Botsa "Güneydere"

Konya... Ne medeniyetler görmüş yaşanmış tarihinde. Şehri, ilçesi, köyü, yaylası, dağı ile tarihe ne tanıklıklar etmiş zaman mahkemesinde.
Küçük Kapadokya
Botsa kelimesi Latince’de “testiciler” anlamına geliyor Botsalılar Derneği Başkanı Mustafa Ertutar’ın ifadesine göre, şimdiki ismi de Güneydere olmuş. Konya’nın küçük Kapadokya’sı olan köy, ilimize sadece 45 km uzaklıkta. Hatunsaray yolundan gidiliyor, yolda görülmeye değer manzaralar ve içilesi buz gibi pınar suları bulunmakta.
Bereket Acarsu’da
1964 yılında köyün Genge mevkiinde 6 adet kuyu açılmış fakat sonuç alınamamıştır. 7. Kuyu ise sondajcı Mehmet Acar ve Hasan Coşkun tarafından artezyen olarak; derinliği 72 metre, verimi ise 8,6 litre/saniyedir. Yerden yukarı basıncı 6 metre olan bu kuyu köy sularına bol bereket katmaktadır.
Saint Paul’un Konakladığı Yer
Botsa’nın bilinen tarihi 2000 yıl öncesine dayanıyor. Bölge çok geniş bir tarihsel yapıya sahip. Osmanlı döneminde Mekke Vakfı olduğu, köylülerin elinde bulunan yazılı tapulardan anlaşılıyor. Daha da eskiye gidilirse, bu topraklar içerisinde bulunan Lystra bölgesinde Hz İsa’nın havarilerinden Saint Paul’un bu bölge de hristiyanlığı yaymak için 12 yıl kaldığı, buralarda yaşadığı bilinmektedir. Lystra’ya yöre halkı Zoldura diyor. Lystra arkasında kayalık olan bir hüyük dikkatimizi çekti. Bu kayalık bölge 12 sır inleri olarak biliniyor. Kayalarda ki bu eski sığınaklara halk in adını vermiş. Paul 12 kişiyle bu inlerde kalmış, onun için 12 sır inleri olarak anılıyor. Paul bu inlerde sığınıp Hüyükte halka dersler veriyormuş.
Gülabba dedikleri
Civar illere nazaran sınırlar olarak en büyük toprağa sahip olan köyde, okul, sağlık ocağı, camiler, postane ve köy evi gibi yaşama uygun her ortam bulunuyor. Bunların yanı sıra sağlık açısından önemli bir şifalı kaynak suyu ve tıpta ilaç hammaddesi olarak kullanılan Gilaburu isminde bir bitkinin olduğu öğrendik. Oruç Pınarı ismindeki Şifalı suyun çağımızda önemli bir hastalık olan şekerin ilerlemesini durduran özellikleri olduğu bilinmektedir. Kızılcığa benzeyen ve bir çalı meyvesi olan Gilaburu, Türkiye’de sadece iki yerde yetişiyor. Bu bitkiye yöre halkı “Gülabba” ismini vermiş.
Taze Kaymak ve Gavur Gölü
Botsalı’ların bir çoğu yaz ayları girdiğinde yaylaya çıkıyorlar. Yayla, köye nisbeten daha serin olduğundan dolayı hayvanlar yüksek kesimlerde otlatılıyor. Yayla hayatı tam anlamıyla bir doğal hayat, insanlar irice taşlardan yapılan ağıllarda konaklıyor aylarca. Ağılın dörtte üçü hayvanlar için, geriye kalan odacıkta ise insanlar yaşıyor. Yine hayvanlardan elde edilen süt de burada kaymak, yoğurt ve peynir oluyor. Yayla ve köyde ulaşım eşekler tarafından yapılıyor. Yaylanın civarında birde göl bulunmakta, bu göle Gavur Gölü deniyor.
Kral İninin Esrarı
Köyün içerisinde bulunan Botsa Kalesinde enteresan materyaller bulmak mümkün sanat severler için. Aslında Botsa Kalesi tamamen doğal bir yapı, dik kayalardan oluşmuş ve surları yok. Altında uçsuz bucaksız oyulmuş bir yer altı şehri var. Evler birbirine tünellerle bağlanmış ve her ev yaklaşık iki veya üçer katlı. Mağaraları dolaşırken birçok kilise görüyoruz ve bu bölgenin keşfedilmemiş bir tarihi dokusu olduğu kanısına varıyoruz. Yerel halkın “in” dediği insan yapımı mağaralar eksi çağlarda ev, mezar, kilise ve soğuk hava depoları amacı ile yapılmış ve uzun süre buralarda yaşanmış. Bazı oyuklarda kabartma yazılar ve haclarla karşılaştık, bilen kimselere sorduğumuzda bu yerlerin krala ait olduğunu ifade ettiler. Botsa Kalesi savunmaya çok uygun bir yapıda. Kalenin üstü bütün bölgeyi görüyor, önemli ve görüş açısı iyi olan kısımlara gözetleme odacıkları yapılmış. Kaleye çıkılabilecek hiçbir yer yok, tek girişi var, orada da nöbetçi mağaraları ve savunma noktaları bulunmakta.
Gidiş: Hatıp-Hatunsaray yolunda, Lystra sapağından.
Konaklama: Konaklayacak bir tesis bulunmamakta fakat yöre insanı oldukça misafirperver.
Gezilecek yerler: Botsa Kalesi ve Mağaralar, köy evleri, dere, Keşlik Yaylası ve Şalgamlık yaylası, Gavur Gölü.

