte ibadet ile geçirmiştir. O devirlerde ilginçtir ki Ak Manastır aynı zamanda Havari Paulus'un Mağarası olarak da seyahat rehberlerine geçmiş bulunuyordu. Nitekim Meyers Reisebücher'de burası hakkında şunları yazmıştır. ; "Başlangıçta kuzeye sonra Kuzey-Batıya doğru ovadan çıplak tepe sinsilesine doğru gidildiğinde bir saatte Aziz Paulus'un Manastırına erişilir. Bu mağaralardan bir tanesi Mevlevi dervişlerinin başı olan Mevlana'ya mahsus bir ibadet yerdir. Bir av esnasında burada uçurumdan düşen Mevlana'nın oğlunun hatırası için Mevlana burada yılda bir defa ibadet eder. Baedeker rehberi olarak adlandırılan bir risale ise Ak manastır yine nedense Paulus Mağarası olarak adlandırılır ve şöyle denilmektedir.; "Konya'dan Kuzey batı istikametinde ovadan iki sivri tepenin-Sağdakinin tepesinde bir kale harabesi vardır-taşıdığı çıplak dağ dizilerine doğru ilerlendiğinde bir saatte- yolun son kısmı yaya olarak-Aziz Paulus Manastırına varılır." Konya ve çevresi hakkında son yıllarda basılan kitaplarda bu manastırdan bahsedildiği görülür. M. Mesut Koman Ak Manastırı kısa bir not halinde tasvir etmiştir. İ .H. Konyalı ise Ak Manastıra dair uzun uzadıya izahat vermekte ve buraya ait 4 de resim yayınlamaktadır. Üstünde Kevele (Gevele) Kalesi'nin bulunduğu Takkeli Dağın eteğinde bir dere yatağı içinde olduğunu söylediği bu manastırı Eflatun Manastırı olarak adlandıran yazar, Türk folklorundaki yerine işaret ettikten sonra Çelebilerin burasını ziyaret ettiklerini manastır içindeki mescitte Selçuklular zamanında vakıflar bırakıldığını kaydetmektedir. Diğer taraftan Türk geleneği buraya Deyr-i Eflatun yani Platon'nun Manastırı adını da yakıştırmıştır. Konya ve çevresinin Türk folklorunda Yunan Felsefecisi Platon Eflatun'nun özel bir yeri vardır. Nitekim evvelce Konya'da şehrin ortasındaki höyük üzerinde bulunan ve Konya baş pisikopozlarından Hagios Amphilokios'un adına olduğu bilinen kilise de Eflatun Kilisesi daha doğrusu rasatgah olarak tanınmıştı. Konya yakınındaki bir su başındaki Hitit kabartmalarıyla süslü bir abide de Eflatun Pınarı adıyla şöhret bulmuştur. Bu manastırın suyunu temin eden fakat aynı zamanda içinde Mevlana'nın 7 gün, 7 gece kalması ile İslam mistisizmine girmiş bulunan kutsal bir su haznesi olan bir ayazması vardır. Eflaki'de bu hadise şu surette anlatılmıştır; "Deyr-i Eflatun (Eflatun Manastırı) nın baş papazı, bütün papaz ileri gelenlerinden yaşlı ve engin bilgili bir adamdı. İstanbul, Frenk Sis, Canik daha başka vilayetlerden kendi dinlerinin ilimlerini öğrenmek için ona gelir, ondan din ahkamını öğrenirlerdi. İşte bu başpapaz hikaye etti ki; Mevlana bir gün bir dağın eteğinde bulunan bu Deyr-i Eflatun'a gelmişti. Soğuk su çıkan mağaranın dibine kadar gitti. Ben de mağaranın dışında durmuş ne olacak diye bakıyordum. Mevlana 7 gün, 7 gece o soğuk su içinde oturdu. Ondan sonra kendisinden geçmiş bir halde dışarı çıkıp yola koyuldu. Gerçekten onun mübarek vücudunda hiçbir değişiklik olmamıştı"Ayrıca Eflaki Mevlana'nın torunun Ulu Arif Çelebi ( öl.1320) ile alakalı olarak bu manastır hakkında şu hikayeyi nakleder. "Arkadaşların hakikati bilenlerinden nakledilmiştir ki; Deyr,i Eflatun Manastırında bir çok fenleri bilen yaşlı hakim bir rahip vardı.Arkadaşlar gezmek için oraya her geldiklerinde bu rahip onlara türlü hizmetlerde bulunur, ve çok itikat gösterirdi. Çelebi Arifi de çok severdi. Bir gün arkadaşlar; Sen, Mevlana'yı nasıl gördün, nasıl bildin ?" diyerek ondan bu itikadının sebebini sorarlar. Rahip dedi ki; Siz onun kim olduğunu ne biliyorsunuz ? Ben ondan hadsiz kerametle, pek çok mucizeler görmüş ve onun candan bir kulu olmuşum. Gerçi peygamberlerin hayatlarını İncil'de ve onların kitaplarında okumuştum. Hepsini onun mübarek zatında müşahede ettim. Ve onun hakikatine iman getirmişim. Yine bir gün burayı şereflendirmişti. Kırk güne yakın bir hücrede halvet etti. Halvetten çıktığı vakit onun mübarek eteğini tuttum ve; "Yüce Tanrı Kuran'da "...sonra onlardan Cehenneme girmeye layık olanları biz daha iyi biliriz" buyurmuştur. Mademki hepsinin gidişi ateş olacak, o halde İslam dininin bizim dinden üstünlüğü nedir ? ve bu nasıl olacak ?" dedim. Mevlana hiçbir şey söylemedi. Bir an sonra işaret edip şehre doğru yola koyuldu. Ben de o ulu kişinin arkasından yavaş, yavaş gidiyordum. Mevlana birden bire şehrin kenarında bulunan bir fırına girdi. Fırıncılar fırını kızdırmışlardı. Benim siyah, ince ipek elbisemi aldı ve kendi feracesine sarıp fırına attı. Başını öne eğerek bir müddet bir köşede oturdu. Büyük bir duman çıktığını gördüm. Kimsede söz söylemek mecali yoktu. Ondan sonra Mevlana; "Bak ! diye buyurdu. Fırıncının mübarek feraceyi dışarı çıkarıp Mevlana hazretlerine giydirdiğini gördüm. Ferace tertemiz olmuştu. Benim ipek elbisem ise tamamen yanmıştı. Mevlana biz böyle gireriz. Siz de böyle girersiniz" buyurdu. Bunun üzerine derhal baş koyup mürit oldum." Sonuç olarak Kapadokya kaya kiliseleri serisi benzerleri Konya Ovası'nda da görülmektedir. Bunlardan Karaman-Taşkale'ye giderken yol üzerinde bulunan Manazan Mağarası ve Papazın Bağı adı ile anılan kaya kiliseleri ve daha da önemlisi Sille'de bulunan kaya kiliseleri gurubu bu hususu doğrulamaktadır. Sille gurubunun diğer örnekleri Sille içinde bulunmaktadır. Buradaki dini merkezin esasının ilk ne zaman kurulduğu şimdiki halde tespite imkan yoktur. Fakat kayadan oyulma mekanlar ve en önemlisi olan bu kilise Kapadokya'daki benzerleri gibi 9. yüzyıldan sonralarına ait olması kuvvetle muhtemeldir.
MİLLİ MÜCADELE GÜNLERİNDE VE CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KONYA SİNEMALARI
M. SABRİ DOĞANMilli Mücadele günlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Konya'nın sosyal hayatında hiçte küçümsenmeyecek hizmetler yapan Sanayi Mektebi Sineması Sanat Okulu'nda idi ve Belediye Sineması gibi o da yok olmuştur. Konya Sanayi Mektebi Sineması Konya'da ilk sinema olarak bilinir. Balkan Harbi sırasında 1911-1912 yıllarında inşa edilmiş olup, Sanayi Mektebi bandosu çalışması için yapılmıştı. Sinema olarak 1913 yılında halk hizmetine girmiştir. Sinema ilk gösterildiğinde perdede bir kara tren seyircilere doğru geliyormuş; bunu gören kadın seyircilerden bazıları bayılmışlar, bazıları ise korkup kaçmışlar. Sinemayı işletenler bu kargaşayı önlemek için filmi yarıda kesmiş ve halka aydınlatıcı bilgiler vermek zorunda kalmışlardır. Bugünkü Özel İdare Binası'nın kuzey-batı köşesinde ve binaya 5-6 metre uzaklıkta idi. Marangoz atölyesi idi. Bugünkü girişin 50 metre batısında bilet kulübesi vardı. Bilet alınır sonra sinemaya girilirdi. 15-20 basamak merdivenle çıktıktan sonra salona girilirdi. Sinemanın balkonu da vardı. Salon loştu. Tavan yüksekliği 6-7 metre, 15-20 metre boyu, genişliği ise 7 metreyi geçmezdi. Sinema oynayacak mı perde iner, tiyatro oynayacak mı perde kalkardı. Salonun ortasında, biraz geride makine dairesi vardı. Salonun arkasında, geride 20 şer kişi alacak şekilde mevkiler vardı. Önde erkekler arkada kadınlar otururdu. Binanın yerden sinema salonu zeminine kadar Sille taşından örülmüştü. Yukarısı çatıya kadar kerpiçti. Tahta panjurlu 5-6 pencere çift kanatlı idiler. Çat Marsilya Kiremit'i ile örtülü idi. Sinema haftada 1 gün Pazar akşamları tatil ederdi. Haftanın 1 gününde de kadınlara oynatılırdı. Bunun dışında her akşam sinema vardı. Sinema afişlerinin yazısını makinist Ziya Bey yazardı ki, bu şahıs Yeni Sinemada da makinistlik yapmıştır. Ziya Bey'in film oynatmak ve afiş yazmaktan başka bir işi daha vardı. Düz cam üzerine filmin kısım, kısım özetini Fransızca İngilizce, Almanca, hangi dilde ise bilenlere tercüme ettirir, çini mürekkeple yazardı. Filim oynarken sıra bu camlara geldi mi film durdurulur. Bu camlardaki yazılar halka gösterilirdi. Halk da filimden bir şeyler anlamaya çalışırdı. Sinemada girişte kontrol vardı. Mevki denilen bölüm pahalı, fakat rağbette olan yer normal olan bölmeydi. Hemen, hemen yatsı zamanından sonra başlar, gece