Milli Mücadele Günlerinde ve Cumhuriyetin İlk Yıllarında Konya Sinemaları

Milli Mücadele günlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Konya'nın sosyal hayatında hiçte küçümsenmeyecek hizmetler yapan Sanayi Mektebi Sineması Sanat Okulu'nda idi ve Belediye Sineması gibi o da yok olmuştur. Konya Sanayi Mektebi Sineması Konya'da ilk sinema olarak bilinir. Balkan Harbi sırasında 19111912 yıllarında inşa edilmiş olup, Sanayi Mektebi bandosu çalışması için yapılmıştı. Sinema olarak 1913 yılında halk hizmetine girmiştir. Sinema ilk gösterildiğinde perdede bir kara tren seyircilere doğru geliyormuş; bunu gören kadın seyircilerden bazıları bayılmışlar, bazıları ise korkup kaçmışlar. Sinemayı işletenler bu kargaşayı önlemek için filmi yarıda kesmiş ve halka aydınlatıcı bilgiler vermek zorunda kalmışlardır.
Bugünkü Özel İdare Binası'nın kuzeybatı köşesinde ve binaya 56 metre uzaklıkta idi. Marangoz atölyesi idi. Bugünkü girişin 50 metre batısında bilet kulübesi vardı. Bilet alınır sonra sinemaya girilirdi. 1520 basamak merdivenle çıktıktan sonra salona girilirdi. Sinemanın balkonu da vardı. Salon loştu. Tavan yüksekliği 67 metre, 1520 metre boyu, genişliği ise 7 metreyi geçmezdi. Sinema oynayacak mı perde iner, tiyatro oynayacak mı perde kalkardı. Salonun ortasında, biraz geride makine dairesi vardı. Salonun arkasında, geride 20’ şer kişi alacak şekilde mevkiler vardı. Önde erkekler arkada kadınlar otururdu. Binanın yerden sinema salonu zeminine kadar Sille taşından örülmüştü. Yukarısı çatıya kadar kerpiçti. Tahta panjurlu 56 pencere çift kanatlı idiler. Çatı Marsilya kiremit'i ile örtülü idi. Sinema haftada 1 gün Pazar akşamları tatil edilirdi. Haftanın 1 gününde de kadınlara oynatılırdı. Bunun dışında her akşam sinema vardı. Sinema afişlerinin yazısını makinist Ziya Bey yazardı ki, bu şahıs Yeni Sinemada da makinistlik yapmıştır. Ziya Bey'in film oynatmak ve afiş yazmaktan başka bir işi daha vardı. Düz cam üzerine filmin kısım, kısım özetini Fransızca İngilizce, Almanca, hangi dilde ise bilenlere tercüme ettirir, çini mürekkeple yazardı. Filim oynarken sıra bu camlara geldi mi film durdurulur. Bu camlardaki yazılar halka gösterilirdi. Halk da filimden bir şeyler anlamaya çalışırdı. Sinemada girişte kontrol vardı. Mevki denilen bölüm pahalı, fakat rağbette olan yer normal olan bölmeydi. Hemen, hemen yatsı zamanından sonra başlar, gece saat 2223'e kadar sürerdi. Film başlamadan önce makine dairesinden ince sesli bir zille 3 defa işaret verilirdi. Üçüncü zilin sonunda elektrikler söner, film başlardı. Sinemanın elektriğinin şehir cereyanı ile ilgisi yoktu. Benzinle çalışan bir motordan elde edilirdi. Motor ayrı bir yerde binanın arka bölmesinde monte edilmişti.
Film 1.5 saat kadar oynadı mı, hemen perdeye üzeri yazılmış camlarda biri uzanırdı ve üzerinde "10 dakika istirahat, lütfen biletlerinizi kontrole hazırlayın" yazısı yazardı. Gezici büfe bir taraftan aralarda dolaşır, bir taraftan da 34 koldan bilet kontrolü yapılırdı. Biletsiz girenler sille tokat dışarı atılırdı. Yazar Selçuk Es bu konuda başından geçen bir olayı şöyle anlatır. "Hiç unutmam biletim olduğu halde kontrol esnasında bulamadım. İri kıyım okul hademelerinden biri beni kolumdan tutup dışarı çıkardı. Sahanlıkta enseme bir tokat attı, kendimi 1. bölmenin merdiven basamağında buldum. Burada bekleyen diğer bir adamın elinden dayak yemeden kurtuldum, hala şaşarım." Bayanlar matinesine salona bilet almadan girilirdi. Selçuk Es bayan matinesindeki bilet kontrolü konusunda duyduklarını şöyle anlatır: "Konya'da senelerce biçki dikiş yurdu işleten Terzi Emine hanım 6570 yaşlarında dinç ve çevik hareketlerle işini yapardı. Önce hanımlara şöyle seslenirdi; Hanımlar herkes parasını hazırlasın bilet keseceğim. Sinema ondan sonra başlayacak. Kimse yerinden kalkmasın, kalkan olursa vallahi kolundan tutar, dışarı atarım. Emine hanım 10 ve 15 kuruşluk iki bilet keserdi. Bilet işi bitince makinistte;"Ziya oğlum" diye seslenirdi. "Biletleri kestim sinemaya başla". Makinistte başlardı "Sanayi Mektebi sineması sessizdi. Sesli, sözlü, şarkılı filimler Cumhuriyet'ten çok sonra Konya'ya geldi. İlk oynatıldığı yer de yanan belediye sineması idi. Sanayi Mektebi Sineması sessizdi ama motorla işleyen makinenin gürültüsünü 7 mahalle öte duyabilirdi. Üstelik binanın her tarafı tahta olduğu içinde gürültü zangırtı yapardı. Cumhuriyetin ilk günlerinde yaylı el vantilatörleri yeni moda olmuştu. Ekseri bayanların ellerinde, üzerinde ayrıca ayna olan kutulu el vantilatörleri bulunurdu. Bunların sesi de ayrı bir alemdi ve sinema salonu makinesi el yelpazelerinin arasında tam bir çarcuna haline gelirdi. Sonradan birkaç defa çevrilen Halide Edip'in Ateşten Gömlek Filmi de bu sinemada gösterilmişti. İstiklal Savaşına ait bu film Konya'da o sıralarda iyi iş yapan filmlerdendi. Selçuk Es bu film ile ilgili bir anısını şöyle anlatmaktadır: "Konya Sultanisi'nde Yeni Lise adını almıştı yatılı idim. Sınıfta bulunan 27 kişi aramızda para toplayarak bir gece "Ateşten Gömlek Filmine" gittik. Film üzerimizde o derecede milli bir etki yapmıştı ki, hafta sonu okulda milli kıyafetlerimizi de giyerek filimin bazı sahnelerini sözde temsil ederdik. Üst sınıftaki ağabeylerimiz de bizleri zevkle seyrederdi. Şehre gelen tiyatrolar Sanayi Mektebi Sinemasında gösterilerini yaparlardı. Bir defasında Konyalı gençlerin kurduğu Gökalp gurubu Halit Fahri Ozansoy'un Baykuş Piyesini oynamıştı. Hasan Tahsin Pehlivan adı ile anılan 5560 yaşlarındaki bir adam da yine Sanayi Mektebi Sinemasında kılıç, bıçak oyunları ile meddahlık yapmıştı. Okulların gösteri yeri de Sanayi Mektebi Sineması idi. Bina 19261927 yılları arasında yıkıldı.
1956 yılında yanan Belediye Sinemasının 1910 yılında okul olarak yapıldığı söylenir. Sonradan nedense bu amaçtan uzaklaşılmış ve sahne ve salon olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1916 yılında bazı tamir ve tadillerle aynı zamanda tiyatro olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yaşlılar Belediye Sinemasını Gökalp Tiyatrosu olarak bilirlerdi. Binanın tamiri ve elektriklenmesi Vali Muammer Bey zamanına rastlar. Milli bir tiyatro kurmak için gösterilen çabalar boşa gitmemiş ve Ziya Gökalp'in ismi kurulan tiyatroya verilmiştir. Bina Gökalp Tiyatrosu olarak iki seneye yakın bu şehre olağan üstü hizmetler yapmıştır. Yazar Selçuk Es bu konuda şunları anlatmaktadır: "Hafızamda iz bırakan bir olayı anlatmak istiyorum. Kurtuluş Savaşımızın en sıkıntılı ve en kritik günleri; Cepheye bir yandan genç insanlar gönderiliyor, bir yandan da kafilelerle yaralı geliyor, hastanelere taşıyordu. Trenler, İstasyon ve şehri bağlıyan yollar günün her saatinde dolu idi. Güneşli ve tozlu yollarda kırık sesli bir kağnının sürüklenir gibi gidişi bile gözlerimizi yaşartmaya yeterdi. İşte böyle günlerden birinde şehirde bir haber yayıldı. Şehit çocuklarının sünnet töreni yapılacaktı. Tarih 2Temmuz1921 olarak tespit edilmişti. Sünnetin yapılacağı yer Belediye Sineması idi. Herkes güçü yettiği kadar bir hediye ile ilk sabahtan doldurmuştu. Davetliler 1. kat balkona alındılar. Çocuklar sahnede askeri doktorlar tarafından sünnet ediliyor, sonrada salonda hazırlanan karyolalarına alınıyorlardı. Çocukların korkulu feryatlarına Konyalıların hıçkırık sesleri karışıyor, salon bir ana baba gününü andırıyordu. Salon Milli Mücadele boyunca askeriyenin emrinde idi. Askerimize elbise ve çamaşır hazırlayan dikim bölüğü aşağıda idi. 1. kat kundura dikicilerine aitti. İkinci kat saraçlara, üçüncü kat ise tüfekçi ve kamacı ustalarına ayrılmıştı"
1923 senesinde sonra bina tekrar sinema olarak halkın hizmetine girdi. İlk kiracısı zamanın tatlıcısı merhum Mümin usta idi. Bu sıralarda sık, sık tiyatro kumpanyaları da gelirdi. Bu konuda Selçuk Es şöyle anlatmaktadır: "Ünü İstanbul'a kadar yayılan Komik Tatar Osman Efendinin programları büyük ilgi görürdü. Komik Tatar Osman Efendi Kel Hasan gibi makyaj yapar öyle çıkardı sahneye. Komik Tatar Osman Efendi'yi aradan yıllar geçmesine rağmen unutamadım. Unutamadıklarım arasında yine bu kumpanyada Kantocu ünlü Avantiye de vardı"
Bina 1925 yılında bir tamir daha gördü ve Belediyenin malı oldu. Bu defada ağazade Zühtü Bey sinemayı kiralamıştı. Zühtü Beyin zamanında sinema altın devrini yaşadı, denilebilir. Zühtü Bey de bina uzun bir süre kaldı. Sonra Ceylani ve Seyfi Beylerin bulunduğu bir ortaklığa devredildi. Belediye Sineması sinema olarak yaşadığı altın devrinde Konya'nın sanat ve kültür hayatında büyük hizmetlerde bulundu. Selçuk Es bu sinemada seyrettiği sessiz filmler hakkında şöyle demektedir; "Sessiz filmlerim hatırlanabilecekleri şunlardı; Masist, Tommiks, Timmakkoy, Türk filmlerinden Bir Millet Uyanıyor, Ankara Postası, Sessiz filmlerin ünlü kadın yıldızları arasında Klara Bov, Bili Dov, bugünün Elizabeht Taylor'u, Marlin Monre'si gibi idiler. Bir millet uyanıyor, Ankara Postası İstiklal Harbini anlatıyorlardı. Almanların ünlü Emil Yanıpıs tarafından çevrilen Şehvet Kurbanını da Muhsin Ertuğrul'la Cahide Sonku da çevirmişlerdi. Türklerin çevirdiği şehvet kurbanını da bu sinemada seyretmiştim"
1926 senesi Eylül ayının birinci Çarşamba günü hava mevsim dolayısıyla sıcak olmakla beraber akşama doğru serinlik çıkmıştı. Konya Belediyesinin Alaaddin Tepesindeki Sinema binası o sene ağa zade merhum Zühtü Beyin icarında çalışmakta idi. Kiracı Zühtü Bey bir haftadan beri İstanbul'da bulunmakta, mevsimin en iyi filmlerinin Konya'ya yollanması için film piyasasını dolaşmakta idi. İstanbul Sinemalarında 1 hafta devamlı gösterilen Deniz Aşıkları isimli film Konya'ya gönderilmiş, 3 günde reklamı yapılmıştı. O gün ilk gösterileceği gece idi. Sinema saat 20 de başlayacaktı, Fakat sinema makinistti Ziya Bey o gün zamanında gelmedi. Ziya bey o zamanlarda Konya'da bulunan 5. kor karargahında askerlik vazifesini ifa etmekteydi. Yazıcı eri olduğundan ve şimdiki gibi yazı makineleri bulunmadığından resmi evrak el ile yazılırdı. O gün de işi çok olduğundan biraz geç gelecek diye saat 1945 geceye kadar beklenildi. Nihayet karargaha telefon edildi. Alınan cevap hiçte hoşa gidecek şekilde değildi. Nöbetçi subayı müsaade etmediğinden gelemeyecekti. Hemen birkaç kişi gidip ricada bulundu, maalesef kabul olunmadı. Kor komutanı Naci Paşa'ya telefon edildi, vazifeli subayın vazifesine müdahale edilemeyeceğinden kendilerinin rahatsız edilmemesini nezaketen bildirdiler. Vali İzzet Bey de o gün ailesi ve çocuklarıyla sinemaya gelmiş, Cumhuriyet locası diye isimlendirilen 1. kat locaların tam ortasındaki locaya oturmuştu. Derhal vaziyet vali beye bildirildi. Rahmetli İzzet Bey de "madem her taraftan cevap aldınız, benim tekrar müracaat etmem iyi bir sonuç vermez, içinizde makineyi işletecek ve sinemayı oynatacak kimse yok mu ?" diye sordu. Belediyenin itfaiye ve sokak elektrik işlerine bakan Silleli İbrahim Bey ile eşraftan bir genç derhal filmi gösterebileceklerini söylediler. Vali bey de onlara hitabeden "gençler şayet kendinize iyice güvenemezseniz bu akşam sinemayı dağıtalım, biletler yarın geceye muteber olsun, halk da dağılsın" dedi. Gençler kendilerine güvendiklerini müsaade edilirse sinemayı gösterebileceklerini söylediler. Vali Bey de "madem güveniyorsunuz buyurun vazifenize başlayın" cevabını vererek locasına döndü. Yazar Selçuk Es o gece yaşanan olayları şöyle anlatmaktadır; "İlk zil çaldı makine dairesine gittim. Kapı önünden içeri baktım makinistler canla başla dikkatlice çalışıyorlar. makineye filmi geçirdiler, şöyle bir makineyi perdeye aksettirmeden işlettiler, her şey muntazam. İkinci zil çaldı. Salonun ikinci kat elektrikleri söndü. Ben de gidip yerime oturdum. Sıra komşumuzun 67 yaşlarındaki oğlu bana ağabey dışarıdaki resimlere baktım, deniz altı torpile çarpıyor, o da gösterilecek mi ? Ben de bir şey bilmemekle beraber gönlü olsun diye her şey gösterilecekmiş cevabını verdim. Üçüncü ve son zil çaldı. Salon tavan elektrikleri de sönerek film gösterilmeye başlandı. Program filmden önce muhakkak bir kısımlık manzara ismi altında ilave bir film gösterilirdi. O günde ilave filmin adı 18. yüzyılda yelpaze modası idi. Programa geçildi, filmde şahıslar her şey baş aşağı. Derhal durdurularak on dakika sonra tekrar başladı. Böylelikle 1. ve 2. kısımlar bitti. Ne var, ne yok diye tekrar makine dairesine gittim. Bir de ne göreyim. Aşağı bobin filmi sarmadığından içerisi insanın yarı beline kadar film yığılmış bu sırada vali İzzet Bey de geldi. Ve vaziyeti görerek derhal müdahale etti. Toplanan filmleri orta taraftaki odaya gönderdi. Burada kimsenin dolaşmamasını istedi. Ama tam o sırada nedenini bilemediğim bir şekilde bu film yığını birden ateş aldı. Sanki bir oksijen kaynak makinesinin ağzından fışkıran kırmızı dev gibi alev çıkıyodu. Salonun tavanı derhal filmin dumanı içinde kalmış olup birden elektriklerin yanması ile vaziyet bütün çıplaklığı ile görünüyordu. Salonda panik başlamış, herkes canını kurtarmaya çalışıyordu. Ben de ilk olarak çıkanlardan olup, binanın ön kapısını var kuvvetimle tekmeleyerek açmaya ve kendimi dışarıya atmaya başarılı oldumsa da yukarıdaki makinist İbrahim Beyin su...,su... sesleri üzerine birkaç vatandaşla birlikte yangın tenekelerine koştuk. Aldığım tenekeyi ikinci kata çıkarırken halkın hücumu karşısında yarısı başımdan aşağı inerek yarım teneke ile yetiştim. Aman Allah'ım o ne manzara idi. Makine dairesinin her tarafı saç kaplı olduğu için filmin alevi kapıdan koridora doğru insanı yutarcasına uzuyor, kapı ağzına yanaşmanın imkanı olmuyordu. Tekrar bir teneke almak için aşağı indiğimde Vali İzzet Bey'in gayet soğukkanlılıkla vatandaşlara "telaşa lüzum yok gel delikanlı al şu tenekeyi derhal yukarı götür. Buraya bak evladım sen de hemen yukarı götür" komutları vererek şaşkınlıktan ne yapacağını bilmeyenlere itidalle "yukarı götür" tavsiyesi ile beraber yukarı su yolluyordu. Ben de ikinci tenekeyi üstüm başım sırılsıklam yüklenip çıkarken birisi eteğimden tuttu. Dönüp baktım bir de ne göreyim o panik anında komşumun oğlu "deniz altı torpile çarptı da yangın ondan mı çıktı ?" sorusunu soruyordu ki hakikatten filmde de deniz altı torpil atmak üzere hazırlığa geçilirken yangın başlamıştı. İkinci defa yukarı çıktığımda yangın kısmen sönmüş, gelen sularla tamamen bastırıldığı zamanda itfaiye de yetişerek tamamen tehlike atlatılmıştı. Film başlamadan önce bazı localardan sandalye çalınıp diğer localara taşındığından buna mani olmak üzere birkaç kişinin oturduğu localarda boş kalan sandalyelerin aşırılması dolayısıyla sandalye isteyenlerden fark alınmaması göz önünde tutularak localara bakan görevli müşteriyi içeriye koyduktan sonra üzerlerinden kapıyı kilitlemişti. Panik anında loca kapısını kilitli bulanlar şaşkınlıktan yandaki localara atlıyorlar onların da kilitli bulunması ve bu sefer gelenlere kabalıklaşan locada kımıldamak imkanı bulunmadığından mütemadiyen kapıya vurup açın diye bağırıyorlardı. Kapısı açılan locadan boşalanlar da neden kilitledin diye zavallı hademeyi dövüyorlardı. Diğer bir gülünç olayda 1. kat locadan aşağı atlamak isteyen bir vatandaşın ailesi mani olmak üzere yakalamak istiyor, fakat can korkusundan kendini koyuveriyor aşağı, eşi ancak ceketinin ucunu tutabildiğinden ve locanın kenarına da sıkıca bastırdığından adamcağız asılı kalmıştı. Dışarıda bir belediye zabıta memuru şaşkınlık içinde önüne gelenlere "aman yahu bir kova buluverin de yangına su götürelim" diye çabada iken, diğer bir memur arkadaşı da avucunda kabak çekirdeği hem çitliyor, hem de "vay canına be duman azaldı, yangın sönüyor, halkı geri çevirelim de filmin geri kalan kısmı gösterilsin hiç olmazsa, herkesin heyecanı bastırılmış olur, diye söyleniyordu" Yangın hasarı film, ile makinenin ark aynasından ve ufak, tefek yağlı boya tahribinden ibaret olarak ucuz atlatılmış olup, 4 gün sonra yani 5 Eylül 1926 tarihinde sinema "Esir Melike" filmi ile tekrar halkın hizmetine açıldı. 1931 yılında Belediye Sineması yeni yapılan tamir ve tadille bir de balkona kavuştu. Sanayi Mektebi Sineması makinisti Ziya Bey askerliğini bitirmiş olup, bu defa da Belediye Sinemasında çalışır olmuştu. Belediye Sineması bir yönden sesli filmler oynatırken bir yönden de şehre gelen tiyatro ve sanat guruplarının gösterilerini şehir halkına sunuyordu. O senelerin meşhur operet kumpanyalarından bazıları şunlardı; Aziz İhsan, Kemal Sahir, Anastasya, Muhlis Sebahattin, Celal Sururi ve kardeşi, Bu arada İstanbul darül Bedayi heyeti de birkaç defa gelmişti. Manyetizmacı ve fakir Aziz Ensari merhumun gösterileri günlerce şehirde konuşulur olmuştu. Aziz halkın önünde kafasına çivi çakmış, keskin bir kılıcı midesine kadar indirmişti. Konya'da tutunan sanat toplulukları arasında Kemal Sahir tiyatrosu başta gelirdi. Kemal Sahir olağan üstü bir sanat kabiliyeti ile bazı eserleri çok güzel oynardı. Güzel oynadığı eserlerin başında Reşat Nuri Gültekin'in Taş Parçası, ve yarı operet olan Arşın Malalandı. Kemal Sahir Arşın Malalan da karısı ile oynardı. Şehre gelen tiyatro gurupları arasında şamil isimli ve çok güzel kazaska oynayan bir karı koca vardı. Son senelerin tutulan dansözlerinden Türkan Şamil isimli kız sahneye çıkar numaralar yapardı. Türkan Şamil daha sonraları kitleleri arkasından sürükleyen bir dansöz oldu. Türk tiyatrosuna ve Türk musikisine unutulmaz hizmetlerde bulunan rahmetli Muhlis Sabahattin bilhassa Tarla Kuşu operetiyle Konya'da ün salmıştı. Selçuk Es tiyatro serisi ile ilgili bir anısını şöyle anlatır "İstanbul Darül bedayi sahnesinde gördüğüm Aynaroz kadısı adlı komediyi Konyalıların tuttuğu ve sevdiği Refik Beye anlatmış o da bir gün hazırlandıktan sonra sahneyi koymuştu. Refik Bey baba Saffeti Aynaroz kadısı rolünde, Adalet Taraje Hanım da Afrodit rolünde sahneye çıkardı. Eser Konya'da tutuldu ve sevildi. Adalet Traje Hanım da uzun boylu esmere kaçar, cazibesi olan bir kadındı. Kocası İlhami adlı bir Almandı. Ünlü komik Hayri Gürler de Adalet hanımla sahneyi pek zenginleştirirlerdi. Adalet hanım harpten önce Almanya'ya gitti. Bir Alman filminde rol aldı. Harpten sonra Konya'ya tekrar geri döndü. Daha gençlerin hatırlayacağı Mice Tiyatrosu ve Anjelikte Belediye sinemasında gösteriler yaptı"
1932'den sonra Kiracı Zühtü Bey sinemayı bıraktı. 1956 yılında yanıncaya kadar bina bir çok el değiştirdi. Ve bu şehrin sanat ve kültür hayatına hizmet etti.

Sultanların Beylerin Şehri; Beyşehir

Yalnızca İç Anadolu'nun değil, ülkemizin en güzel yörelerinden biri Beyşehir Gölü, dağları, mağaraları, ormanları, binlerce yıllık tarihi ile gezginlerin "görmeden ölme" diyebilecekleri eşsiz bir yurt köşesi. Konya Antalya, Konya Isparta yolları üzerinde önemli bir kavşak noktasında olan Beyşehir doğada, tarihe, dağcılıktan mağaracılığa bir turistin, gezginin talebine yanıt verebilir. Fasıllar'da, Eflatunpınar'da tarihin derinliklerinde yitip gidebilir, İslibucak'ta ulu çamların altında yorgun bedenini dinlendirebilir. Dağların eteklerinde yurt tutmuş göçer yörüklerin yol hikayeleri ile kendinden geçebilir.
Eskiçağda adı Pisidia olarak geçiyor. Beyşehir'in 10 km. kuzeybatısındaki Erbaba höyüğünde yapılan kazılarda M.Ö. 5000'li yıllara dayanan buluntular ele geçirilmiş. Hititler'ler iki büyük anıt bırakmışlar Eflatun pınar ve Fasıllar'da. Roma ve Bizanslıların da izleri var.
11.Mesud döneminde Eymür Türkmenleri bu çevreye yerleşmiş. Selçuklu Sultanı Alaaeddin Keykubad Alanya yolculuğu sırasında bölgeyi gezmiş, güzelliğine vurulmuş ve mimar ve av amiri Saadettin Köpek'e Kubadabad sarayını yaptırmış.
1258 den sonra Eşrefoğulları'nın etkisi artmaya başlamış. Moğol istilacılarına karşı direnen iki büyük Türk soyu Karamanoğulları ve Eşrefoğulları olmuş. Eşrefoğulları'nın ilk merkezi Gurgurum (Gökçimen) iken Seyfettin Süleyman Halil Bey merkezi şimdiki Beyşehir'e taşımış. 11.Süleyman Bey'in 1326 da öldürülmesi ile beylik yıkılmış. Karamanoğulları ile Osmanlılar arasında sık sık el değiştiren Beyşehir Karamanoğullarının yenilgisiyle tamamen Osmanlı hakimiyetine geçmiş, 1872 yılında da belediyelik olmuş.
Beyşehir'deki en önemli tarihi anıtlardan biri M.Ö.13.yy.da Hititler tarafından yapılan Eflatun pınar anıtı.7 m eninde, 4 m yüksekliğinde yapılan anıtın doğusundan kaynayan su anıtın önünde küçük bir göl oluşturuyor. İlçeye 22 km. uzakta Sadıkhacı beldesinde olan anıt İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından restore ediliyor.
Yine Hititlerden kalma Fasıllar Anıtı ise ilçeye 18 km. uzakta olan Fasıllar köyünün batısından. Yöre halkının Beşikkayası dediği dev tanrı anıtı yere yatar durumda ve 70 ton ağırlığında. 1960'lı yıllarda Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne götürülmek istenmiş ama halkın tepkisi sonucu vazgeçilmiş. Bu anıtın doğusunda yerden 10 metre yükseğe oyulmuş, Romalılardan kalma Lukyanus Anıtı ve kitabesi var.
Konya Arkeoloji Müzesi'nin en güzel parçalarından biri olan Heraklis lahdi Yunuslar (Tiberipolis) da bulunmuş.
Beyşehir'in en görkemli tarihi eserlerinden biri olan Kubadabad sarayını Selçuklu Sultanı I.Alaaddin Keykubat mimar ve av amiri olan Saadettin Köpek'e yaptırmış. 1228 yılında bitirilen saray Büyük Saray, küçük saray, av hayvanları ahırı, tersane ve çeşitli yapılardan oluşmuş. Burada yapılan kazılarda ortaya çıkarılan zengin çini süslemelerin bir bölümü Konya Karatay Müzesi'nde sergileniyor. KonyaAksaray yolu üzerindeki Zazadın Hanı'nı yapan ve zalimliği ile ünlü Saadettin Köpek Sultan 11.Mesud'un emriyle Kubadabad sarayında öldürülmüş.
Anamas Dağlarının eteklerindeki yaylalarda gezerken bir yaylada küçük bir yapıdan Kubadabad sarayına doğru iki sıra su künkünün uzandığını görmüştüm. Yaylacıların rivayetine göre yayladan saraya uzanan künklerin bir sırasından su, bir sırasından süt akıyormuş saraya.
Eşrefoğlu Camii ve Anadolu'daki en eski bedestenlerden biri olan Bezzarlar Hanı 12961299 yıllarında Eşrefoğlu Seyfeddin Süleyman tarafından yaptırılmış. Bu iki eser Türk taş ve ahşap işçiliğinin en güzel örnekleri.
Taşköprü (regülatör) Anadolu Bağdat Demiryolunun yapımı sırasında AnadoluOsmanlı Demiryolu Ortaklığına 19081914 yılları arasında yaptırılmış. Regülatörden Çarşamba Irmağı'na akan sular 216 km.lik bir yol katederek Çumra Ovası'na ulaşır. Çarşamba Irmağı üzerinde yeralan Mavi Boğaz İç Anadolu'nun en güzel doğa yürüyüşü alanlarından biri .
Güney ve batıda Toroslar, doğuda Erenler, kuzeyde Sultandağları ile çevrili Beyşehir havzasının incisi Beyşehir Gölü hem doğal güzelliği hem Beyşehir'e olan ekonomik katkısı ile bölgenin can damarıdır. 1993 yılında Milli Park ilan edilen Beyşehir Gölü Toroslardan ve çevreden akan küçük suların yanısıra yeraltı kaynak sularından beslenir. Yıllık yağış miktarına göre değişen su seviyesine göre 615 ile 745 km2'lik bir alanı kaplayan Beyşehir Gölü ülkemizin üçüncü büyük gölü.
Beyşehir Gölü aynı zamanda ülkemizin en güzel günbatımının görüntülendiği bir bölge.
Beyşehir'in ekonomik kaynaklarından biri balıkçılık. Özellikle sazan, kadife ve levrek bulunan gölde ikibine yakın balıkçı 1600 tekne ile balıkçılık yapıyor. Son yıllarda balık üretimi ve pazarlamasında yaşanan sorunlar nedeniyle bir birlik oluşturmuşlar.
Gölün en büyük sorunlarından biri göl dibine çöken balıkçı ağları. Bu ağlar nedeniyle birçok balıkçı ölüme sürüklenmiş. Ağlar balıkların üremesinde de sorun yaratıyormuş. Bu yüzden göl dibinin biran önce temizlenmesi gerekiyor.
Beyşehir Gölü'nde irili ufaklı otuza yakın ada var. Hacı Akif Adası'nda Roma döneminden kalma kalıntılar ve yüz metre uzunluğunda bir mağara var. Kubadabad Sarayı'nın kuzeydoğusundaki Kız Kulesi olarak bilinen ada aynı zamanda bir kuş cenneti. Sarayın harem dairesi olarak da kullanılan adada çok eski yerleşimlerin de izleri var.
Gölün temel sorunlarından biri Çarşamba ırmağına fazla miktarda su verilmesi ve göl tabanındaki düdenlerde oluşan su kaçağı. Gölden Isparta bölgesine de su verildiği için bazı yıllar su seviyesi ciddi boyutlarda düşmekte bu yüzden göldeki balık çeşidi azalmakta, göl çevresinde yerleşik ya da konaklayıcı kuş sayısı azalmaktadır.
Beyşehir'in ekonomisi tarım, hayvancılık ve balıkçılığa dayanıyor. Huğlu, Üzümlü ve Gencek beldelerinde ise tüfek yapımı büyük bir ekonomik girdi sağlıyor. Ülkemizde ilk av tüfekleri kooperatifi Huğlu'da kurulmuş, ikiyüzü aşkın atölyede yılda yaklaşık yirmibeşbin av tüfeği üretiliyor. Büyük bir turizm potansiyeline sahip olan ilçenin en büyük dezavantajı yöreye gelecek grupların kalabileceği bir konaklama yeri olmaması. Bunun dışında kamp yapmak isteyenler için, dağcılar, mağaracılar için çok seçenekler var. Anamaslar karlı zirveleri, zirvedeki krater gölü Karagöl ile dağcıların vazgeçemedikleri bir çıkış noktası. Dedegöl dağlarının kuzeyinde 1550 metrede bulunan Pınargözü mağarası, Derebucak ve Çamlık yörelerindeki Balatini, Körükini, Suluin gibi mağaralar eşsiz güzellikte doğal anıtlar.
Beyşehir Gölü ve çevresini gezebilmek için en güzel güzergah Isparta yolundaki Fele'den başlayarak göl kıyısından Beyşehir'e ulaşan yoldur. Bakımsızlık nedeniyle hayli bozuk olan bu yoldan Kurucuova'ya, oradan da Yeşildağ'a ulaşılır. Anamasların eteklerindeki yaylalar, İslibucak, Pınargözü kamp için bulunmaz alanlar. Yeşildağ'da, Leylekler Vadisi görmeye değer. Av sezonu boyunca Yeşildağ İskele civarında balık yenebilir. Deliktaş yaylası Yeşildağ'ın en güzel kamp alanlarından biri.
Merkezi bir konumda olması nedeniyle Beyşehir'e ulaşım imkanı yok. Çevreyi gezebilmek, tanıyabilmek için grup gezileri en ideali. Beyşehir çevresi bir günde gezilebilecek durumda değil. Bölge için en az iki gün gerekli ama konaklama sorunu var. Kamp için gideceklere seçenek çok, en iyisi de bu. Kubadabad Sarayı, Eflatunpınar, Fasıllar Anıtı, Leylekler Vadisi mutlaka görülmeli. En güzel günbatımı ise Taşköprü'den yada Eşrefoğlu Camisinin batısındaki sazlıklardan çekilebilir. Çekim sonrası İskele Balık Lokantasında içilecek bir balık çorbası ya da sazan ve levrek tava yiyerek günün yorgunluğu atılabilir.