saat 22-23'e kadar sürerdi. Film başlamadan önce makine dairesinden ince sesli bir zille 3 defa işaret verilirdi. Üçüncü zilin sonunda elektrikler söner, film başlardı. Sinemanın elektriğinin şehir cereyanı ile ilgisi yoktu. Benzinle çalışan bir motordan elde edilirdi. Motor ayrı bir yerde binanın arka bölmesinde monte edilmişti. Film 1.5 saat kadar oynadı mı, hemen perdeye üzeri yazılmış camlarda biri uzanırdı ve üzerinde "10 dakika istirahat, lütfen biletlerinizi kontrole hazırlayın" yazısı yazardı. Gezici büfe bir taraftan aralarda dolaşır, bir taraftan da 3-4 koldan bilet kontrolü yapılırdı. Biletsiz girenler sille tokat dışarı atılırdı. Yazar Selçuk Es bu konuda başından geçen bir olayı şöyle anlatır "Hiç unutmam biletim olduğu halde kontrol esnasında bulamadım. İri kıyım okul hademelerinden biri beni kolumdan tutup dışarı çıkardı. Sahanlıkta enseme bir tokat attı, kendimi 1. bölmenin merdiven basamağında buldum. Burada bekleyen diğer bir adamın elinden dayak yemeden kurtuldum, hala şaşarım" Bayanlar matinesine salona bilet almadan girilirdi. Selçuk Es bayan matinesindeki bilet kontrolü konusunda duyduklarını şöyle anlatır: "Konya'da senelerce biçki dikiş yurdu işleten Terzi Emine hanım 65-70 yaşlarında dinç ve çevik hareketlerle işini yapardı. Önce hanımlara şöyle seslenirdi; Hanımlar herkes parasını hazırlasın bilet keseceğim. Sinema ondan sonra başlayacak Kimse yerinden kalmasın, kalkan olursa vallahi kolundan tutar, dışarı atarım. Emine hanım 10 ve 15 kuruşluk iki bilet keserdi. Bilet işi bitince makinistte;--"Ziya oğlum" diye seslenirdi. "Biletleri kestim sinemaya başla". Makinistte başlardı"Sanayi Mektebi sineması sessizdi. Sesli, sözlü, şarkılı filimler Cumhuriyet'ten çok sonra Konya'ya geldi. İlk oynatıldığı yer de yanan belediye sineması idi. Sanayi Mektebi Sineması sessizdi ama motorla işleyen makinenin gürültüsünü 7 mahalle öte duyabilirdi. Üstelik binanın her tarafı tahta olduğu içinde gürültü zangırtı yapardı. Cumhuriyetin ilk günlerinde yaylı el vantilatörleri yeni moda olmuştu. Ekseri bayanların ellerinde, üzerinde ayrıca ayna olan kutulu el vantilatörleri bulunurdu. Bunların sesi de ayrı bir alemdi ve sinema salonu makinesi el yelpazelerinin arasında tam bir çarcuna haline gelirdi. Sonradan birkaç defa çevrilen Halide Edip'in Ateşten Gömlek Filmi de bu sinemada gösterilmişti. İstiklal Savaşına ait bu film Konya'da o sıralarda iyi iş yapan filmlerdendi. Selçuk Es bu film ile ilgili bir anısını şöyle anlatmaktadır: "Konya Sultanisi'nde-Yeni Lise adını almıştı-yatılı idim. Sınıfta bulunan 27 kişi aramızda para toplayarak bir gece "Ateşten Gömlek Filmine" gittik. Film üzerimizde o derecede milli bir etki yapmıştı ki, hafta sonu okulda milli kıyafetlerimizi de giyerek filimin bazı sahnelerini sözde temsil ederdik. Üst sınıftaki ağabeylerimiz de bizleri zevkle seyrederdi. Şehre gelen tiyatrolar Sanayi Mektebi Sinemasında gösterilerini yaparlardı. Bir defasında Konyalı gençlerin kurduğu Gökalp gurubu Halit Fahri Ozansoy'un Baykuş Piyesini oynamıştı. Hasan Tahsin Pehlivan adı ile anılan 55-60 yaşlarındaki bir adam da yine Sanayi Mektebi Sinemasında kılıç, bıçak oyunları ile meddahlık yapmıştı. Okulların gösteri yeri de Sanayi Mektebi Sineması idi. Bina 1926-1927 yılları arasında yıkıldı. 1956 yılında yanan Belediye Sinemasının 1910 yılında okul olarak yapıldığı söylenir. Sonradan nedense bu amaçtan uzaklaşılmış ve sahne ve salon olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1916 yılında bazı tamir ve tadillerle aynı zamanda tiyatro olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yaşlılar Belediye Sinemasını Gökalp Tiyatrosu olarak bilirlerdi. Binanın tamiri ve elektriklenmesi Vali Muammer Bey zamanına rastlar. Milli bir tiyatro kurmak için gösterilen çabalar boşa gitmemiş, ve Ziya Gökalp'in ismi kurulan tiyatroya verilmiştir. Bina Gökalp Tiyatrosu olarak iki seneye yakın bu şehre olağan üstü hizmetler yapmıştır. Yazar Selçuk Es bu konuda şunları anlatmaktadır: "hafızamda iz bırakan bir olayı anlatmak istiyorum. Kurtuluş Savaşımızın en sıkıntılı ve en kritik günleri; Cepheye bir yandan genç insanlar gönderiliyor, bir yandan da kafilelerle yaralı geliyor, hastanelere taşıyordu. Trenler, İstasyon ve şehri bağlıyan yollar günün her saatinde dolu idi. Güneşli ve tozlu yollarda kırık sesli bir kağnının sürüklenir gibi gidişi bile gözlerimizi yaşartmaya yeterdi. İşte böyle günlerden birinde şehirde bir haber yayıldı. Şehit çocuklarının sünnet töreni yapılacaktı. Tarih 2-Temmuz-1921 olarak tespit edilmişti. Sünnetin yapılacağı yer Belediye Sineması idi. Herkes güçü yettiği kadar bir hediye ile ilk sabahtan doldurmuştu. Davetliler 1. kat balkona alındılar. Çocuklar sahnede askeri doktorlar tarafından sünnet ediliyor, sonrada salonda hazırlanan karyolalarına alınıyorlardı. Çocukların korkulu feryatlarına Konyalıların hıçkırık sesleri karışıyor, salon bir ana baba gününü andırıyordu. Salon Milli Mücadele boyunca askeriyenin emrinde idi. Askerimize elbise ve çamaşır hazırlayan dikim bölüğü aşağıda idi. 1. kat kundura dikicilerine aitti. İkinci kat saraçlara, üçüncü kat ise tüfekçi ve kamacı ustalarına ayrılmıştı" 1923 senesinde sonra bina tekrar sinema olarak halkın hizmetine girdi. İlk kiracısı zamanın tatlıcısı merhum Mümin usta idi. Bu sıralarda sık, sık tiyatro kumpanyaları da gelirdi. Bu konuda Selçuk Es şöyle anlatmaktadır: "Ünü İstanbul'a kadar yayılan Komiki Tatar Osman Efendinin programları büyük ilgi görürdü. Komiki Tatar Osman Efendi Kel Hasan gibi makyaj yapar öyle çıkardı sahneye. Komiki Tatar Osman Efendi'yi aradan yıllar geçmesine rağmen unutamadım. Unutamadıkların arasında yine bu kumpanyada Kantocu ünlü Avantiye de vardı" Bina 1925 yılında bir tamir daha gördü ve Belediyenin malı oldu. Bu defada ağazade Zühtü Bey sinemayı kiralamıştı. Zühtü Beyin zamanında sinema altın devrini yaşadı, denilebilir. Zühtü Bey de bina uzun bir süre kaldı. Sonra Ceylani ve Seyfi Beylerin bulunduğu bir ortaklığa devredildi. Belediye Sineması sinema olarak yaşadığı altın devrinde Konya'nın sanat ve kültür hayatında büyük hizmetlerde bulundu. Selçuk Es bu sinemada seyrettiği sessiz filmler hakkında şöyle demektedir; "Sessiz filmlerim hatırlanabilecekleri şunlardı; Masist, Tommiks, Timmakkoy, Türk filmlerinden Bir Millet Uyanıyor, Ankara Postası, Sessiz filmlerin ünlü kadın yıldızları arasında Klara Bov, Bili Dov, bugünün Elizabeht Taylor'u, Marlin Monre'si gibi idiler. Bir millet uyanıyor, Ankara Postası İstiklal Harbini anlatıyorlardı. Almanların ünlü Emil Yanıpıs tarafından çevrilen Şehvet Kurbanını da Muhsin Ertuğrul'la Cahide Sonku da çevirmişlerdi. Türklerin çevirdiği şehvet kurbanını da bu sinemada seyretmiştim" 1926 senesi Eylül ayının birinci Çarşamba günü hava mevsim dolayısıyla sıcak olmakla beraber akşama doğru serinlik çıkmıştı. Konya Belediyesinin Alaaddin Tepesindeki Sinema binası o sene ağa zade merhum Zühtü Beyin icarında çalışmakta idi. Kiracı Zühtü Bey bir haftadan beri İstanbul'da bulunmakta, mevsimin en iyi filmlerinin Konya'ya yollanması için film piyasasını dolaşmakta idi. İstanbul Sinemalarında 1 hafta devamlı gösterilen Deniz Aşıkları isimli film Konya'ya gönderilmiş, 3 günde reklamı yapılmıştı. O gün ilk gösterileceği gece idi. Sinema saat 20 de başlayacaktı, Fakat sinema makinistti Ziya Bey o gün zamanında gelmedi. Ziya bey o zamanlarda Konya'da bulunan 5.kor karargahında askerlik vazifesini ifa etmekteydi. Yazıcı eri olduğundan ve şimdiki gibi yazı makineleri bulunmadığından resmi evrak el ile yazılırdı. O gün de işi çok olduğundan biraz geç gelecek diye saat 1945 geceye kadar beklenildi. Nihayet karargaha telefon edildi. Alınan cevap hiçte hoşa gidecek şekilde değildi. Nöbetçi subayı müsaade etmediğinden gelemeyecekti. Hemen birkaç kişi gidip ricada bulundu, maalesef kabul olunmadı. Kor komutanı Naci Paşa'ya telefon edildi, vazifeli subayın vazifesine müdahale edilemeyeceğinden kendilerinin