Konya'daki ilk otomobil ve anıları

Konya'da ilk otomobil Birinci Cihan Harbi'nin ilk günlerinde gelmiş, zamanın valisi merhum Azmi Bey'in emrine verilmişti. Bu tarihlerden evvel Enver Paşa'nın Konya'dan otomobili ile geçtiğini görenler olmuş ise de bu bir istisna idi.
Konya'ya gelen bu makam otomobili ile vali Azmi Bey bir gün Karaman'a teftişe gider. Yol üzerinde Çumra köylerinden birine uğrar. Harman vakti herkes dışarıdadır. İşi ile meşgul, gök gürültüsüne benzer sesler çıkarak tozu dumana katıp gelen bir karaltıyı gören yedisinden yetmişine kadar bütün köylü işlerini bırakıp evlerine kaçarak kapılarını kilitleyerek mazgal delikleri gibi pencerelerinden olayı merakla takip ederler. Otomobil köy meydanlığında durur. Valinin yaveri ile maiyet memuru inerek ilk kapıyı çalıp muhtarı sormak isterler. Ses seda yok! Bu sefer iki taraflı önlerine gelen kapıları vurarak muhtarı sormak isterler. Fakat hiçbirinden cevap gelmez. Çaresiz otomobilin yanına gelerek vaziyeti valiye izah ederken karşıda elinde asası ile beli iki kat olmuş bir ihtiyarın kendilerine doğru şüpheli adımlarla yaklaşmakta olduğunu görürler ve adamın kendilerine gelmesini beklerler.
İhtiyar çekingen bir vaziyette 3 metre mesafeye kadar yaklaşıp selam verir. Selamın karşılığına doğru dürüst alınca bu sefer, "sizler in misiniz? cin misiniz?" diye sorar. Maiyet memuru, "ne iniz, ne ciniz senin gibi bizde bir insanız. Muhtarı çağır görüşeceğiz. Bak şu oturan beyefendi Konya valisidir" cevabını verir. İhtiyar hala duruma emin olmadığından şakın, şaşkın etrafa ve valiye baktıktan sonra "Muhtarı çağırırım amma üstüne binip geldiğiniz hayvanı, haşatı olmayan şu tekerlekleri bez sarılı nedir yahu? bir diyiverin" diye sorar. Valinin yaveri işin çok uzayacağını, bir türlü ihtiyara meram anlatmak imkanı olmayacağını anlayarak, işi kurnazlığa döker. "Bu sandık ne olacaktı ki? "Hazreti Ali efendimizin düldülü". Şimdi artık anladın değil mi? Git artık muhtarı çağır gel der". İhtiyar düldülü görmenin verdiği sevinç ve heyecan ile titreyen bacaklarına bütün kuvvetini vererek soluk soluğa muhtarın evinin kapısına koşup, yıkarcasına kapıyı hem çalar, hem de avaz avaz bağırır. "Ulan Mehmet tiz bir yol geliver. Ulan Konya valisi, Hazreti Ali efendimizin düldülüne binmiş de köyümüze gelmiş. Seni görecekmiş. Ulan dışarı çık, çabuk gel. Vali beyi fazla bekletme, sonu iyi olmaz" sözleri ile muhtarı evinden çıkartır. Birlikte yaka paça valinin yanına getirir. Muhtar vali ile konuşurken görerek bundan cesaret alan köylüler; kadın, erkek, genç, ihtiyar, çoluk, çocuk birer ikişer evlerinden çıkarak otomobilin etrafına toplanır ve korku ile bakmaya başlarlar. Bu sırada muhtarı getiren yaşlı köylü bağırır. "Ne duruyorsunuz? Ulan eşek gibi ne gamırdırsınız? İşte önünüzde Hz Ali efendimizin düldülü bu imiş. Durman! Herkes tozundan birer kez alarak dertli yerlerine sürecek olsa alimallah bütün dertlerinde kurtulur deva bulur" öğüdünü verince, otomobilin yanında bulunanlar üzerinde toz topaklanmış ne kadar yerler var ise avuç avuç yüzlerine gözlerine sürerken bir kısmı da çemberlerin uçuna çevrelerin içine toplayıp ileride lazım olur fikri ile çırpınırlar. Az sonra otomobil yıkamadan çıkmış gibi tertemiz olarak ortada durur vaziyettedir. Daha sonra Karaman istikametine harekete geçen otomobilin gürültüsünden bir kısım köylü evlerine kaçarken, bir kısmı da "kuş gibi uçtu, ciğerim kaçtı ciğerim!" diyerek yas tutarlar.

Bir Gezgin Gözüyle İlçelerimiz Tuvana'dan Ereğli'ye

Konya-Karapınar yolunu bozkır görüntüleriyle aşıp yüzüncü kilometreden sonra solunuzda, zirvesinde kaleleri, eteklerinde yer altı şehirleri ile Karacadağ kalır. Tam karşınızda doğudan batıya doğru uzanan Toros dağları görünür. Dağların etekleri yemyeşildir. Bozkır görüntüsünden sonra bu yeşillik nerdeyse büyüler insanı. Bu yeşillikler üç bin yıl öncesi Tuvana'nın günümüz Ereğli'sinin elma, kiraz, vişne, zerdali bahçeleridir. Torosların kar ve yağmur suları bereket saçar bu bahçelere ve Ereğli ovasına.
İvriz'deki ilk yazılı tarım anıtı da Torosların eteklerindeki ova topraklarının bereketini gösterir. Günümüzde 109 bin hektarlık ekilebilir tarım arazisinin yarıya yakınında sulu tarım yapılmaktadır.
Şam'lı Eb-Ül-Fida'nın Taksim-Ül-Buldan isimli eserinde önemli Rum şehirlerinden biri olarak bahsettiği Ereğli, stratejik konumu ve bereketli toprakları nedeniyle M.O. üç binli yıllardan bu yana önemli bir yerleşim yeri olmuş. Geç Hititler döneminde burada Tuvana krallığı kurulmuş, İvriz'deki ilk tarım anıtı da bu krallık döneminde yapılmıştır. M.O. 1200-742 yılları arasında hü-küm süren bu krallığın yıkılmasından sonra M.O 64 yılında Romalıların egemenliğine geçmiş, Bizans İmparatorluğunun hakimiyet alanına girdik-ten sonra ismi imparatorun ismi olan Herakliyus olmuştur. Taksim-Ül-Buldan'da da Heraklia olarak geçer. (İ.Hakkı Konyalı. Konya Tarihi.) Ereğli 1077 yılında Kutalmışoğlu Süleyman şah zamanında Anadolu Selçuklularının eline geçmiş, Karamanoğulları ile Osmanlılar arasındaki savaşlarda zaman zaman el değiştirmiş 1468 yılında Fatihin Konya'yı kesin olarak almasından sonra Osmanlı idaresine geçmiştir.
Tuvana krallığından kalan İvriz anıtı, Osmanlılardan kalan Ulu Cami, Rüstem Paşa Kervansarayı, Şifa hamamı, görenleri büyülemeyi sürdürüyorlar.
İç Anadolu ile Çukurova arasında stratejik bir konumda olan Ereğli'nin güneyi doğudan batıya Toroslar, kuzeyinde Hasandağı, Kuzeybatısında Karacadağ var. Deli Mahmutlu ve İvriz çayları Ereğli ovasının bereket kaynakları. İvriz çayı hem tarımda hem ilçenin içme suyu olarak kullanılıyor. Son yıllarda elli bin hektarlık bir alan ağaçlandırılmış. Konya'nın ekonomik düzeyi en yüksek ilçelerinden biri Ereğli. Bu yüzden, özellikle doğudan göç alıyor. Göçmenler genellikle inşaat sektöründe çalışıyorlar. Köy ve beldelere giden yolların büyük bölümü asfalt.
Selçuk Üniversitesi Ereğli Meslek Yüksek Okulu 1987 yılında öğretime geçmiş. Günümüzde 940 öğrenci, 22 öğretim üyesi ve yedi programla öğretim devam ediyor. Ereğli halkı şimdide ilçede bir fakülte açılması için çaba gösteriyor. Ereğli Polis Meslek Yüksekokulu ise yüz öğrenci ve elli personelle ikinci dönemden itibaren öğretime başlayacak.
İlçenin nüfusu 120 bin. 38 ilimizden daha büyük. Belediye Başkanı İnşaat Mühendisi Ahmet Özdoğan ile Kaymakam Cevdet Can iki genç yönetici. İlçenin sorunlarını çözmek için vargüçleriyle uğraşıyorlar.
Belediye Başkanı Ahmet Özdoğan bir yandan ilçeye hizmet etmeye çalışırken bir yandan geçmiş dönemden kalan borçları ödeme telaşında.
Her iki yöneticinin ortak tespiti olarak en önemli sorunlardan biri Ereğli Sazlığı (Akgöl) 1960 lı yıllarda 37 bin ha. Alanı kaplayan ve yüzlerce kuş türüne barınaklık eden Ereğli Sazlığı günümüzde 3. bin ha. kadar gerilemiş Ereğli-Karapınar-Ayrancı arasında, Torosların kuzeyinde yeralan Ereğli Sazlığı küçük karabatak, ak pelikan, tepeli pelikan, alaca balıkçıl, filamingo gibi yüzlerce kuş türüne barınaklık ediyor. Göçmen kuşları burada konaklıyor,. Önemli kuş alanlarından biri olarak (OKA) doğal sit alanı. Akgöl'ün su kaynakları olan İvriz Çayına İvriz, Karaman deresine Gödet Barajı yapılınca sazlığın su kaynakları kesilip çevresindeki sazlıklar fazla miktarda kesilmeye başlayınca Akgöl'de kurumaya başlıyor. Ereğli sazlığını tehdit eden bir başka tehlike ise ilçenin bütün atık sularının bu doğal sit alanına akması.
Belediye Başkanı Ahmet Özdoğan tehlikenin farkında. Bu yüzden arıtma tesisi kurmak ve Ereğli sazlığını Ramsay projesine sokmak için girişimlere başlamış. Arıtma tesisi gerçekleşirse yılda on milyon metreküp temiz su verilebilecek sazlığa. Ayrıca başka su kaynaklarının da sazlığa verilebilmesi için araştırma yaptıklarını belirten Ahmet Özdoğan, bunları gerçekleştirebilirsek on yıl sonra Ereğli sazlığı 1960 lardaki durumuna döner, diyor. Ereğli sazlığının kuruması iklimde de değişiklikler yapmış. Bu iklim değişikliği nedeniyle yaşanan don olayında Ereğli çiftçisi 30 trilyonluk zarara uğramış.
Ereğli bölgesine gelecek insanların konaklaması için dört yıldızlı bir otel projesi hayata geçirilmiş. Başkan A.Özdoğan İvriz'deki tarım anıtı da koruma altına alacaklarını belirtti.
Ereğli ovasında su kaynaklarının boşa harcanmasını önlemek için salma sulama yerine damlama sulama sistemine geçiliyor.
Kaymakam Cevdet Can'ın üzerinde önemle durduğu projeler var. Bunlardan biri (SARP) Sosyal riski azaltma projesi. Gelir düzeyi düşük vatandaşların gelir düzeyini yükseltmeye dönük bir proje bu. Ereğli'de 9 adet at pansiyonu (çiftlik) varmış. Bunun için atlı spor kulubü kurma girişimleri var.
Ereğli adını bütün dünyaya duyuran önemli kurumlardan biri İvriz Köy Enstitüsü olmuştu. 1941 yılında İvriz'in 9 km. batısında kurulan enstitü 1954 yılında İvriz İlk Öğretim Okulu'na dönüştürüldü. İlk müdürü Recep Gürel olan İvriz Köy Enstitüsü'nde 1954 yılına kadar 792 öğretmen yetişmişti. Bunların içinde Musa Eroğlu gibi çok ünlü isimler de vardı. Prof. Dr. Hüsamettin Akçay, Memiş Akdoğan, Celal Akın, Akkanat Holdingin sahibi Ali Akkanat, Hacı Angı, Dündar Aydoğdu, Prof. Dr. Ayşe Baysal, Galip Candoğan, Fevzi Çimen, Kemal Bayram Çukurkavaklı, Vehbi Durmuş, Süleyman Ege, İbrahim Gündüz, Mustafa Ertaş, Mevlüt Kaplan, Mehmet Koç, Mahmut Makal, uzun yıllar Güzel Sanatlar Müdürlüğü yapan Mehmet Özel, Hamit Özmenek, Mehmet Şahin, İsmihan Şirin, Mustafa Özer, İvriz Köy Enstitüsü'nün yetiştirdiği aydınlarımızdır. (M.Özer. İvriz Köy Enstitüsü. Anılar. 2001)
Dünyadaki ilk yazılı tarım anıtlarından biri İvriz'dedir. M.Ö.1200 - 742 yılları arasında hüküm süren Truva krallığından kalan anıt 8.yy. yapılmış. Hitit dönemine ait anıtta bereket tanrısı Tarhundas ile kral Warpalvas'ın figürleri vardır. Anıttaki yazıtta "Ben hakim ve kahraman Tuvana kral Warpalavas, sarayda bir prens iken bu asmaları diktim. Tarhundas onlara bereket ve bolluk versin." demektedir.
1426 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından yaptırılan Ulu Cami Selçuklu mimarisinin en özgün örneklerinden birisidir. 1116 yılında Selçuklu Sultanı 1.Mesut tarafından yapılan gözetleme kulesi yanına cami yapılınca minareye dönüştürülmüş. Yüksekliği 40 metre olan minare sekiz köşeli bir kaide üzerine oturtulmuş.
Rüstem Paşa Kervansarayı Kanuni döneminde Damat Rüstem Paşa tarafından yaptırılmış.
Ereğli'ye ulaşım kolay. Bir kavşak noktasında olduğu için her saat araç bulmak mümkün. Karaman'a 80, Niğde'ye 96, Aksaray'a 120, Adana'ya 200, Konya'ya 150 km. uzaklıkta.
Günümüzde Ereğli'de konaklama için uygun tesis yok. Dört yıldızlı bir otelin yapımı için faaliyete geçilmiş. Kamp yapmak için İvriz'de uygun yerler var. İvriz'deki alabalık tesislerinde yemek yenilebilir. Deli Mahmutlu Çayı vadisi doğa yürüyüşü için uygun.
Ereğli'nin çevresinde de görmeye değer tarihi ve doğal anıtlar var. Meke Gölü, Acı Göl, Karacadağ'daki yer altı şehirleri bunlardan bazıları.
Meraklısına Not: Ramsar sözleşmesi, 1971 yılında İran'ın Ramsar şehrinde imzalandı. Uluslararası olan bu sözleşme ile sulak alanların korunması ve geliştirilmesi hedefleniyor. Konya çevresinde 7 adet Ramsar alanı var. Meke Gölü, Kozanlı Gökgöl, Kulu Gölü, Ereğli Sazlığı, Akşehir ve Eber Gölleri, Kızören. (Merhaba gazetesi 20.11.2004)

Bölgemizde Doğa Yürüyüşü ve Kamp Alanları

Geçtiğimiz yıllarda Bursa'dan bir grup fotoğrafçı arkadaş gelmiş, onlara Beyşehir Gölü ve çevresindeki doğa ve tarihi özellikleri gezdirmiştim. Ayrılırken gurup başkanı arkadaş, gördükleri karşısında hissettiklerini şöyle dile getirmişti: " Bir fotoğrafçı için gerçek bir hazine buralar, siz Konyalı fotoğrafçılar gerçekten çok şanslısınız". "Şansımızın farkındayız" diye, yanıtlamıştım arkadaşı. Bir keresinde de Ankaralı bir gurup fotoğrafçıyı Meke Gölü'ne götürmüştüm. Bir güz günüydü, gün doğmamıştı daha. Sabah hafif bir sisin altında parıldıyordu Meke. Meke üzerinde gün doğumunu çekerlerken gurubun coşkusu görülmeye değerdi.
Konyalı fotoğrafçılar her zaman şanslı olduğumuzu düşünürüm. Şehrimiz merkezi bir konumda olduğu için, başka bölgelere her zaman rahatça ulaşma imkanı bulabiliyoruz. Zaten çevremiz fotoğraf için bulunmaz zenginliklere sahip. Bunun dışında şehrimiz çevresi, son yıllarda hayli rağbet gören doğa yürüyüşleri ve kamp yapmak isteyenler için çok güzel alanlara sahip.
Ulaşımı en kolay yürüyüş alanlarından biri Sille'den Gevele Dağı'na giden rotadır. Sillenin batısındaki vadiden Himmet Ölçmen barajına, oradan da Geveleye çıkılabilir. Gevelenin eteğindeki bağların arasındaki Paşa Çeşmesi'nde yemek yedikten sonra zirveye çıkılabilir. Gevele'nin güneyindeki Takkeli Dağ'da kamp yapmak ve gece ışıl ışıl Konya'yı seyretmeye doyum olmaz. Hele bir de dolunay varsa keyfiniz bir kat daha artar. Takkeli de kamp yapacaklar için dağda su olmaması. Bu yüzden tedarikli gitmek gerekiyor.

Şehrin kuzeyinde Doğu Dağı'nın zirvesindeki çeşmede bölgenin en güzel suyu akıyor. Şehrin gece görünümünü seyretmek isteyenler için bu kamp alanı da mükemmel. Sabah bir koyun sürüsünün sesleriyle uyanabilirsiniz burada.

KOP projesinin ana damarlarından biri olan Mavi Boğaz hem kamp için hem doğa yürüyüşü için mükemmel bir güzergah. Özellikle ilkbahar ve sonbaharda çok güzel oluyor Mavi Boğaz. Benim tercihim sonbaharda yürümek oralarda. Bahçeler bozulmuş oluyor ve yüksek dallarda kurumuş erikler, elmalar, asmalarda üzüm cingilleri biz gezginlere kalıyor. Mavi Boğazda güzün son günlerine kadar papatya görmemiz mümkündür. Mavi Boğaza Akören Avdan yoluyla ulaşabilirsiniz.

GüneysınırHabiller üzerinden yapacağınız bir yolculuk sizi ülkemizin en görkemli anıtlarından biri olan Yerköprü Şelalesi'ne ulaştırır. Yolu biraz uzatarak Hadim Aladağlardan inersiniz, Toroslar hayatınızda pek az görebileceğiniz manzaralar sunar. Bu bölgenin her tarafında kamp yapabilir ayrıcı Göksu Irmağı’nı takip ederek Aladağlara doğru yürüyebilirsiniz. Bazı kamp alanları var ki, her yıl birkaç kere gitmek isterim. Bunlardan biri Eğrigöl ve çevresindeki yaylalardır. Eğrigöl Torosların zirvesinde Geyik Dağlarının kuzeyinde bir göl. Güney yakasında Antalya Gündoğmuşlular, kuzeyinde Dedemli'nin yaylacıları yayla alırlar. Günbatımında ve gün doğumunda bir fotoğrafçı için mükemmel görüntüler sunar Eğrigöl. Hele muhteşem Geyik Dağları’nın görüntüsü gölün üzerine vurunca seyrine doyum olmaz. Eğrigöl' de kamp yapacaklar için odun sorunu vardır. Bu yüzden Dedemli'de kahvenin önünde kısa bir mola verip çay içtikten sonra, beldeden odun tedariki yaptıktan sonra yola düşmek en iyisidir. Damak zevkine önem verenler Göksu Irmağı’nın kaynağındaki alabalık tesislerinde nefis bir alabalık ziyafeti çekebilirler.

Bu yürüyüş ve kamp alanlarının her biri ayrı güzellikte. Tek tek yazmaya kalksam sayfalar yetmeyecek. Ancak on beş yıldan bu yana keşfettiğimiz Kilistra'yı bilmeyen yoktur sanırım. Bolat Deresi, Gevne Vadisi, Zengibar Kalesi, Yaban atları ile ünlü Karadağ, Meke, Çıralı, İvriz, Altınapa Yükselen, Yükselen Derbent güzergahları, Ballıkayalar, Yatağan Erenkilit Dağı, Yeşildağ, Deliktaş Yaylası, Kurucuova ve Anamas Yaylaları, Derebucak, Sultan Dağları, Beykonak hemen aklıma geliveren yerler.

Bazı şeyler var ki yazmak yetmiyor. Yaşamak gerekiyor. Yürümek gece doğanın koynunda, doğanın türküsünü dinleyerek uyumak, sabah kuş cıvıltıları ile uyanmak gerekiyor.