rahatsız edilmemesini nezaketen bildirdiler. Vali İzzet Bey de o gün ailesi ve çocuklarıyla sinemaya gelmiş, Cumhuriyet locası diye isimlendirilen 1. kat locaların tam ortasındaki locaya oturmuştu. Derhal vaziyet vali beye bildirildi. Rahmetli İzzet Bey de "madem her taraftan cevap aldınız, benim tekrar müracaat etmem iyi bir sonuç vermez, içinizde makineyi işletecek ve sinemayı oynatacak kimse yok mu ?" diye sordu. Belediyenin itfaiye ve sokak elektrik işlerine bakan Silleli İbrahim Bey ile eşraftan bir genç derhal filmi gösterebileceklerini söylediler. Vali bey de onlara hitabeden "gençler şayet kendinize iyice güvenemezseniz bu akşam sinemayı dağıtalım, biletler yarın geceye muteber olsun, halk da dağılsın" dedi. Gençler kendilerine güvendiklerini müsaade edilirse sinemayı gösterebileceklerini söylediler. Vali Bey de "madem güveniyorsunuz buyurun vazifenize başlayın" cevabını vererek locasına döndü. Yazar Selçuk Es o gece yaşanan olayları şöyle anlatmaktadır; "İlk zil çaldı makine dairesine gittim. Kapı önünden içeri baktım makinistler canla başla dikkatlice çalışıyorlar. makineye filmi geçirdiler, şöyle bir makineyi perdeye aksettirmeden işlettiler, her şey muntazam. İkinci zil çaldı. Salonun ikinci kat elektrikleri söndü. Ben de gidip yerime oturdum. Sıra komşumuzun 6-7 yaşlarındaki oğlu bana ağabey dışarıdaki resimlere baktım, deniz altı torpile çarpıyor, o da gösterilecek mi ? Ben de bir şey bilmemekle beraber gönlü olsun diye her şey gösterilecekmiş cevabını verdim. Üçüncü ve son zil çaldı. Salon tavan elektrikleri de sönerek film gösterilmeye başlandı. Program filmden önce muhakkak bir kısımlık manzara ismi altında ilave bir film gösterilirdi. O günde ilave filmin adı 18. yüzyılda yelpaze modası idi. Programa geçildi, filmde şahıslar her şey baş aşağı. Derhal durdurularak on dakika sonra tekrar başladı. Böylelikle 1. ve 2. kısımlar bitti. Ne var, ne yok diye tekrar makine dairesine gittim. Bir de ne göreyim. Aşağı bobin filmi sarmadığından içerisi insanın yarı beline kadar film yığılmış bu sırada vali İzzet Bey de geldi. Ve vaziyeti görerek derhal müdahale etti. Toplanan filmleri orta taraftaki odaya gönderdi. Burada kimsenin dolaşmamasını istedi. Ama tam o sırada nedenini bilemediğim bir şekilde bu film yığını birden ateş aldı. Sanki bir oksijen kaynak makinesinin ağzından fışkıran kırmızı dev gibi alev çıkıyodu. Salonun tavanı derhal filmin dumanı içinde kalmış olup birden elektriklerin yanması ile vaziyet bütün çıplaklığı ile görünüyordu. Salonda panik başlamış, herkes canını kurtarmaya çalışıyordu. Ben de ilk olarak çıkanlardan olup, binanın ön kapısını var kuvvetimle tekmeleyerek açmaya ve kendimi dışarıya atmaya başarılı oldumsa da yukarıdaki makinist İbrahim Beyin su…,su… sesleri üzerine birkaç vatandaşla birlikte yangın tenekelerine koştuk. Aldığım tenekeyi ikinci kata çıkarırken halkın hücumu karşısında yarısı başımdan aşağı inerek yarım teneke ile yetiştim. Aman Allah'ım o ne manzara idi. Makine dairesinin her tarafı saç kaplı olduğu için filmin alevi kapıdan koridora doğru insanı yutarcasına uzuyor, kapı ağzına yanaşmanın imkanı olmuyordu. Tekrar bir teneke almak için aşağı indiğimde Vali İzzet Bey'in gayet soğukkanlılıkla vatandaşlara "telaşa lüzum yok gel delikanlı al şu tenekeyi derhal yukarı götür. Buraya bak evladım sen de hemen yukarı götür" komutları vererek şaşkınlıktan ne yapacağını bilmeyenlere itidalle "yukarı götür" tavsiyesi ile beraber yukarı su yolluyordu. Ben de ikinci tenekeyi üstüm başım sırılsıklam yüklenip çıkarken birisi eteğimden tuttu. Dönüp baktım bir de ne göreyim o panik anında komşumun oğlu "deniz altı torpile çarptı da yangın ondan mı çıktı ?" sorusunu soruyordu ki hakikatten filmde de deniz altı torpil atmak üzere hazırlığa geçilirken yangın başlamıştı. İkinci defa yukarı çıktığımda yangın kısmen sönmüş, gelen sularla tamamen bastırıldığı zamanda itfaiye de yetişerek tamamen tehlike atlatılmıştı. Film başlamadan önce bazı localardan sandalye çalınıp diğer localara taşındığından buna mani olmak üzere birkaç kişinin oturduğu localarda boş kalan sandalyelerin aşırılması dolayısıyla sandalye isteyenlerden fark alınmaması göz önünde tutularak localara bakan görevli müşteriyi içeriye koyduktan sonra üzerlerinden kapıyı kilitlemişti. Panik anında loca kapısını kilitli bulanlar şaşkınlıktan yandaki localara atlıyorlar onların da kilitli bulunması ve bu sefer gelenlere kabalıklaşan locada kımıldamak imkanı bulunmadığından mütemadiyen kapıya vurup açın diye bağırıyorlardı. Kapısı açılan locadan boşalanlar da neden kilitledin diye zavallı hademeyi dövüyorlardı. Diğer bir gülünç olayda 1. kat locadan aşağı atlamak isteyen bir vatandaşın ailesi mani olmak üzere yakalamak istiyor, fakat can korkusundan kendini koyuveriyor aşağı, eşi ancak ceketinin ucunu tutabildiğinden ve locanın kenarına da sıkıca bastırdığından adamcağız asılı kalmıştı. Dışarıda bir belediye zabıta memuru şaşkınlık içinde önüne gelenlere "aman yahu bir kova buluverin de yangına su götürelim" diye çabada iken, diğer bir memur arkadaşı da avucunda kabak çekirdeği hem çitliyor, hem de "vay canına be duman azaldı, yangın sönüyor, halkı geri çevirelim de filmin geri kalan kısmı gösterilsin hiç olmazsa, herkesin heyecanı bastırılmış olur, diye söyleniyordu" Yangın hasarı film, ile makinenin ark aynasından ve ufak, tefek yağlı boya tahribinden ibaret olarak ucuz atlatılmış olup, 4 gün sonra yani 5 Eylül 1926 tarihinde sinema "Esir Melike" filmi ile tekrar halkın hizmetine açıldı. 1931 yılında Belediye Sineması yeni yapılan tamir ve tadille bir de balkona kavuştu. Sanayi Mektebi Sineması makinistti Ziya Bey askerliğini bitirmiş olup, bu defa da Belediye Sinemasında çalışır olmuştu. Belediye Sineması bir yönden sesli filmler oynatırken bir yönden de şehre gelen tiyatro ve sanat guruplarının gösterilerini şehir halkına sunuyordu. O senelerin meşhur operet kumpanyalarından bazıları şunlardı; Aziz İhsan, Kemal Sahir, Anastasya, Muhlis Sebahattin, Celal Sururi ve kardeşi, Bu arada İstanbul dar-ül Bedayi heyeti de birkaç defa gelmişti. Manyetizmacı ve fakir Aziz Ensari merhumun gösterileri günlerce şehirde konuşulur olmuştu. Aziz halkın önünde kafasına çivi çakmış, keskin bir kılıcı midesine kadar indirmişti. Konya'da tutunan sanat toplulukları arasında Kemal Sahir tiyatrosu başta gelirdi. Kemal Sahir olağan üstü bir sanat kabiliyeti ile bazı eserleri çok güzel oynardı. Güzel oynadığı eserlerin başında Reşat Nuri Gültekin'in Taş Parçası, ve yarı operet olan Arşın Malalandı. Kemal Sahir Arşın Malalan da karısı ile oynardı. Şehre gelen tiyatro gurupları arasında şamil isimli ve çok güzel kazaska oynayan bir karı koca vardı. Son senelerin tutulan dansözlerinden Türkan Şamil isimli kız sahneye çıkar numaralar yapardı. Türkan Şamil daha sonraları kitleleri arkasından sürükleyen bir dansöz oldu. Türk tiyatrosuna ve Türk musikisine unutulmaz hizmetlerde bulunan rahmetli Muhlis Sabahattin bilhassa Tarla Kuşu operetiyle Konya'da ün salmıştı. Selçuk Es tiyatro serisi ile ilgili bir anısını şöyle anlatır "İstanbul Dar-ül bedayi sahnesinde gördüğüm Aynaroz kadısı adlı komediyi Konyalıların tuttuğu ve sevdiği Refik Beye anlatmış o da bir gün hazırlandıktan sonra sahneyi koymuştu. Refik Bey baba Saffeti Aynaroz kadısı rolünde, Adalet Taraje Hanım da Afrodit rolünde sahneye çıkardı. Eser Konya'da tutuldu ve sevildi. Adalet Traje Hanım da uzun boylu esmere kaçar, cazibesi olan bir kadındı. Kocası İlhami adlı bir Almandı. Ünlü komik Hayri Gürler de Adalet hanımla sahneyi pek zenginleştirirlerdi. Adalet hanım harpten önce Almanya'ya gitti. Bir Alman filminde rol aldı. Harpten sonra Konya'ya tekrar geri döndü. Daha gençlerin hatırlayacağı Mice Tiyatrosu ve Anjelikte Belediye sinemasında gösteriler yaptı"1932'den sonra Kiracı Zühtü Bey sinemayı bıraktı. 1956 yılında yanıncaya kadar bina bir çok el değiştirdi. Ve bu şehrin sanat ve kültür hayatına hizmet etti.