Konya Kitâbeleri ve Hat Sanatı

Hat Sanatı; (el Hattü hendesetün ruhaniyetin, yani: Cismani vasıtalarla yapılan ruhani hendese olup, sonsuz Allah'ımın Kalem Suresinde "Kalem üzerine andolsun" ayetiyle, "Kalem Vardır altın, kalem vardır kamış kalem de vardır hak aşkına susamış") dizeleriyle kalemin gücü ve siyah Nur'un hikmetine mazhar olmaktadır.
"Konya Kitabeleri ve Hat Sanatı" yazıma Konya Karatay (Çini Eserler) Müzesinden başlıyorum:
Karatay Medresesi, Sultan İzzettin Keykavus II. Devrinde, Emir Celaleddin Karatay tarafından, 649 H. (1251 M.) yılında yaptırılmıştır. Mimari bilinmemektedir. Osmanlılar devrinde de kullanılan medrese XIX. Yüzyılın sonlarında terk edilmiştir.
Anadolu Selçuklu devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan Karatay Medresesi, 1955 yılında "Çini Eserler Müzesi" olarak ziyarete açılmıştır.
Medrese Selçuklular devrinde Hadis ve Tefsir ilimleri okutulmak üzere "Kapalı Medrese" tipinde inşa edilmiştir. Tek katlıdır. Giriş doğudan gök ve beyaz renkli mermerden yapılmış kapı ile sağlanmaktadır. Kapı Selçuklu devri taş işçiliğinin şaheser bir örneğidir. Yazı ve desenlerle süslenmiştir. Kapının üzerinde Sülüs hatla yazılmış medresenin yapımı ile ilgili kitabesi yer almaktadır. Kapının diğer yüzeylerinde ise seçme Sülüs hat ayet ve Hadislere kabartma olarak yer verilmiştir.
Kapıdan, önce kubbe ile örtülü (şimdi üzeri açık) bir avluya buradan da bir kapı ile medreseye girilir. Medrese salonunun üzeri, merkezinde fener bulunan ve mozaik çinilerle kaplı kubbe ile örtülüdür. Kubbe kasnağında duvarların üst kısımlarındaki bordürlerde ve hücre kapıları üzerideki panolarda ayetler yazılıdır. Binanın batı yönündeki beşik tonozlu eyvanının kenarında Celî Sülüs Besmele ve Ayetel Kürsi yer almaktadır. Kubbeye geçiş elemanı olan üçgenler de ise Muhammed (S.A.V.), Musa (A.S.), İsa (A.S.), Davut (A.S.), peygamberlerin isimleri ile dört halifenin, Ebubekir (R.A.), Ömer (R.A.), Osman (R.A.) ve Ali (R.A.)'nın Kûfî hat sanatıyla yazılmış isimlerine yer verilmiştir. Eyvanın solundaki kubbeli hücre Celâleddin Karatay'ın türbesidir.
Medrese duvarlarındaki mozaik çinilerin geçmişte büyük bir kısmı dökülmüştür. Çinilerde kullanılan renkler, turkuaz (firuze, lacivert ve siyahtır).
Burada şunu da belirtmeden geçemeyceğim, Karatay Müzesi vitrinlerinde, Beyşehir Gölü kenarındaki Kubadabad Sarayı buluntuları arasında olan duvar çinileri, çini ve cam tabaklar ile Konya ve yöresinde bulunan Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait çini ve serâmik tabaklar, kandiller ve alçı buluntular da sergilenmektedir.
Sırçalı Medrese Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında 640 H. 1242 M. Yılında Fıkıh ilmi okutulmak üzere, Beddin Müslih tarafından yaptırıldığı, portali (giriş kapısı) üzerinde taş kabartma cel'î sülüs hüsni hat'dan anlaşılmaktadır. Medrese'nin içi turkuaz, kahverengi, mor ve siyah renkli çinilerle süslü olduğu için, Sırçalı ismini almıştır.
Eyvan kemerine ait nişin solunda ve yan kısmında bir madalyon içinde Medresenin mimarına ve çini ustasına ait şu kitabeler yer almaktadır: "Tuslu Mimar Osman Oğlu Mehmed bunu yaptı". Bu kitabenin karşıtı olan yüzeyde, Farsça olarak şu kitabe yazıl iken, zamanla çoğu dökülmüştür. Kitabenin Türkçesi (sülüs Hüsni Hat) "Hatıra olsun diye bu süslemeyi yaptım; Ben ölürüm, bu yâdigar kalır."
Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus II. Devrinde, vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından, Hadis ilim okutturulmak üzere 125879 yılları arasında İnceminare (Taş ve Ahşap Eserler) Müzesi mimar Abdullah bin Keluk'un nezaretinde inşa edilmiştir. Doğusunda yer alan taçkapı Selçuklu devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır. Taçkapı Celi Sülüs Hüsnü Hat'la "Fetih" ve "Yasin" sürelerinden ayetler ile bitkisel ve geometrik motiflerle süslüdür. Kubbe kasnağında Kûfî yazı ile "ElMülkülillah"ile avlunun da kapıları ve pencere alınlıkların da geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş "Ayetel Kürsi" yazılıdır.
Müzede Selçuklu, Karamanoğlu ve Osmanlı devirlerine ait, taş ve mermer üzerine oyma tekniğiyle yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle yapı ve tamir kitabeleri, Konya Kalesine ait yüksek kabartma rölyefler, mermer üzerine işlenmiş mezar şahidesi ve sandukalar vardır.
Başkenti Konya olan Selçukluların çift başlı kartal ve kanatlı melek figürlerinin en güzel mermer kabartma mimari örnekleri de vardır.
ALÂEDDİN CAMİ'İ: Alâeddin Mamuresi, adını verdiği tepenin kuzey doğu köşesine, köşkünün güneyine kurulmuştur. Çeşitli devirlerin mimari örneklerini, (Mahvüispat) yoluyla meydana getirilen bir çok ilavelerini bu camide barındıran mamurenin mecrası Osmanoğullarının İstanbul'daki Topkapı Sarayı'ninkine benzer. Mamurede tek, muntazam bir plan aranmamalıdır.
Kapının üstünde güzel bir sülüs ile şu üç satırlık kitabe okunur: kitabenin tarih mısrasının noktalı harfleri Ebced hasasına vurulunca 1037 rakamını buluruz. Alâeddin Cami'nin tamir kitabesidir. Mâbeddde yer yer gedikler açıldığı ve münderis olduğu için 1037 H., 1889 M. Yılında II. Abdülhamid'in zamanında Konya Valisi Surirî Paşa'nın teşebbüsü ile tecdit edilmiştir.
Kitabedeki (münderis) ve (tecdid) kelimelerine dikkat etmek lazımdır. 95 sene önce cami çok harapmış. Kitabenin üstünde bir madalyon içinde II. Abdülhamidin (Elgazi)'li bir tuğrası vardır.
Kuzey cephede 3 kapı ile altı kitabe vardır:
Birinci kapı: Zarif bir mermer sövesi bulunan bu kapının eni 1,67 m. dir. Şimdi kapının eşiği yerden 3,50 m yüksekte kalmıştır. Kapının zıvanalı kemerlerinin üstünde sekiz şualı bir yıldızın ortasında güzel bir Selçuk Celi sülüsü ile dört satır halinde şu Arapça kitabe okunur: ("Bu mübarek caminin tamamlanmasını; emirelmüminin'in burhanı büyük sultan fetih babası KılıçArslan zade şehit Sultan Keyhüsrev'in oğlu Alâeddin Keykubad emretti.")
İkinci Kitabe
Birinci kapı kitabesinin sağına yerleştirilen beyaz mermere iki satır halinde şu şekilde oyulmak suretiyle yazılmıştır.: (Cel'i Sülüs) tercümesi şudur: (Mamurenin mütevellisi Atabeyî Ayaz'dır. Şam'lı Havlan oğlu Mehmed yaptı) yani Alâeddin Caminin mütevelli ve mimar kitabesidir.
İkinci kapı: Bundan sonra mabedin 4,70 m. genişliğinde asıl tak kapısı gelir. 2,15 m eninde olan kapı şimdi zeminden 2,40 mt yukarıda kalmış ve sonradan örülerek kapatılmıştır. Kapının iki tarafında birer payanda vardır. İki payandanın arasındaki açıklık 9 mt dir. Kapının iç çerçevesi morca mermerdendir.
Somak mermerden ikinci bir çerçeve birincisi sarar. Bu çerçeve Karatay kapısına benzemektedir. Kapıyı üç tarafından 42 yapraklı bir süs sarar. Her yaprağının içine Celi Süslü Hat'la Fetih Suresinin bir kelimesi yazılmıştır. Besmele'de kapının sağındaki üçüncü çerçevenin alt tarafına oyma olarak yazılmıştır. Kapının iki tarafında helezoni süslü iki gömme sütuncuk görülür. Başlıklarında yapraklar vardır.
Tak kapının mor ve beyaz mermerlerin birbirlerine yarım daire şeklinde geçirilmesiyle meydana gelen büyük kemerinde Türk taşçılık sanatının en yüksek örneğini görüyoruz. Dantelleşen bu kemerin iki tarafına mor ve beyaz mermerden kitabe şeklinde geniş süsler yapılmıştır. Karatay Medresesi kapısının kemeri ve yazıları ihtiva eden çerçevesi aynen bu kapıdan kopya edilmiştir. Yalnız buraya üç de göbek yerleştirilmiştir. Denilebilir ki bu kapı müsveddedir. Karatay'ınki bunun temize çekilmişidir.
Üçüncü Kitabe: Bu muhteşem kemerin altında devrinin nefis bir celi sülüsü ile kabartma halinde üç satırlık Arapça kitabeye göre
Bu cami mütevelli Atabeyi Ayaz'ın elinde I. Alâeddin Keykubad zamanında 617 H. 1220 M. Yılında tamamlanmıştır.
Tak kapının solunda bir kitabe yuvası vardır. Bu yuva iki mini mini sütunun ortasında ve dantel gibi zarif bir kemerin altındadır. Kitabenin üstünde altı köşeli taştan bir mozaik süs vardır. Tam ortasındaki altı şualı bir yıldıza müsenna hatla (Muhammed) kazılmıştır. Bunun etrafındaki altı beyaz mozağide kabartma olarak Sülüs Hat'la (Lâilahe İllallah Muhammedürrasulullah) yazılmış olup, bu mozayik Selçuk taşçılık sanatının çok muvaffak olmuş bir eseridir.
Dördüncü Kitabe: Bu süsün altındaki 1,90 enindeki taşta beş satır halinde şu kabartma okunur. Bu kitabeye göre bu caminin inşasını 616 yılı aylarında I. Keykavus emretmiştir. Mabedin inşasınada Mütevelli Atabeki Ayas nezaret etmiştir.
Beşinci Kitabe: Bu kitabe tek kapının sağındadır. Güzel bir kemerle süslenen bir çerçevenin içindedir. Kitabenin üstündeki mor bir taş hendesi şeklinde oyulmuş ve aralarına beyaz mermerden işlenmiş süslü parçalar geçirilmiştir. Bunların ortasında açılmış gül şeklinde bir göbek vardır. Altında da şu dört satırlık eski Türkçe Cel'i Sülüs hat kitabe görülür.
Kitabeyi şöyle tercüme edebiliriz: (Bu mescidin ve türbeyi mutahherenin yapılmasını; Emirelmüminin yardımcısı Fetih babası, Kılıçarslan zade Şehit Sultan Keyhüsrev'in oğlu Alâeddin Keykubad; Ayaz Atabeki'nin tevelliyeti ile 616 senesinde emretti.)
Üçüncü Kapı: Bu kapı muhteşem duvarın sonundan kuzeye açılmaktadır. Bu kapının üstünde burç dişleri yoktu. Bu kapı köşkün ayakta kalan eyvanının karşısına rastlanmaktadır.
Altıncı Kitabe:Kapının kemeri üstündeki mermere yerleştirilmiş bir tabak halinde yuvarlak bir çini kitabe vardır. Kitabe iki daire şeklinde o kadar güzel olmayan bir Selçuk Cel'i Sülüsü ile yazılmıştır. Dış dairede irice yazı ile yukarıdan başlamak suretiyle yazılan şu parça vardır. İç dairede okuduğumuz daha küçük yazılı kitabe dış dairedekini tamamlamaktadır. Kitabede vaktin hükümdarı Sultan Alâeddin anıldıktan sonra (Bu, peygamberin hicretinin 617. yılı aylarında Kerimüddin Erdişah tarafından yapıldı) denilmektedir.
Dördüncü Kapı: Bu kapı kuzey duvarının bittiği noktadan 16,30 m mesafede ve topraktan 1,16 m yüksekliktedir. Sövelerinde başka bir eseri mimariden alındığı anlaşılan iki taş kullanılmıştır. Sağına da üstünde yedi satırlık Yunanca kitabe bulunan bir taş yerleştirilmiştir.
Altıncı Kitabe: Kapının kemeri altındaki mermerde Selçuk Hüsnü hat Sülüsü ile bu tarihsiz kitabede yalnız [Alâeddin'in adı anılmıştır.]
Yedinci Kitabe: Mabedin dışarıdan yedinci Selçuklu kitabesi yerden 1,40 metre yükseklikte 1,60 m eninde kemerli ve içerlek bir yere konmuştur. Burası sıvandığı için bir kapı veya pencere yerimidir, yoksa bir kitabelik mi bilinemiyor. Kemerin altındaki mermerle güzel bir sülüs ile şu üç satırlık kitabe vardır:
Mihrabın üç tarafını nefis bir Selçuk, Hüsnüi Hat Sülüsü besmele ve Kürsi Ayeti sarmıştır.
Mermer mihrabın üstünde Hüsn'ü Hat Osmanlı Sülüsü ile (KÜLLEMÂ DEHALE ALEYHA ZEKERİYYAELMİHRÂB sene 1307) yazılıdır.
Çini mihrabın üstünde kûfi bir yazının çiçeklendiği, sağır kubbede şaheser Selçuk çinileriyle yıldızlı gökler aksettirilmiştir.
Bu çinilerde semânın rengi olan mavi hakimdir. Muhtelif üçgenlere ayrılan satıhlardaki mavi, ak, siyah renklerle işlenmiş zeminlere hendesenin en zor şekillerinden süsler yapılmıştır. Bu şekillerin içinde dokuzar şualı yıldızlar görülür. Kubbenin askı köşelerindeki ikişer köşede üçgen de Dübbi Eker, Dübbi Asgari tanzim ediyormuş gibi beşer şualı, yedişer ve sekizer yıldızdan müteşekkil burçlar vardır. Bediî zevki yüksek insanlar bu manzaranın karşısında heyecanın en tatlısını tadarlar.
Kapının kemerinde sanatkârın eli sert ağacı bir dantel gibi işlediği görülür. Kemerin üstündeki levhaya nefis bir kûfi ile bir satırlık kitabe yazılmıştır.
Kapının söve boşluklarındaki ve üstündeki meyillere Selçuk Neshi ve noktasız harflerle sonradan bir kitabenin işlendiği görülür.
Minberin sağ ve sol korkuluklara yukarıdaki kollardan başlayarak nefis bi Kûfî Besmele ile Kürsî ayeti ve Âli İmran Suresi ayetleri işlenmiştir.
İslâm yazısının, Batı'da plastik sanatlar içinde değerlendirilmesi oldukça yenidir. Clement Huard' ın 1908'de Paris'te yayımlanan "Müslüman Doğunun Minyatür ve Hat Sanatçıları" Leş Calligraphes etle Miniaturistes de (Orient Musulman) adlı kitabından buyana, zaman zaman İslâm Sanatı üzerine küçük incelemeler yayımlanmıştır. Ancak 1950' lerden sonra, hat sanatına lâyık olduğu önem verilmeye bağlanmış ve hat sanatı "şarkiyatçıların" (Oriontalistes) ilgi alanının dışında, sanatın evrensel nitelikleri göz önünde tutularak değerlendirilmiştir.
Yazının sanata dönüştüğü iki uygarlık vardır yer yüzünde. Uzakdoğu (Çin ve Japon) ve İslâm Ülkeleri.
Bu ülkelerden yazı, Batı'daki resim gibi, gerçek bir sanat durumuna gelmiştir: sözcüklerin anlamından çok yazının kendisi estetik bir anlam kazanmıştır. Ancak söz konusu yazı sanatlarını Batı resmiyle karıştırmamak ve karşılaştırmamak gerekir. Söz konusu resim, hat sanatına çok yakın soyut resimler olduğunda bile.
Resim ana öğesi renktir. Ne renk ne de resmin diğer öğeleri ışık "açıkkoyu" lekeler, tonlar hat sanatında vardır. Renk söz konusu olduğunda ancak süsleyici bir nitelikte olur. Dolayısıyla, hat sanatına resim gözüyle bakmak yanlıştır. Doğuşu, gelişmesi, amacı ve kuralları, resim sanatının dışında olmuştur. Yazı, resme dönüşüp bir sureti (bitki, hayvan, insan) yansıttığında bile resim değildir. Bir "yazı resimdir."
İslâm hat sanatı içinde, Türk Hat sanatının ayrı bir yeri vardır. Arap alfabesiyle, İslâmlığı kabul etmeleriyle karşılaşan ve bu dini kabul ettiklerinde de alfabesini de (büyük ölçüde) kabul eder. Türklerde hattın bir sanat durumuna gelmesi ve özellikle "Türk Hattı" diye nitelenebilecek bir yazı üslubunun ortaya çıkışı Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleşmiştir.
Uzmanlar bu anlamda, Türk Hat sanatını Şeyh Hamdullah ile başlatırlar. Yakut Mustasnî'nin yazı kurallarını gözden geçiren ve onlara yeni biçimler, yeni ölçüler getiren, dolayısıyla yep yeni bir yazı üslubu ortaya koyan ilk Türk hattatı kuşkusuz Şeyh Hamdullah'tır (14361520). Hat sanatında yol açan büyük ustalardan biri de Ahmet Karahisarî'dir (14621556). Bu hattatların hat sanatına getirdikleri yeniliklere, kişisel üsluplarına baktığımızda onları yalnızca Türk Hat sanatının kurucuları olarak görmüyoruz. İslâm Hat sanatında yepyeni bîr "el" yepyeni bir üslup olarak görüyoruz. Yazılarının bir "Besmele" (Allah'ın adıyla başlarım) ya da Kuran'dan bir âyet olması, ya da Kuran'ın bir cüzü ya da tümü olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü bizi (hiç değilse bugün) ilgilendiren, sözcükleri değil, yazıdır,
İslâm Hat sanatında çeşitli yazı türleri vardır. Talik, Nesih, Sülüs, Kufi, Müsenna hat, Muhakkak, Rikka, Reykanî, Divani, Tuğra hat, Küfi...
Bu türlerin de bazıları birleşerek yeni bir yazı türü oluştururlar: CelîTalik, Celî Divanî, Celî Sülüs gibi. Bu arada Yunus Emre'nin şiirlerinden tarafımdan HAT SANATI'na alıntıları yazmadan geçemeyeceğim.
(Türk hattatları şu dizelerdeki duyguyu) Çizginin Gücü: Doğrusuyla, eğrisiyle
"Menzili ırak bu yolun
Bu yola kim varası
Müşkülü çok bu yolun
Bunu kim başarası"
( Yunus. Dergâh 413. s. 126 )
Çoğun Birliği Birin Çokluğu:
"Adım adım ileri
Bu âlemden içeri
On sekîz bin 'alemi
Gördüm bir dağ içinde"
(Yunus, 12.s. 110 Değişimin Dengesi)
"Gönül yüksekte gezer
Daima yoldan azar
Dışyüzüne o sızar
İçinde ne varsa ise"
(Yunus 17. s. l 17 )
"Onun nuru karanlığı
Sürer gönül hücresinde
Beş karanlık nur ile
Bir hücreye nice sığar"
(Yunus, Divan 286.S )
"Sakıngil yarin gönlün
Sırçadır sınmayasın
Sırça sındıktan gerü
Bütün olası değil"
(Yunus 45. s. 152 )
Arayış:
"Çeşmelerden bardağın
Doldurmadan kor isen
Bin yıl orada dursa
Kendi dolası değil"
(Yunus 45.s. 152)
Bazı kitabelerde: İçinde bir araya getirmişlerdir. Örneğin birinci satır Sülüs, ikinci satır Muhakkak üçüncü satır Nesih üslüpta yazılmıştır.
Tuğra ve Divanî yazı ise Türklere özgü hat türleridir.
Gerek Tuğraların, gerek Kuran'ın, gerek l8. yüzyıldan sonra gelişen levhaların tezhipleri de Türk hat ve kitap sanatı İçinde bir özellik taşır.
İslâm sanatında, özellikle "Hat'ta Rönesans (yeniden doğuş) Osmanlı Türk toplumunda ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Saraydan Tekkelere uzanan, camî levhalarında, kitabelerde, saray, çeşme süsleme seramiklerinde, mezar taşlarında, sanduka ahşaplarında, dokuma kumaşta, işlemede ve yazmada kendini gösteren hat sanatı, Osmanlı Türkü'nün en önemli sanatlarından biri (belki de birincisi) durumuna gelmiştir.
Türk hat sanatında on binlerce yaptığım inceleme ve araştırmalarımda hattın şu eski tarifi olan Cismanî vasıtalarla yapılan ruhanî hemdese ve Yunus Emre'nin şu dizelerini çağrıştırdı:
"Alimler ulemalar
Medresede bulduysa
Ben harabat içinde
Buldum ise ne oldu."
Yunus, Divan 103s.242
"Girdim gönül şehrine
Daldım derinlere
Aşk ile seyrederken
İz buldum can içinde."
(Yunus 13. s.110)
Hattat yazıya başlarken, Rabbiyessir velâtüassir rabbitemmin bilhayr'la başlar. (Allah'ım zorlaştırma kolaylaştır. Hayırlısıyla sona erdir.) Bundan sonra gerek kağıda ve gerekse taş kitabelere hat' tın bir tarifi olan ruhani hendese başlar.
"Konya Kitabeleri ve Hat Sanatı" yazıma ileriki bir tarihte Abdülaziz Mescidi, Abdülmümin Mescidi, Akıncı (Aslantaşı) Mescidi, Aksinne Mescidi, Alevi Sultan Mescidi, ve Türbesi, Amberreis Camii ve Türbesi, Aziziye Camii, BaşarebeyFerhuniye Mescidi, Beyhekim mescidi, Bulgurdede Mescidi, Sadreddin Konevi Camii ve Türbesi, Sahibata Larende Camii, Sahibata Mescidi(Dön Baba Tahirle Zühre Mescidi vs. ile TÜRBELER (Akıncı Türbesi, Kalender BabaŞeyh Ebu Bekir Türbesi, Mevlana Müzesi, Siyavuş Türbesi vs. gibi ), MEDRESELER ve DARÜLHADİSLER (İplikçi (Altunba) Medresesi, Türbei Mevlana Medresesi, Medresei Celaliye vs.) TEKKE ZAVİYEHANKAHLAR (HızırilyasAyabakan Tekke ve Türbesi, Şemsi Tebrizi Zaviyesi ve Mezarlığı vs.) DARÜLHUFFAZLAR (Akif Paşa Mektebi, Hacı Ali SeyrafiMuallimhane, Hasbeyoğlu dar'ül huffası vs.) İMARETHANELER (İbrahimbey imareti, Sultan Selim İmareti vs.) KONYA ÇEŞME Kitabeleri, HANLAR ve KERVANSARAYLAR, Konya HAMAM SARNIÇ, KÖPRÜ, DEĞİRMEN ve KÜTÜPHANE ve MÜZELERİNDEKİ Konya kitabelerini ilerideki sayılarda yayınlanabilmesi için araştırmama vesile olan Ali cenap insan, nazik ve nazenin gönül adamı, aziz dost, sanatsever Yrd. Doç. Dr. Caner Arabacı Beyefendiye teşekkürü bir borç bilirim.
KAYNAKÇA
KONYALI İbrahim Hakkı (Yeni Kitap Basımevi) Konya Tarihi
Kitabelerin Yerinde Tarafımdan incelenmesi Konya; 1964
ALPARSLAN, Ali, Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul 1999.
ALPARSLAN, Ali, Ünlü Türk Hattatları, Ankara, 1992.
ARSEVEN,Celal Esad, Türk Saat Tarihi, Menşeinden Bugüne Kadar, Mimari, heykel, Resim, Süsleme ve Tezyini Sanatlar, İstanbul, tarihsiz.
AYVERDİ, Ekrem Hakkı, Fatih Devri Hattatları ve Hat Sanatı, İstanbul, 1953.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Md.lüğü Tanıtım Broşürleri
BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı, Türklerde Yazı Sanatı, Ankara 1958.
DERMAN, F. Çiçek, "Osmanlı Asırlarında Üslup ve Sanatkarlarıyla Tezhip Sanatı", Osmanlı, II. Cilt, Ankara, 1999. Derman M. Uğur, "Osmanlı Türklerinde Hat Sanatı", Osmanlı, II. Cilt, Ankara, 1999.
DERMAN M. Uğur, Türk Hat Sanatının Şaheserleri, İstanbul 1982.
EDGÜ Ferit, Türk Hat Sanatı (Karlamalar Meşkler), İstanbul tarihsiz.
HABİB Bey, Hat ve Hattattan, İstanbul, 1305 (1888)
RADO, Şevket, Türk Hattatları, İstanbul, (1984)
SERİN, Muhiddin, Hat Sanatımız, stanbul, 1982.
SERİN, Muhiddin, "Osmnlı Hat Sanatı", Osmanlı, II. Cilt Ankara, 1993 (Soru)
ÜLKER, Muammer, Başlanıcından Günümüze Türk Hat Sanatı, Ankara, 1987.
ÜNVER, A. Süheyl, Türk Yazı Çeşitleri ve Faideli Bazı bilgiler, İstanbul 1953.
YAZIR, Mahmud Bedreddin, Medeniyet Aleminde Yazı ve İslam Medeniyetinde Kalem Güzeli1,I, Ankara, 1972, 1972; II, Anakra 1974; III, Ankara, 1989.