KONYA'DA HİSBE, İHTİSAP İŞİ VE MUHTESİPLİK "EMR Bİ'L-MA'RUF VE NEHY ANİ'L MÜNKER"
M. SABRİ DOĞAN
"Hz. Peygamber zamanından beri varlığı bilinen hisbe yani ihtisab işi Hz. Ömer'in halifeliği zamanında tam teşkilatlı bir müessese haline gelmiştir. İyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek gayesiyle kurulan müessesenin başında bulunan muhtesib veya diğer adıyla ihtisab emini veya ihtisab ağası gibi isimlerle anılan görevli, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslam'da iyiliklerin emredilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezaret etme, bütün Müslümanların yerine getirmesi gereken müşterek bir vazifedir. Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi bunun da bir gurup Müslüman tarafından ifa edilmesi, diğerlerini de sorumluluktan kurtarmaktaydı. İşte bu sebeple, İslam müesseseleri arasından, bu sorumluluğu yüklenen yeni bir müessese doğdu ki, bu da daha sonraları belediye müessesesi görevini görecek olan "ihtisab"tan başka bir şey değildi. Hisbe kelimesi, "ha-se-be" kökünden gelen bir isimdir. Daha yaygın bir ifade olan "İhtisab" da aynı köktendir. Hisbe kelimesi saymak, zannetmek, haseb sahibi olmak manalarını ifade eder. Günümüzde, vazife ve salahiyetlerini yalnız bir müessesede toplayamayacağımız hisbenin prensiplerinden bir kısmı fıkhi, bir kısmı da halifenin reyinden doğan (idari) hususlardır. Bu bakımdan muhtesib, toplum huzur ve güvenliğinin sağlanmasında önemli derecede rol oynayan bir görevli idi. Muhtesibin vazifesini yaparken takip edeceği ve metot ve başvuracağı çareler işlenen fiile göre hafiften şiddete doğru şöyle sıralanmaktaydı.1. BİLMEK: Meşru yollardan haberdar olmak.2. BİLDİRMEK: Kötülüğün işlenmesinin sebebi bilgisizlik olabilir. Bilmedikleri konular uygun ve münasip bir şekilde anlatılır.3. ÖĞÜT VERMEK: Doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlatmak suretiyle kötü ve haram olanın işlenmemesi gerektiğini anlatmaya çalışmak.4. TEKDİR ETMEK: Kötülüğü işleyen, iyi ve tatlı sözden anlamaz ise bu yola başvurulur.5. EL İLE MÜDAHALE EDİP DÜZELTMEK: Kötülüğe sebep olan maddeleri ortadan kaldırmak için herhangi bir izine muhtaç değildir.6. SOPA İLE TEHDİT: Dövmek veya başka türlü cezalandırmak ile tehdit etmek. Bu safhada dayak atmak yoktur.7. SOPA ATMAK: Yukarıda belirtilen usul ve çareler kötülüğün ortadan kalkması için kafi gelmiyorsa sopa atmak.Konya'yı ilgilendiren "Şadr-i kebir Divan ül-hisbe hakimi ve muhtesipler meliki Necmeddin Ebu Bekir'in Dar'ül-mülk Konya ihtisab işleri başına tayin edildiğine dair menşur" adlı bir vesikada; muhtesibin fiyatların tespitinde, pazarlarda men etme yetkisiyle miska ve dirhemlerin ölçü ve ayarlarını muhafazada tam bir gayret ve itina göstermesi, alış-veriş esnasında maiyetinde bulunan kimselerin satıcı ve müşterilerin durumlarına bakarak adaletsizliğe meydan vermemeleri, esnafın hakkına riayet etmesi ve yeni kaideler konulmasından sakınarak pazarlara emin dellallar koyması kefaletsiz işe müsaade etmemesi, suçlulara suçu nispetinde ceza vermesi ve bütün ihtisab şartlarına riayet etmesi emredilmek suretiyle bu mansıb sahibinin vazifeleri sayıldıktan sonra onun eski muhtesiblerin, ihtisab resmi olarak, tasarruf ettikleri iradı alması ve beratlar gelinceye kadar filan tarihten filan tarihe kadar mukattaa usulüyle deruhte etmesi, bildirilmekte ve emir, naip ve Konya pazarları halkının Necmettin Ebu Bekir'in muhtesip ve pazarların hakimi olarak tanımaları ve tevki-i hümayun'a itimad etmeleri buyurulmaktadır. Nitekim Selçuk Türkiye'sine ait olup "Rusum ur-risail" adlı muhtasar inşa mecmuasındaki bir ihtisab fermanında "te'dib-i ehl fusük vazifesinde muhtesibe ait olarak dercedilmiştir" denilmektedir. II. Gıyasettin Mesud zamanında, 683 senesinde Mehmet bin Mahmut el-Hatip tarafından yazılan "Fustat ul-adale" adlı eserde muhtesiplerin vazife ve vasıflarını zikrederken mescitlerde kıssa-hanlık yapmanın, şiir okumanın caiz olmadığını, kadınların ancak arka safta bulunması icap edeceği, alış-veriş yapılmamasını ve muhtesiblerin bunlara müsaade etmemesini yazar. İran'da Sultan Sencer tarafından verilen bir intisab menşurunda muhtesibin malum vazifeleri sayıldıktan sonra fesad ehlinin cezalandırılması, camilerde ve mezarlıklar civarında içki ve fıskın men edilmesi, zimmileri tezlil eden kıyafetlerine dikkat gösterilmesi, kadınların ilim ve vaaz meclislerinde erkeklerle karışık oturmaması hususları da belirtilmiştir. Nizamül-Mülk her şehir ve kasabaya bir muhtesebin tayin edilmesi gerektiğini ve bunların hemen yukarıda zikredilen, aynı vazifelerini saydıktan sonra, eğer bir yerde intisab işleri nizamını kaybeder, ticaret ve ölçüler murakabesiz kalır, şeriat işleri bozulur ve fısk aşikare vuku bulursa oraya derhal oraya derhal heybetinden halkın ve ileri gelenlerin korkacağı hassa emirlerinden birini göndermesini sultana tavsiye eder. İlhanlılar devrinde intisab işlerine dair menşur ve kayıtlarda hemen aynı mahiyettedir. İntisap işlerinin ehemmiyeti dolayısıyla bu mevzuda müstakil ve mufassal eserlerde yazılmıştır. Vakfiyelerde bazen vakıfın şartlarına riayet edilmesi için halife ve sultandan sonra kadı, amid müfti ve muhtesiblere şiddetli ihtarlarda bulunulur. Yukarıda yazılanların işaret ettiği gibi Türkiye Selçuk Devleti daha ilk zamanlarda bile İslam ve Türk teşkilatı esaslarına göre kurulurken intisab işleri de tanzim edilmiştir. II. Kılınç Arslan zamanında Konya'da Sultana mensup Konyalı Fahrettin Yunus bin Hasan isminde dükkan sahibi bir muhtesib ile Malatyalı Ebu Bekir bin Hasan isminde diğer bir muhtesibin mevcudiyeti kayda şayandır. Karatay'ın vakfiyesinde ordu muhtesibi (Muhtesib ul-asakir) olarak adı geçen Ebu Said bin İlyas namında bir kimsenin mevcudiyeti bu memuriyet ve vazifenin askeri teşkilat içerisinde de bulunduğunu meydana koymak bakımından ehemmiyetlidir. Muhtesiblere diğer devlet memurları gibi maişet tasis edilmeyip, bu menşurun da ifade ettiği üzere, esnaf ve pazarlarda muayyen bir ihtisap resmi veriliyordu.Osmanlı İmparatorluğu devrinde her şehir ve kasabada beldenin temizlik işleri ve esnafın kontrolüne mahallin kadısı hükmederdi. Tabiatıyla da Konya'da da bu şekilde idi. 1826 yılında İhtisab Nezaretinin kurulmasıyla bu görevler şehirlerde İhtisab Ağalarına verilmiştir. Konya'nın ilk İhtisab Ağası Konyalı aşık Şemi olup bu makam oğlunun askerlik meselesi için huzura çıktığında zamanın padişahı tarafından lütuf ve irade olunduğu rivayeti yaygındır. 1846 yılında vilayet teşkilatlarıyla belediyeler kurulmuş olup, İhtisab Ağalıkları lağvedilmiştir.Her ne kadar Tazimat'la birlikte belediye diye bir kurum kurulmuşsa da, bu kurumlar yeni kurulan valiliklere bağlı ve hatta onun memuru durumundaydılar ve vali belediye reislerinin yapması gereken bütün işlere müdahale edebiliyordu. Ayrıca yeni kurulan valilik ve belediye reisliği kurumları, her ne kadar batılı tarz da kurulmuş olsalar bile eskiden gelen kadı ve muhtesip işbirliğinin sürdürüyorlar ve İslam'ın erken devirlerinden gelen hisbe kavramını muhafaza ederken; kadı ve muhtesebin görev ve salahiyetlerine sahip çıkıyorlardı. Buna örnek olarak 1848 senesinde Konya'da Kel Hasan Paşa isminde Tokatlı bir valinin uygulamalarıydı. Konya'ya geldiği zaman derebeyi geçinenler ile mütegalibelere şiddetle davranarak otoritesini kurmuş, hepsini sindirmiştir. Bir gün çarşıda dolaşırken bakkal çürük kavunları dükkanın önüne koymuş, satacak; derhal adamı dükkanın önüne çağırarak bütün kavunları başında parçalamıştır. Diğer bir gün fırıncıları teftiş ederken, Hacı Kadir isminde bir fırın sahibinin hamur ekmek çıkardığını görmesi üzerine derhal fırından çıkan sıcak hamur ekmeği adamın ağzına tıkmak suretiyle cezalandırmıştır. Mahkemede yalan yere şahitlik yapan bir adamı da yakalatarak yüzüne çivit sürdürmüş ve eşeğe ters bindirip, sokak aralarında dolaştırarak yalan yere şahitlik yapmanın cezası diye halka teşhir ettirmiştir. Aynı şekilde başka komik sayılabilecek bir örnek de belediye reislerinin de hisbe yani muhtesebin görev ve salahiyetlerini devam ettirttiğini görürüz. Yine Konya Belediye reislerinden Hacı Ali Efendi zamanında çarşı esnafından Kapancı dede namı ile maruf 60 yaşlarında bir kimse varmış, Herkes tarafından sevilir ve sayılırmış. Fakat dedenin pis bir huyu da fazla küfürbaz olup kim olursa olsun bir kızdı mı ana, avrat sövmeye başlarmış, Dedenin bu halinden müşteki olan birkaç esnaf ile belediye zabıta memurları reis Hacı Ali Efendiye şikayette bulunmuşlar. Hacı Ali Efendi'nin canı sıkılmış "çağırın şu adamı" diye emir vermiş. Az sonra başında çember dolalı yağlı bir fes, kollar dirseklere kadar sıvalı, belindeki kuşakta bakımsızlıktan kurumuş silahlık, kirli bir mintan, ve yamalı bir şalvar, şalvarın iki püsküllü ucu önünde sallanır, ayakları çıplak ve takunyalı halde reisin karşısında arz-ı endam eden dedeyi reis görünce sert bir sesle "-Gel bakalım dede. Sen küfür etmeye utanmıyor musun ?Ayıp değil mi ? Herkesin anasına avradına sövüyor musun ?" deyince. Dede hemen şu cevabı yapıştırmış. "-Vallahi yalan reis bey, billahi yalan. Ben kimsenin anasına avradına sövmem, sonra bunu hangi anasını, avradını ... söylemişse b... yemiş" demesiyle reis bey verecek cevabı bulamamıştır.Yine Hacı Ali efendinin Belediye Reisliği zamanı, kebapçılardan biri etli ekmeği iyice pişirmeden hamur hale fırından çıkartmıştır, vaziyet belediye reisine şikayet edilince hemen zabıta memuru gönderilerek hamurlu pide ile fırıncı reisin karşısına dikilmiş, ve reis fırıncıya; "--Ye ulan şu hamur pideyi bakalım" diye emir verir. Adamcağız bir lokma koparıp, ağzında geveleyip bir türlü yutamayınca, duruma iyice kızan Hacı Ali Efendi;"--Ülen alçak sen el alemi devemi sandın da hamur yutturmaya kalktın. Öyle yiyemezsen böyle ye teres" diye bütün etli pideleri yüzüne başına çarpmak suretiyle temiz bir dayak atmıştır. Başka bir örnek ise olarak belediye görevlerinden olan aydınlatma ilgilidir; geceleri yatsı vaktinden sonra sokakta bulunmak veya evinden sokağa çıkmak eskiden zabıta ve belediyecilik açısından yasak edilen bir işti. Fevkalade mecburiyet karşısında çıkmak isteyenler içinde mum yakılan bir feneri taşımak ve bu surette gideceği sokağı fert kendisi aydınlatmak mecburiyetinde idi. Petrolün, hava gazının elektriğin olmadığı zamanlarda aydınlatmanın budan başka türlüsü olamazdı. Bu devirde en çok sözü edilen zabıta vakaları biri de herhangi bir adamın geceleri fenersiz gezdiği görülerek karakola götürülmesi ve karakolda ceza olarak sabaha kadar külhanlarda angarya ve temizlik işlerinde çalıştırılmasıydı. Sabahleyin erkenden külhandan kirlenen pis kıyafetiyle evine gitmek üzere sokağa salıverilir ve böylece halka teşhir edilirdi. Halk sokağa böyle erkenden pis bir kıyafetle kimi görürse onun o gece külhanda gecelediğini anlardı. Dilimizdeki "külhanbeyi" tabiri de bu teşhir suretiyle cezalandırma devrinin yadigarıdır.
KONYA'DA ESKİDEN KALMA GİZLİ BİR MAHZEN
M. SABRİ DOĞAN
"1942 yılında Demirci Hacı Osmanlar adında bir şahıs, o günkü At Pazarı Caddesi üzerindeki dükkanını inşa ettirmek maksadıyla 3 metre derinlikte temel açmakta iken, çalışan amelelerden biri savurduğu kazma darbesi ile birlikte oracıkta meydana çıkıveren bir boşluğa düşer. Etraftan yetişenler uzatılan bir urganla adamı dışarı çıkarıp içerisinin ne olduğunu sorarlar, adam da gördüklerini anlatır. Meraklılardan demirci ustası Mehmet Bayburt, manifatura tüccarı Niyazi Yeşil kaya içeri inerler ve burada 1.5 metre eninde, 2 metre boyunda her tarafı Horasan sıva ile sıvanmış kemerli bir yolun uzanıp gittiğini görürler. 15-20 metre gittikten sonra bakıyorlar ki içerisi çok soğuk ve ilerisinin havasız olma ihtimali karşısında mecburen geri dönerler. Açılan menfez kapatılarak inşaat yapılır. Konya kültürünün önemli şahsiyetlerinden Araştırmacı-yazar rahmetli Selçuk Es bu konu ile ilgilenir ve bazı notlar tutar. Bu gün Koyunoğlu Müzesi arşivinde bulunan bu notlarda bakın Selçuk Es'in olay hakkındaki tespitleri nasıldır ? "Birkaç ay evvel bu konu üzerinde Mehmet Bayburt ile tekrar konuştum, evvelce dediğini aynen tekrarladığı gibi buranın evvelce bir lağım yolu olması ihtimali var dedi. Nereden bildiğini sordum, zeminde bir hayli üzüm çekirdeği döküntüsü olduğunu ilave etti. Hacı şevket Yiyenlere sorduğumda lağım olduğunu pek zannetmediğini iç veya dış kalenin üçler kabristanına doğru açılan bir gizli yolu olası ihtimalini söyledi" diye Selçuk Es'in notları devam eder. Ayrıca bu konuda bir de anı anlatır ve şöyle devam eder "…Halen 84 yaşında bulunan ihtiyar bir teyze ile üç gün evvel bir mecliste otururken söz bu konuya gelince kadıncağız bize şunu söyledi: -Ben de bilmiyorum fakat ninelerimden duyardım. Konya'da giriş kapısı At Pazarı civarında başlayıp, Aslanlı Kışla civarında son bulan eskiden kalma gizli bir yol olduğunu söylerlerdi. Artık burasının neresi olduğunu bilemem dedi", Selçuk Es ayrıca burası ne olabileceği hakkında da bazı yorumlarda bulunur ve devam eder; "Bulunan bu koridorun iç veya dış kalenin kışla cihetine gizli bir yolun olması ihtimali göz önünde bulundurularak açtırılması ve burayı bir kanalizasyon olarak kullanmak ihtimali olacağı gibi; kanalizasyona elverişli değilse sivil savunma için sığınak olarak muhafazası gerekmektedir" der ve devam eder "1868 miladi tarihinde vuku bulan meşhur çarşı yangınından sonra zamanın belediye reisi ve ilk 1293 Meclisi Mebus anın Konya Mebusu Hacı Fasıh ( Mümtazkoru'nun dedesi) efendi tarafından kale duvarı bakiyesi taşları ile çarşı ve hükümet meydanından başlamak üzere; Aziziye Camisinin önünü takiben Türbe Meydanına getirilmiş olan kanalizasyon, buradan bugünkü Kızılay binasının önünden geçerek halen mevcut bulunan hacı Fasıh evinin altından-halen Saadet Ekmek Fabrikası karşısındaki büyük ev- celal sokağı başına çıkar buraya kadar olan kanal 1 metre genişlikte ve kemer ortasından tabana kadar olan yükseklik 1.5 metre kadar olup, bu yükseklikte maalesef kum, çamur ve sair ile iyice dolduğundan ancak 30-40 cm bir irtifa kalmıştır. Celal sokağından kışla caddesi ağzına kadar olan kısım oldukça bir araba geceçek kadar geniş olup, buralarda tıkanıklığa hiç tesadüf edilmemektedir"Burasının ne olabileceği konusunda yerel basında çok değişik görüşler ortaya çıkar. Bazı kimseler buranın kaleyle bağlantısı olan gizli bir yol, bazılarının ise Osmanlı devrinde yapılmış ilk kanalizasyon şebekesi olduğuna dair söylentiler vardır. Selçuk Es'in bu konudaki notlarını ilk okuduğum zaman bu mahzenin İslam öncesi dönemlere ait bir sarnıç olabileceği düşüncesi bende hakim olmuştur. Çünkü Konya Bizans döneminde İslam akınlarına karşı kurulan Anadolu Ordusunun merkeziydi ve bu devirlerde dahi gelişmiş bir su iletim ve su boşaltım sistemine sahipti. Bu görüşümüzü değiştiren 1952 senesine ait, Yeni Konya gazetesinde Şahap Akalın adlı bir araştırmacının "Konya Valisi Ahmet Tevfik Paşa" isimli yazısını oldu. Bu yazıda anlatılan bir tarihi vesikada Konya Vilayet Konağı'nın yenilenmesi ve gerekli lüzumlu evrakların korunabilmesi için bir mahzen yapılması konusunda padişahtan izin istenmektedir. Bu yazı şöyledir; "Yine bu sene recebinde vali ve diğer zevatın imzaları tahtında dahiliye nezaretine arz edilen bir mazbata ile Hükümet Konağının tamiri ile bir mahzenin inşası istenmekte idi. Bu vesikadan öğrendiğimize göre Hükümet konağının dört tarafı alelade duvarlarla çevrili olması, binanın çürük ve yangın tehlikesine maruz bulunması gibi sebepler yüzünden lüzumlu evrak defter ve meblağların hıfzı mümkün olamayacağı için kagir bir mahzenin yapılması iktiza etmekte idi. Tevfik Paşa mahzenin inşasına dair asabı mücibeyi izah ettikten sonra Konya baş mühendisi binbaşı Ahmet Efendi vasıtasıyla 52,270 kuruşa keşfini yaptıracağını, musattah bir krokisinin dahi gönderdiğini ve inşaatında lazım olacak taşların eski kaleden temin edileceğini zikretmektedir. Kısa bir zamanda bab-ı Ali^'de bir irade çıkarttırarak binanın inşasına karar vermiş ve mühendis Ahmet efendiyi bu işe memur etmiştir. Üç-beş cümle ile hülasa ediverdiğimiz bu vesikanın mealinden anlaşıldığına göre kaledeki taşların bir kısmı o zaman bina inşaatında kullanılmak üzere sarf edilmiş bulunmaktadır"1868 miladi tarihinde tüm çarşıyı hükümet konağı ile Aziziye ve Kapı Camileri ile birlikte yakıp, yıkan o büyük yangının ertesinde, zamanın Konya valisi Tevfik Paşa zamanında şehirde bir imar komisyonu kurulmuştur. Vilayet Nafia müdürü gayri Müslim bir mühendis olup, ona çarşının planı ızgara planında-Hipodomos planı- çizimleri yaptırılarak, yangından iki sene sonra tamamen ve yeni baştan yaptırılmıştır. Yapılan iş o kadar başarılı olmuştur ki, günümüzün bazı araştırmacıları ızgara planına bakarak çarşı planının İslam Öncesi devirlerden kalma olduğunu dahi iddia etmişlerdir. Yangından sonra iki yıl içerisinde muhtemelen kısmi bir tamirle hala kullanılmakta olan hükümet Konağı ile birlikte gerekli evrakın korunabileceği bir mahzenin de yapımı bitirilmiştir. Bu mahzenin Aslanlı Kışlaya kadar uzanmakta olduğu iddiaları, bu mahzenin 1868 yılından sonra yapıldığı konusundaki tespitleri güçlendirmektedir Çünkü Aslanlı Kışlanın da inşası 1803-1805 yıllarında Konya'da valilik yapan Kadı Abdurrahman Paşa zamanında yaptırılmış olup, 1820-1821 yıllarında valilik yapan Kuvvet Hüseyin Paşa zamanında tamir edilmiştir. Aynı şekilde başarılı bir çalışmayla eski kale taşları kullanılarak 1881-1883 yıllarında Konya'da valilik yapan Müşir Mehmet Sait Paşa zamanında hükümet binasını yaptırılmıştır. .
Etiketler: aslanlı kışla, aziziye, hükümet konağı, kapı camii, koyunoğlu müzesi, m. sabri doğan
İDEALİNİ VE İDDİASINI GERÇEKLEŞTİREN BİR ADAM; AYDIN ÇAVUŞ (AYDIN AYDINÖZ)
M. SABRİ, DOĞAN
Koyunoğlu Müzesi, Müze Araştırmacısı, Konya-20041312 Yılında Bosna Hersek'in Taşlıca şehrinde dünyaya geldi. Babası toprak sahibi olduğu için ziraat tahsili için kendisini Avusturya Gratz Ziraat okuluna gönderdi. Kardeşinin de öldürüldüğü Sırp katliamı başlayınca Bosna'ya döndü. Direniş teşkilatına katıldı. Üç yıl sonra Yunan Krallığına iltica etti. Sırbistan Krallığı tarafından gıyaben idama mahkum edilmişti. Makedonya anlaşmazlığı nedeniyle Sırbistan Krallığına iade edilmedi. 1925 yılında Türkiye'ye geldi. İstanbul'da iskan yeri gösterildi. Elinde maddi imkanlarla baba mesleğini devam ettirmek için verimli toprakları olan Adana'ya gitti. Toprakları beğendi ama can güvenliğini yeterli görmedi. İstanbul'a dönmeye karar verdi. Konya'da Rumelili hemşerisini ziyaret etmek istedi. İkinci Orduda görevli bir paşayı ziyareti sırasında zamanın Konya Belediye başkanı ile tanıştı. Mübadelede park ve bahçelere bakan Kosta Bey'in görevi teklif edildi. Fakat memurluk düşünmediği gerekçesiyle kabul etmedi. Geçici bir süre için görev teklif edildi. Bu süre içinde Park ve Bahçeler için insan yetiştirecekti. Bir yıl sonra Konya'dan ayrılmak istedi. Vali o zamanın kendisine verilen yetkiyi kullanarak Konya'dan ayrılmasına izin vermedi. Ayrılma konusunda birkaç istemi de yerine getirilmedi. 1931 yılında evlendi. 12-Aralık-1969 yılında ve vefatına kadar tam 44 yıl Konya'ya hizmet etti. Vefat ettiği zaman görevi devam ediyordu. Kendi deyişiyle "her ağaç, her çiçek onun bir evlattı". "Selçuklu Pay-i Tahtına ne yapılsa azdı" Konya'yı böyle sevdi. Aydın Çavuş'un Belediyeye girişi Kazım Gürel'in belediye başkanlığı zamanına rastlar. 1923 senesi sonbaharında Konya Belediyesi emrinde çalıştırılmak üzere verilen Yunan askeri esirleri henüz memleketine dönmüşlerdi. İşte bunların içerisinde çok kıymetli ve pratik yetişmiş bahçıvanlar vardı. Mardros Usta, Vasil Usta, Kosti Çavuş gibi belediyenin yaptırdığı tek örnek mavi iş gömleğiyle şehirde dolaşırlar şehrin temizlik ve sulama işlerini yaparlardı. Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra bunlar gidince yerlerine Belediye yerli halktan işçi aldı. Bu sıralarda İstanbul'a göçmen olarak gelmiş bulunan Aydın Çavuş da arkadaşları Muharrem Ağa, Yusuf Ağa, Hamdi Karda ile Konya'ya geldiler ve belediyeye müracaatla iş isterler. Belediyenin o zaman ki bahçeler müdürü Ziraatçı Mehmet Bey bunlara iş verir. Aydın Çavuş'un canı yürekten çalışmasına Mehmet Bey hayran olur. Hepsine de Konya'da daimi iş verilmek üzere kalmalarını teklif eder. Bunlar da kabul ederek Aydın Çavuşla Hamdi Karı Belediye bahçıvanlığına, Yusuf ile Muharrem Ağalarda vilayet odacılığına alınarak senelerce buralarda çalışırlar ve emekli olurlar. Aydın Çavuş'un Dede Bahçesi'nde çalıştığı bir gün belediye reisi Kazım Gürel'in oğlu Selçuk Es'in şahit olduğu bir olay vardır. Selçuk Es olayı şöyle anlatır; "Dede Bahçesi'nden Rahmetli annem bir çiçek beğeniyor, eve gelince bana haydi git Aydın Çavuştan gördüğüm Bey Beğendi çiçeğinin tohumu varsa biraz versin al getir dedi. Bende doğruca Dede Bahçesi'ne gittim. Aydın Çavuş'u buldum ve ona safça bir şekilde Aydın Ağabey babamın beğendiği çiçeğin tohumu varsa annem rica etti biraz vereceksiniz dedim. Aydın Çavuş evvela bir şey anlamadı ve şaşaladı sonra mırıldanır gibi cevap verdi. Bey efendi hangi çiçeği beğendi şimdi bilemeyeceğim. Akşamları buraya kontrole gelir kendisine sorarım beğendiği çiçeği ve tohumu varsa yarın gelir alır gidersin dedi. Tabii ben de bunu aynen annem rahmetliye anlatınca güldü, oğlum babanın beğendiği değil, çiçeğin adı Bey Beğendi'dir. Dedi" Konya'da 30 yıla yakın park, bahçe ve özellikle 1953 yılında Meram Tavus baba'da çıplak tepelerin ağaçlandırılması ideali ve iddiası idi. Yurt içinden ve yurt dışından bir çok uzman bu düşünceyi uygulanır bulmuyorlardı. İdealini ve iddiasını gerçekleştirmenin mutluluğunu tattı. Konya'ya hizmet etmek kendisi için vazgeçilmez bir yaşam tarzı idi. 13-12-1969 yılı Şeker Bayramı günü geçirdiği kalp kriziyle gözlerini fani dünyaya ebediyen kapadı. Aynı gün öğle namazından sonra cenazesi kaldırılarak Musalla Kabristanı'na defnedildi. Mezar Taşında; Aydın Çavuş, Belediye Baş Bahçıvanı Ruhuna Fatiha 13-12-1969 yazılıdır.
Etiketler: aydın çavuş, konya
DÜNDEN BUGÜNE KONYA'NIN DEMİRYOLU GEÇİTLERİ
M. SABRİ DOĞAN
"Konya Cumhuriyet'tin ilk yıllarından beri düzenli büyüyüp gelişen şehircilik acısından yurdumuzun örnek illerinden birisidir. Bağdat Demiryolu hattı'nın şehrimize gelişiyle başlayan bu gelişme günümüze kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir. Konya'mızda düzenli şehirleşmeyi başlatan Bağdat Demir Yolu Hattı, şehrin gelişmesiyle birlikte özellikle de Cumhuriyet'tin ilk yıllarında Belediye ile büyük sorunlar yaşatmıştır. Bu yüzden Cumhuriyet'tin ilk belediye başkanı yazar-araştırmacı merhum Selçuk Es'in babası Kazım Gürel zamanında başlayan bu problemin esası; demir yolu üzerine trafiği kolaylaştıracak alt ve üst geçitlerin yapımı ile ilgilidir.
O zamanlar yürürlükte olan kanunlarla bu işin Devlet Demir Yolları'nın üstlenmesi gerekirken parasızlıktan yapılamamıştır. Zamanla bu işi belediyeler üstlenmiş ve sorunun çözümü Demokrat Parti Belediye başkanlarından sayın Sıtkı Bilgin zamanında yani 1950'lili yıllarda "Battı-Çıktı" adıyla bilinen Meram Yeni Yol üzerindeki alt geçit yapımıyla başlamıştır. Daha sonra sayın Ahmet Öksüz zamanında Meram Eski Yol üst geçidi yapılmış ve sorun daha da hafifletilmiştir. Günümüzde ise sayın Tahir Akyürek bu bölgede Yenişehir alt geçidini tamamlamış, diğer yatırımlardan Hocafakıf alt geçidi ve Beyşehir Caddesi Köprülü Kavşağını ise bitirmek üzeredir. Böylece Cumhuriyet'in ilk yıllarından günümüze gelen ve kangren olan bir sorun halledilmiş olacaktır. Sorunun biraz daha iyi anlaşılabilmesi için Cumhuriyet'tin ilk yıllarında yaşananlar hakkında biraz bilgi vermek muhakkak ki şimdiki belediye riyasetinin neden bu konu üzerinde ısrarla durduğunu ve bir an önce bitirmek için uğraştığını gayet güzel bir şekilde açıklayacaktır. Buna göre Cumhuriyet'in ilk yıllarında konu ile ilgili yaşananlar şöyledir; Konya Belediyesi 1926 yılında Sille taş ocaklarından Zindankale Mevkii'ne 10.6 km uzunluğunda olan bir dekovil hattı döşeterek halka ucuz yapı taşı temin etmek suretiyle kerpiç inşaatına bir set çekmek ister. Çünkü o zamanlar şehrin büyük bir biçimde toz derdi vardır. Bu iş şehirdeki kerpiç bina inşaatının önlenmesi, dolayısıyla da tozun azaltılması için taş fiyatlarında ucuzluk sağlamak maksadıyla yapılmıştır.
Belediye dekovil hattının bugünkü battı-çıktı dediğimiz yere kadar olan kısmını yaptırmıştır. Yalnız oradan demir yolu geçtiği için demiryolları idaresine trenin geçmesi için bir yer altı veya yerüstü geçidinin inşasına başlaması için ikaz edilir. Çünkü o zamanlar belediye sınırları içerisinde belediyeye ait yollar üzerinden demir yolu geçirilemezdi. Buna mecbur kalınırsa demir yolu İşletmesi, belediye yolunun üzerinden veya altından masrafları kendisine ait olmak üzere yolunu geçirebilirdi. İdare yapıyorum, yapacağım diye iş 7-8 ay sallar. Bu yetmez gibi belediyeye ait yollara demir dikmek, tel germek suretiyle tecavüzde bulunur. Vaziyet tekrar idareye hatırlatılır. Ama aynı tempo üzerine aldıran olmaz ve cevap verilmez. Belediye başkanı bir sabah yanına memur ve işçilerini alıp doğruca Alavardı Geçiti'ne gider ve etraftaki sınır tel ve direkleri söktürür. Posta gelmesine yakın şimendifer hattı üzerine dekovil hattı döşeterek demiryolunu kapatır. İstanbul postası gelir. Ama tren İstasyon civarında kalır. Demiryolu idaresi durumu bakanlığa bildirir. İşe vali ve savcı müdahale ederler. Belediye başkanının arzularını bir zabıtla tespit ederek yolu açtırırlar. İki gün sonra zamanın Bayındırlık bakanı Atatürk'ün yakın arkadaşı Bekir bey gelir. Vilayette belediye başkanına çıkışmak ister. Başkanın;"---karşında mütegalibe eşrafından bir belediye başkanı yok. İstanbul hukuk fakültesi mezunu yıllarca devlete hizmeti yapmış idareci var. Evvela kanunu tektik ediniz. Ondan sonra bu olayı konuşuruz" cevabıyla bakanı susturur. Ertesi gün vilayette tekrar buluşulur. Belediye ile anlaşmaya varılır. Ama maddi imkanlar müsait olmadığından geçidin birkaç yıl gecikmesine karar verilir. O zamanın belediye başkanı Kazım Gürel biraz daha bu işle uğraşır ama belediye başkanlığı görevi bitince bu iş yarım kalır ve unutulur. Daha sonra dekovil tesisleri kolordu komutanlığına satılır ve yer altı geçidi tarihe karışır. İşte yukarıda anlatmaya çalıştığımız; demir yollarının belediye sınırları içerisinden geçerken trafiğin düzenli işlemesi için yapılması gereken alt ve üst geçitler sorunu nihayet uzun yıllar sonra Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Tahir Akyürek'in gayretleri ile tamamen çözülmek üzeredir. Tabi ki sorunun çözülmesinde Cumhuriyet'tin ilk yıllarına göre artan sermaye ve teknolojinin gelişmesi büyük bir rol oynamıştır. Ama zannımızca sorunun tamamen çözülmesinde kararlılık gösteren ve bir an önce bitirilmesi için büyük mücadele veren Büyükşehir Belediyemiz başkanlık riyasetini ve çalışanları takdir etmemek elde değildir. Sonuçta muhakkak ki uğraşılmayı bekleyen daha bir çok sorun vardır. Ama eminiz ki bunların da bir an önce ele alınıp çözüleceği günler yakındır.
DEDE BAHÇESİ TARİHÇESİ
M. SABRİ DOĞAN
Koyunoğlu Müzesi, Müze Araştırmacısı, Konya-20051239 miladi yılı Selçuklu Devleti ricalinden Tac-ül Vezir denilmekle maruf Tacettin Ahmet Alaaddin Tepesi'nin kuzey-batı yönüne tahminen bir kilometre uzağında kale surları dışında yaptırdığı Hanegah medrese zaviye ve bugün ancak ayakta kalabilen Türbesinin güney yönü tamamen tarla halinde olup yaylım ve ekim yeri olarak kullanılmaktaydı. 1650 miladi yılında ise Konya'nın nakibül'eşrafından ve zamanının zenginlerinden Şeyh Hasan Efendi Mevlevi tarikatına mensup olup o vaktin postnişin İkinci Bostan Çelebi ile de ahbaplık hususiyetleri fazlaydı. Hasan Efendi Tac-ül vezir külliyesinin bir parçası olduğunu tahmin ettiğimiz güney yöndeki tarlayı satın alarak etrafını duvarla çevirttirdi ve bahçe haline getirtti.
Bugünkü pelit ve çınar ağaçlarını diktirtti. Bakımlı hale getirdikten sonra İkinci Bostan Çelebi'ye hediye etti. Bostan Çelebi de (1644-1700) bu bahçeyi dergaha bağlatarak gelirinden dergah mensuplarının istifadesine bırakmayı düşündü ve o suretle bahçe her yıl ekilip bakıldı; meyve sebze ve sair hububat yetişçikçe dergaha mal edildi. Bu tarihten sonra bahçenin adı da Dede Bahçesi oldu. Aradan üç buçuk asır geçmiştir. Dede Bahçesi aynı minval üzerine her yıl bakılmak sureti ile tamamen dergahın hizmetindedir. 1900 yılında Postnişin olan Abdülvahit Çelebi (1858 -1907) ehli keyf ve hüsnü tabiat bir zat olup, zamanımızda Meram'da Tavus Baba Türbesi güneyindeki Yıldız Köşkü'nü yaptırmış, Meram Yolu üzerindeki Dutlu Bahçesi'nde İpekçilik için dut yetiştirip buraya ufak bir kamelya ilave ettirmiştir. Yaka yöresinde Dahiller Mevkii'nde Alaaddin Keykubad zamanından kalma Dahiller Bağı'nı ve evini kısmen inşa ve kısmen tamir ettirmiştir. Karahüyük Köyü'nün güney-batısında meyvelik yetiştirerek içerisine ufak çapta köşk yaptırmış ve Dede Bahçesi'ni de ele alarak buraya o tarihlerde Konya'nın en büyük havuzu bilinen ken taşından ve horasandan yapılan büyük bir havuz ile bu havuzun hemen 3metre güneyine altta 2, üzerinde 1 ve bu üst odanın 4 tarafı balkon olan yakın zamanda yıktırılan köşkü inşa ettirmiştir. Abdülvahit Çelebi ehli keyf sahibi olup yaz günleri bu mesire yerlerinde eğlence ile vakit geçirdiği gibi bazı günler Dede Bahçesi Köşkü'nde kurdurduğu sofrasında da yer, içer, bazı günler de pelit ağaçlarının altındaki çayırlıkta semah ayinleri tertiplerdi. Esasen o zamandan kalma Konya'da bir yerli atasözü vardır. "Çelebilik Abdülvahit Çelebi ile, valilik Ferit Paşa ile Konya'da öldü" derlerdi.
İkisi de aynı devri yaşamış olmakla beraber birbirleri ile geçinemezlerdi. Birinci Dünya Savaşından yeni çıkılmak üzeredir ve halk savaşın açtığı maddi ve manevi yaraların acısı içerisinde, fakat gönül fırsat buldukça dinlendirmek ister. Postnişin Abdülhalim Çelebi Efendi Dede Bahçesi'nin o tarihe kadar yalnız dergah mensuplarının istifadesine açık bulundurulma ananesini kaldırmış halkında bahçeden yaralanmasını emretmişti. Bahçede piyasanın tanınmış saz heyetleri her gün ikindiden sonra geç vakitlere kadar meşk eder, İstanbul piyasalarının en son şarkı ve türküleri meşk olunurdu. Bahçenin mahsulü meyve ve sebzeler ufak bedeli mukabili gelen ziyaretçilere satılır ve hiçbir surette alkollü içki kullanılmazdı. Akşam ezanı vaktinde ışıklandırma olmadığı için bahçe kapanırdı. Cuma günleri ikindiden sonra yaz günlerinden perde ile bölünmüş kısma bazı memur ve yerli rical aileleri gelerek saz dinler çay ve kahve içerlerdi. Tekke türbe ve zaviyelerin 1926 yılı mart ayında kapatılmasıyla Dede Bahçesi'ni Belediye ufak bir ücret mukabili hükümetten, Baltacıoğlu'nun Bahçesi ile birlikte satın alarak yollara ve parklara ağaç dikme gayesi ile fidanlık haline getirmeye teşebbüs etti. Ve yıkık vaziyete olan etraf duvarlarını tamir ettirdi.
Büyük havuzu çimento ile derz yaptırdı. Yanındaki metruk kuyuyu temizleterek motopomp getirdi Ayrıca Çayırbağı su yollarını tamir ettirdiği gibi havuzun güney-batısı ve güney-doğusu yönlerine üzeri kiremit örtülü 4 adet kafesli kamelya yaptırdı. Köşkü tamir ederek boyattı. 1927 senesi baharında köşk önüne tünel ve kayalı fıskiyeyi ilave etti. Ayrıca pelitleri koyu serin gölgesi altına oldukça geniş bir dans pisti ekledi. Aynı sene içerisinde bahçenin güneydoğu kapısından girince sağ tarafa ufak çapta hayvanat bahçesi ilave etti. Tavus kuşları ceylan kurt ve tilkiden başka çeşitli güvercinler getirtti. Hayvanat bahçesi ile havuz arasındaki başlangıçta zamanın en modern tenis kortu inşa olunarak bahçeye giriş 10 kuruş, tenis oynamak isteyenlere ise saati 50 kuruştan kiraya verildi. Havuzda ayrıca ufak bir sandal konularak, halk saati 25 kuruştan gezebiliyordu. 1935 yılında belediye bahçeyi bir süre kapattı. Fakat yaz aylarında tekrar halkın hizmetine açıldı. Bu defa bahçeyi çiçek sergisi ilave etti. Hayvanat Bahçesi ile Tenis kortlarını kaldırarak fidanlık haline getirtti Çiçek sergi kısmı Belediyede kalmak üzere havuz, köşk ve pelitlerin altını kiraya verdi. Bu şekilde uzun bir süre sürdü ve nihayet 1968 senesinde Belediye başkanı Ahmet Hilmi Nalçacı Dede Bahçesini Şehrin kültür Parkı haline getirtti.
CUMHURİYET ARİFESİNDE KONYA BELEDİYESİ'NDE TEMİZLİK İŞLERİ VE İTFAİYE TEŞKİLATI
M. SABRİ DOĞAN
Koyunoğlu Müzesi, Müze Araştırmacısı, Konya-2005Osmanlı İmparatorluğu devrinde her şehir ve kasabada beldenin temizlik işleri ve esnafın kontrolüne mahallin kadısı hükmederdi. Tabiatıyla da Konya da bu şekilde idi. 1826 yılında İhtisab Nezareti'nin kurulmasıyla bu görevler şehirlerde İhtisab Ağalarına verilmiştir. 1846 yılında vilayet teşkilatlarıyla belediyeler kurulmuş İhtisab Ağalıkları lağvedilmiştir. Ancak Konya'da ilk belediye teşkilatı 1868 yılında kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar dar bir kadroyla vazife gören Konya Belediyesi'nin 1923 yılındaki durumu şöyledir: Meclis üyesi 12 kişi, İdari işler; 1 muhasebeci, 1 başkan, 2 katip. Fen işleri: 1 Fen memuru. Sağlık işleri: 1doktor, 1 aşı memuru, 1 ebe. Temizlik işleri: 1 memur, 10 hademe, 1 bekçi, 1Ahırcı. Zabıta İşleri: 1 müfettiş, 1 Müfettiş Yardımcısı, 9 kolcu (Zabıta memuru) Bütün belediye işleri bu yukarıda saydığımız kadro ile yapılıyordu. Belediyenin en önemli görevleri temizlik işleri ve zabıtalık işlerdi. Eskiden Konya'mızdaki binaların bir çoğunun damları toprak örtülü ve bacasız olduğundan olacak ki yangın senede bir ya da iki kere ya olur veya olmazdı. Bu yangınları da o zamanın itfaiyesinin gayreti ile çok kısa bir zamanda önlenirdi. 40 sene evvel belediyenin itfaiye teşkilatı yoktu. Buna da ihtiyacı görülmezdi. Bugün temizlik İşleri Müdürlüğü dediğimiz Tanzifat Dairesi'nde bütün alet edevat-itfaiyenin de işine yarayan-duvarlarda asılı kırmızı boyalı iki kazma, 4 kürek, 3 kanca, nikelaj kısımları kullanılmadığı için paslanmış 5 miğfer ile 10'ar metrelik hortumları bulunan iki emme basma tulumbadan ibaretti. Bu emme basma tulumbalar daha evvelleri Hükümet önüne getirilir bilhassa yaz günleri meydanı sulardı. Bu vazife iki teker üzerine yerleştirilmiş tek atlı varil arabaların arkasına bir metre boyunda hortum uzanır ve hortumun başında süzek kafası takıl olup bir temizlik işleri amelesinin süzek başının dip kısmında bağlı bulunan ipi sağa sola sallaması ile yollar sulanırsa da toz bir müddet sonra yolu tekrar kapatırdı.1924 senesinden sonra bu iş eksoz düdüklü ilk alınan arasöze yaptırılarak diğer işe son verilmiştir. Tanzifat Dairesi 1958 yılında yıkıldı. Eski müftülük binasının güney-doğu ve kuzey kısmını çevrelemişti. Binanın durumu şöyle idi. Güney-batıya gelen kısımları müdüriyet kısımlarından ayrı olup, toprak damlı ahırları teşkil ederdi. Müdüriyet kısmının ön cepheye düşen bir sofa üzerinde sağlı sollu iki oda müdür ve personele ayrılmış olup, arka kısma düşen odalar ise temizlik işleri amelesi koğuşu idi. Binanın güney-doğu kısmı genellikle yolları sulayan dolayısıyla dolu olarak bir yangın vukuunda harekete geçmek üzere hazır duran tek at koşulu varilli arabalara ve çöp arabalarına tahsis olunmuştu.Tanzifat amelesinin iki vazifesi vardı. Temizlik işleri ve itfaiye. Gündüzleri birkaç amele her hangi bir yangın ihtimaline karşı nöbetçi kalırdı. Fakat boş durmazlar ahırlara bakarlar, süpürge bağlarlardı. Akşamları bütün efrat daire önünde toplanırdı. O tarihlerde itfaiye teşkilatını başında Sille'li Ahmet Çavuş bulunurdu. 1923 yılında bir kazaya kurban gitmiştir. Bundan sonra yerine oğlu Sille'li İbrahim Efendi geçmiş olup, aynı zamanda belediyenin sokak elektriklerinin ve bayramları kurulan tak elektriklerinin kontrol ve bakıcısı görevini de görmüştür. 1929 senesi Cumhuriyet Bayramı arifesinde Hükümet Binası'nın Alaaddin Bulvarı köşesinde kurulan takı zafer cereyan verirken cereyana kapılarak ölmüştür.Tanzifat dairesinin temizlik işleri kısmının başında ise 60 yaşlarında top sakallı iri kıyım Nevşehirli Battal Çavuş bulunurdu. Dairenin müdürü ise herkesin hürmet ettiği ve sevdiği Benderli İbrahim Bey'di.Ekmeklerine mevsimlerine göre katık alarak atların dizginlerinden tutup akşamları işten dönen temizlik amelesini, atların ahırlara bağlanmasından sonra etrafına toplayarak bir müddet onlara vazifeleri hakkında talimat verir, bu hareket her zaman aynen devam ederdi. 1924 senesinde bir kış gece yarısında İplikçi Camisi'nin arkasına düşen Kürkçü Mahallesi'nde bir samanlık tutuşmuştu. Mahalle bekçisi koşarak itfaiyeye haber verir. Nöbetçi İtfaiye amelesi durumu haber alır almaz o gece nöbette bulunan temizlik işlerine bakan Battal Çavuşa bildirir. Battal Çavuş hemen koğuşa girip "kalkın ulan Devlet yanıyor- millet yanıyor" diye nara atmasıyla beraber, arkasından gelişi güzel rasgele elindeki copunu sağa sola vurması ile naranın verdiği sersemlik ve sopanın acısı ile neye uğradıklarını bilemeyen ameleler hemen arabalara davranır. İplikçi Cami'nin önüne gelmeden arabalardan birinin köhne tekerleri dağılır. Diğer birinin atının ayağı kayarak yıkılır velhasıl birkaç fire vererek yangın yerine gelirler. Yangın itfaiyenin yardımı ile kısmen su sıkılmak kısmen de yıkmak suretiyle söndürülür. Tesadüf yangının çıktığı evde oldukça geniş bir havuz varmış ve itfaiye efradından ikisi tulumbaya su almak üzere havuzun buzunu kırıp tenekelerini daldırırlar. Fakat dolu teneke ağır gelince iki itfaiye eri baş aşağı havuza düşerler. Bu sefer tulumba başındakiler yangını bırakarak buz altında kalan arkadaşlarını kurtarmaya çalışırlar. Velhasıl onlar kurtulur ve yangın söner itfaiye de koğuşuna döner. 1933 senesinde Anıt civarında vukua gelen bir samanlık yangınında ise itfaiye teşkilatı aşağı yukarı aynı olup, su varilleri yerine iki arozöz bulunmaktadır. Dolayısıyla emme basma tulumba da bu tarihlerde teşkilattan kaldırılmıştır. Bu günkü modern itfaiye teşkilatı 1938 senesinde kurulmuştur.
M. SABRİ DOĞAN
Konya tarihi üzerinde çalışanların en güçlükle karşılaştıkları devir hiç şüphesizdir ki İlkçağın sonlarından Anadolu'nun Türkleşmesine ve İslamlaşmasına kadar geçen bir safhayı içine alan uzun bir devirdir. Halbuki Konya'nın İslam öncesi, bu topraklarda yaşayan insanların hayatlarını bilmek ve duygularını anlamaya çalışmak, İslam öncesi toplumunun daha sonraki İslam dönemindeki davranışlarının anlayabilmek açısından muhakkak ki çok önemlidir. İşte bu yüzden aşağıda değineceğimiz Konya'da Aya Thekla Efsanesi, şehir tarihinin bu dönem için karalıkta kalmış sayfalarını aydınlatmaktadır. Bu incelemede Konya'nın Roma dönemindeki insanlarının duygu ve davranışlarını ile şehir dokusu üzerinde önemli bilgilere sahip olmaktayız. Ayrıca bu dönem insanlarında Yahudilik ve Hıristiyanlık arası ilişkinin bütün acımasızlığına şahit olmaktayız. Havarilerden Paulus'un işlerini anlatan ve zamanımıza kadar üç parça halinde gelebilen yazılardan birinci ve en önemlisi Paulus ve Thekla hikayesi olarak tanınır. Çeşitli devirlerde çok değişik dillerde muhtelif versiyonları yazılmış bu hikaye çok eski zamanlardan beri Hıristiyan yazarları tarafından biliniyordu. Hatta o kadar ki, çok değerli olduğu kabul edilen bu yazı, Hıristiyanlığın resmi kitabına alınan yazıların dışında kalmakla beraber, onları takip eden en değerli eser olarak görülür.
Pisidia Antiokheia (=Yalvaç ) sında bir havrada vaazlar veren Paulus, burada barınamayınca, kaçarak Iconium (=Konya ) istikametinde ilerlemeye başlamıştı. Yanında Demas ile Hermogenes adında onun görüşlerine pe de bağlı olmayan iki Hıristiyan vardı. Paulus'un şehre yaklaştığını haber alan Onesiphoros adında Konyalı bir Hıristiyan, oğulları Simias ile zenon ve karısı Lektra'yı yanına alarak karşılayıcı çıkar. Onesiphoros, Paulus'u tanımadığından, dostu Titus tarafından yapılan tarif üzerine yolcular arasında Paulus'u arar. Lystra (=Hatunsaray ) ile Konya'yı bağlayan yol üzerinde bekleyen Onesiphoros, Titus'un tarifine uyan kısa boylu, sağlam yapılı, kavisli bacaklı, çıplak başlı, kaşları birleşik, hafifçe kemerli burnu ile bir yolcunun geldiğini görür ve onu derhal Paulus olarak tanır. Paulus samimiyetsiz iki şakirdi ile Oneshiphoros'un Konya'daki evine misafir olurlar, mütevazi bir yemekten sonra, Konya Hıristiyanlarının toplantı yeri olan bu evde Havari derhal vaazına başlar. Konuşmasının ağırlık merkezi, dünya zevklerinden uzaklaşmak ve Tanrı yolunda tam bir bekaret hayatı yaşamanın iyiliği hakkındadır. Paulus'un bu husustaki görüşü o derecede ileridir ki, Tanrı korkusu ve sevgisine layık olmak isteyenlerin evlilik hayatından dahi uzaklaşmalarını tavsiye eder. Havari Paulus, Onesiphoros'un evinde etrafına toplananlara bu fikirleri aşılamaya çalışırken, Komşu evde oturan Theokleia adındaki dul bir kadının 17 yaşındaki kızı Thekla'da, Onesiphoros'un evine en yakın pencerenin önüne oturarak büyük bir hayranlıkla bu ateşli hatibi dinlemektedir. Thekla, Paulus'un sözlerinin tesirine kendisini o derecede kaptırır ki, pencerenin önünde gece, gündüz ayrılmaksızın, hatta yemeyi, içmeyi ve uymayı unutarak tam üç gün , üç gece yüzünü görmediği ancak sesini duyduğu havariyi dinler. Bu durumdan endişelenen annesi, nihayet kızının nişanlısı-hikayenin bazı versiyonlarında kocası- Thamyris'e bu hale bir son vermesini bildirir. Thamyris ve annesinin kendisini ikna için söyledikleri bütün sözler tesirsiz kalır. Genç kız hiç kıpırdamadan pencerenin önünde oturmaya devam eder. Sabrı tükenen Thamyris nihayet, Onesiphoros'un kapısına dayanır. Burada sokakta rastladığı Demas ve Hermogenes'e: "gençleri ve bakire kızları aldatarak onları evlenmekten uzaklaştıran bu iğfal edicinin" kim olduğunu sorarak hakkında kendisine bilgi verdikleri takdirde, onları para ile mükafatlandıracağını söyler. Demas ve Hermogenes " onun kimin nesi olduğunu biz de bilmiyoruz" derler, ancak muhakkak olan bir şey varsa o da şudur ki, bu adam, ancak tam bekaretin muhafaza edildiği takdirde ölümden sonra hayat bulunabileceğini söylemek suretiyle, gençleri kadınlardan, kızları da erkeklerden uzaklaştırmaktadır". Bunun üzerine Thayris, iki adamı evine davet ederek, onlara mükellef bir yemek yedirir ve Paulus'un yaydığı fikirler hakkında daha geniş bilgiler alır. Nihayet Demas ve Hermogenes, nişanlısını kayıp eden gence, Havariyi ihbar ederek yakalatmasını ve böylece kızı onun tesirinden kurtarmasını tavsiye eder.
Ertesi sabah, gün ağarırken Thayris, gerekli memurlar ve kuvvetli bir muhafız kuvveti ile Onesiphoros'un evine giderek, orada Paulus'a: "Sen, Iconium şehrini ve nişanlımı iğfal ettin !" der. Ve havari Iconium Valisi, Proconsul Cestilius'un huzuruna çıkarılır. Kendisinin Tanrı tarafından insanlara doğru yolu göstererek onları kurtarmak üzere gönderildiğini söylemek suretiyle savunmasını yapan Paulus, ileride tekrar sorguya çekilmek üzere zindana kapatılır. Bu olaydan haberi olan Thekla ise gece bileziklerini vermek suretiyle evinin kapısını açtırtır, derhal zindana koşar, burada da zindancıyı gümüş bir ayna vermek suretiyle razı ederek, içeriye Paulus'un yanına girer, onun ayaklarının dibine oturarak onu dinler. Genç kızın ortadan kaybolmasından telaşa düşen ev halkı ve nişanlısı, önce şaşkın bir halde sağa sola koşuştururlar, nihayet kapı hizmetine bakan esirin bir arkadaşı, kızın gece gittiğini söylemesi üzerine kapıcıyı sıkıştırırlar, Thekle'nın zindana kaçtığını öğrenince hakikatten genç kızı orada bulurlar. Durum aynen Proconsul Cestilius'a bildirilince, Paulus'un huzuruna getirilmesini emreder. Fakat havari gidince kız öyle üzülür ve kendisini yerden yere vurur ki, nihayet onu da Cestilius'un karşısına çıkarırlar. Burada genç kız kendisine sorulanların hiç birine cevap vermez, gözleri Paulus'un yüzüne çakılı olarak durur. Sabrı taşan annesi nihayet bağırır. " Bu ahlaksızı yakın! Bu adam tarafından iğfal olunan bütün kadınların dehşet duyması için bu kızı sirkin ortasında yakın" Bütün yumuşaklığına rağmen Cestilius, bu şiddetli kararı verir. Paulus ise önce değnekle dövüldükten sonra şehirden kovulacaktır. Hemen hemen çırılçıplak bir halde sirkin ortasına getirilen Thekla yine gözleri ile Paulus'u arar ve bulur. Fakat Paulus bu defa İsa'nın görünüşünü alır. Kızın yakılması için lüzumlu çalıları şehrin gençleri, genç kızları getirirler. Cellatlar, bunları istif ederken Proconsul Cestilius, genç kızın metaneti karşısında ağlamaktan kendisini alamaz. Nihayet Thekla y odun yığınının üzerine çıkarılır ve demetler ateşe verilir. Fakat o anda Tanrının inayeti belirir. Birden bire şiddetli bir gök gürültüsü duyulur ve ortalık kararır, aynı anda başlayan bir sağanak ve dolu yağışı yalnız ateşi söndürmekle kalmaz, sirkin sahnesi sel suları ile dolar, hatta selde boğulanlar bile olur ve böylece genç kız da diri, diri yanmaktan kurtulur. Konya ilk Hıristiyan devrinde önemli bir yer işgal eder. Havari Paulus'un Konya'ya gelişinden kısa bir süre önce şehre imparator Claudius onuruna Claudiconium adını kullanma izni verilmiştir. M.S.2. yüzyılda Hadrianus zamanında, Konya'nın adı sikke ve kitabelerde "Colonia Aeila Hadriana Augusta İconiensium" şeklinde geçer. İkinci yüzyılda Yunanistan hakkında bir tanıtma kılavuzu yazmış olan Pausanias içinde yüksek memurlarının çalışacağı daireleri olmayan, gimnazyumu, tiyatrosu operası (kent ortası alanı) olmayan, herkesin su alabileceği bir çeşmesi bulunmayan bir yerleşme yerine polis denilebilir mi ? diye sorar. Aynı şekilde Pausanias M.S. 2 Yüzyılda çıktığı Hellas gezisi sonuna yaklaşırken Phokis'te Panopeus adında küçük bir yere gelmiş ve buraya kent "polis" demeye dili varmamıştı. Çünkü "ne resmi kurumu, ne gymnasionu, ne tiyatrosu, ne agorası, ne de çeşmeye ulaşan su yolu vardı. Halbuki Paulus'un Konya'ya gelişinden az önce Anadolu'yu gezen Seyyah Strabon (M.Ö.64-M.S.21) Konya için İkonion kenti anlamında anlamına gelen poliknion sözcüğünü kullanmıştır. Bu sözcük Konya'nın bayındır bir kent olduğundan dolayı ve zengin arazisi bulunduğundan kullanılmıştı. Ayrıca Aya Thekla Efsanesinden öğrendiğimize göre, Konya daha o dönemde bile etrafı sütunlu girişlerle mozayikli süslü bir meydana, bir amfitiyatroya ve önemli bir Yahudi göçmen topluluğunun ve ticari faaliyetin izlerini taşımaktaydı.