Tekke Mezarlığı ve Mursaman Türbesi

İbret alma maksatlı mezarlık ziyaretleri inancımızın bir gereğidir. Bundan dolayıdır ki, kimimiz sık sık, kimimiz de dinî bayramlarımızın arifelerinde yahut ilk günlerinde buraları ziyaret etmeğe çalışırız. Böyle mezarlık ziyaretlerim esnasında, kendi yakınlarımın kabirlerine ulaşıncaya kadar, "Mezar taşı okumak unutkanlık yapar!" örfî inancımızın baskısından kurtularak, ibretli veya duygulu metinler taşıyan bazı mezar taşlarını okumaktan kendimi alamazdım. Bunların arasında mutlaka bir yerlere kaydedilmesi gerekenler mevcuttu. Öte yandan, geçtiğimiz yıllarda Konya İdadisi muallimlerinden iyi bir şair, enteresan bir kişilik olan Ayaşlı Şakir'i araştırmam esnasında, mezkûrun mezar taşı vesilesiyle Sırçalı Medrese'deki mezar taşlarını alıcı gözle taradım. Aman Allah'ım!.. Bu taşların da pek çoğu yapımlarıyla, üzerlerindeki mısralarıyla bediî bir zevkin ürünleri, tam birer sanat eseriydiler. Müze, tarihî bir ayıbımızı bağrında yaşatıyorsa da (Şems, Konevî... gibi bazı mezarlık ve türbelerimizin başına gelen talihsizlik erbabının malumudur); bu mezar abidelerinin korunması gibi bir hayra da vesile olmuştu. Farklı bir görüş açısıyla, zaman ve insan elinin hoyrat darbelerinden kaçırılan bir avuç taşın yanı sıra, mezarlıklarımızda aynı korumayı bekleyen, kaderlerine terkedilmiş daha yüzlercesi mevcuttu. Bunlar için birileri bir şeyler yapmalıydı. O birileri duradursun, ben kendi payıma düşeni, yapabileceğimi yapmayı aklıma koydum ve baharla birlikte de mezar taşlarıyla ilgili tasarılarıma çıkış (start) verdim.
İşte bu amaç doğrultusunda Tekke mezarlığındayım. Halk arasında Hocacihan Türbesi olarak ünlenen Mursaman Türbesi'ni mezarlık ziyaretinin sonuna bırakarak mezarlığın giriş kapısında beni karşılayan güleç mezarlık bekçisine kendimi tanıtıp amacımı açıklıyorum. Bunun üzerine eski yazı okuyup okuyamadığımı soruyor. "Ehh... okumaya çalışırım." demem üzerine "Gelin." diyerek önüme düşüyor. Mezarlığın giriş kapısının hemen yanından sol kolumuza yöneliyoruz. Seyrek mezarlı bu küçük alanda Sille taşından mamul üç beş eski mezar taşı görülüyor. Bekçinin merakının geçmesi için yazıları kaybolmaya başlamış mezar taşlarından birine yönelip sesli olarak okuyorum: "Hüvel Hallâku'lBâkî / Elmerhûm ve'lmağfûr Mehmed bin Hüseyin / Ruhuna fatiha / Sene 1214"... Yüzü takdir görüntüsü yansıtan bekçiye teşekkür ederek, kendi işine dönebileceğini, bundan sonrasını halledebileceğimi kibarca bildiriyorum. Artık tek başınayım.
Önüme çıkan tek tük eski mezarlar, gerek yapıları gerekse metinleriyle beni tatmin edebilecek nitelikte değil. İlginç bulduğum yeni mezar taşlarını resimliyorum. Hoşnutsuz bir şekilde mezarlığın giriş kapısına yaklaştığım bir esnada asıl aradığımı buluyorum. Bu, gelin duvağı gibi işlenmiş, zarif görünümüyle bir genç kadın mezarı... Üzerinde mutlaka duygulu birkaç mısra da taşıyordur. Hızla hedefime yaklaşıyorum. Tam düşündüğüm gibi. Yeri gelmişken yetkililere seslenmek istiyorum. Her yönüyle sanat eseri olan bu gibi mezarlar bir an evvel koruma altına alınmalı. Zira zamanın darbeleri yanında, ne yazık ki nebbaşların (mezar soyucuların) talanına uğramışlarına da tanık olduk.
Zarif mezar, demir kafes içine alınmış. Mezarın baş ucuna doğru demir kafese beyaz mermerden elips şeklinde bir kitâbe raptedilmiş. Güzel bir Ta'likle hakkedilmiş kitâbe metninde şu satırlar yer alıyor: "Konya Merkez Jandarma Takım Kumandanı Birinci Mülazım Ali Rıza Bey'in zevcesi İstanbul Beşiktaş Abbas Ağa Mahallesi Yıldız Sokağı'nda 62 numaralı hanede Mütekaid Kuşçubaşı Hacı Mustafa Efendi kerimesi Mükerrem Hanım ruhuna fatiha 1927 1346"
Mezarın baş ucu taşına ise aşağıdaki mısralar hakkedilmiş:
"Ecelin bilmek için maksadını
Güzelim gül şu kadın merkadini
Bu kadın teşne iken a'ileye
Düştü bir facialı ha'ileye
Yumuyorken o güzel gözlerini
Duymadı kimse boğuk sözlerini
İki evladı Metin ile Mübîn
Annesiz kaldı küçükten ne hazîn
Zevci bir yanda harâb oldu harâb
Çekiyor muttasıl âlâm ü azâb
Genç iken öldü Mükerrem heyhat
Yıktı bu a'ileyi âh bu vefât"
Bu mezarın ayak ucunda yine demir kafes içine alınmış başka bir mezar... Mezar taşları yok, sadece demir parmaklıklara raptedilmiş elips şeklinde mermer bir kitâbe... Onun metni de Ta'lik yazıyla... "Külli nefsin zaigatü'lmevt / Sâbık Galatasaray Sultânîsi muallimlerinden Hoca Osman Efendi kerimesi Safiye Hanım'ın ruhuna fatiha / 1926 1345"...
Bu mezarın da ayak ucu tarafında, yine demir kafes içinde baş ucu taşı tepesi sarıklı bir başka mezar... Belli ki sahibi ulemâdan... Ta'lik yazılı kitâbenin en üstündeki "Hû" yazısı, mezar sakininin Mevlevî olduğunun bir göstergesi. Nitekim kitâbe metni tahminimi doğruluyor...
"Cânişîn Hazreti Monlâyı Rûm'un kâtibi
Ehli dil Nûrî Efendi eyledi azmi bekâ
Yirmi iki sâl o hidmetle olub evkâtgüzâr
Pîşesi bir kimseyi incitmemekti da'imâ
Gûş iden târihi menkûtun olur âmînhân
Menzilin rûşen ide Nûrî Efendi'nin Hüdâ
Fi 2 Zî'lka'de sene 1327"
Noktalı harfleriyle tarih düşürülen bu kitâbenin hâllini ehline bırakarak mezkûr mezarın ayak ucu taşına geçiyorum. Ayak ucu taşı kitâbesini okuduğumda mezar daha da ilginçleşiyor. Zira, bu mezar, karıkocayı birlikte bağrında misafir ediyor. İşte kitâbesi:
"Mumâileyh Nûrî Efendi'nin zevcesi ve Avukat Mümtâz ve Doktor Münîr Beylerin vâlidesi Azîze Hanım merhûme de burada medfûndur Cenâbı Hak rahmet eyleye
3 Kânunı Sânî 1927"
Bu mezarlardan, mezarlığın giriş kapısına doğru yöneldiğim anda zamanın yok edici darbelerinden nasılsa korunmuş sille taşından bir mezar dikkatimi çekiyor. Tepesi fesli mezar, bir memura ait olmalı. Yaklaşıp mezar taşını okuyorum. Yalnız, bu küçük mütevazı Sille taşlı mezarın sakini biraz yüksekçe bir memur:
"Sâbık Konya Valisi Mustafa Kâzım Bey'in ruhuna fatiha
13 Kânûnı Sânî 926"
Bulunduğu konum itibariyle Şems Mezarlığına defnedilmesi gereken bu mevtânın Tekke Mezarlığına havale edilmesi de başka bir ilginç durum...
Sonunda Hocacihan yahut Mursaman Türbesi karşısındayım. İki farklı cepheden fotoğrafını çektikten sonra mezarlık görevlisine kilitli olan türbe kapısını açıp açamayacağını soruyorum. Hiç tereddütsüz: "Hay hay, açayım efendim." deyip anahtarı koşturuyor. Türbenin batı tarafına bakan asıl giriş kapısı, daha güney cephesinden korumaya alınmış. Güneye bakan yeşile boyanmış kafesli demir kapı, sapasağlam zincirlenip, zincirin iki ucu asma kilitle tutturulmuş. Görevli kapıyı açtıktan sonra ayakkabılarımızı çıkararak girmemizi ihtar ediyor. Etrafı ince çıtalarla kapatılmış merdiven basamakları eski fakat tertemiz halıfleks parçalarıyla kaplanmış. Bekçinin ihtarı olmasa da insan bu temizliğe kıyıp ayakkabılarıyla basamaz zaten. Üçüncü basamakta, türbenin cenazeliğinin yeşil boyalı demir kapısını aralıyorum. Türbe elektrikle aydınlatılmış. Cenazeliğin tam ortasında ve yassı tuğladan bir Selçuklu kemerinin altında yer alan sanduka, hacı işi küçük seccadelerle kapatılmış. Kemerin ortasına tutuşturulmuş karton üzerine mavi tükenmezle yazılmış "YUMURTA KIRMAK YASAKTIR" levhası dikkatimi çekiyor. Tabii bekçiye soracağım soruların sayısı da artıyor. Buranın da resmini çektikten sonra ışığı söndürüp cenazelik kapısını örterek dışarı çıkıyor, dış kapıyı sağlamca zincirleyip kilidini bastıktan sonra betçinin yanına yürüyorum. Teşekkür edip anahtarı teslim ederken türbe ve buradaki batıl uygulamalar hakkında malumat bekleyen sorularım karşısında, bekçi mahcup bir şekilde, buraya yeni atandığı mazeretine sığınıyor. Verdiği cüzi bilgi de çocukları rahatsız annelerin türbedeki uygulamaları hakkında. Bu uygulamalardan birisi çocukların elbiselerinden bir parçayı türbe kapı ve pencere kafeslerine bağlamaları, diğeri de yumurta kırmaları... Birinciyi anladık; yalnız ikincisi ilginç. Bizim bildiğimiz yumurtalı büyüler, birilerinin aralarını açmak amacıyla kullanılırdı. Neyse... En iyisi Konyalı'ya müracaat etmek...
Sözün burasında Belediyelerimizden yahut Vakıflardan bir beklentimizi vurgulamadan geçemeyeceğiz. Bu kabil ata yâdigârlarının çoğunda bilgi tabelaları yoktur. Gözden ırak olsalar da; gerek yapıları, gerek sakinleriyle ilginç olan böyle yerlerin, görenlerin merakını giderecek tabelaları mutlaka bulunmalı.
Şimdi Konya'lı merhumun bu türbe hakkında yazdıklarından bazılarını sizlerle paylaşarak yazımı noktalamak istiyorum (Daha geniş bilgi için bk. İbrahim Hakkı Konyalı, "Konya Tarihi", Burak Matbaası, Ankara 1997, s. 696699).
"Halk buraya "MURASAMAN TEKKESİ" derler. Okumuş eski KONYALI' lar bu kelimenin (Miri zaman) dan veyahut (Miri zeban) dan bozma olduğunu söylerler. Burada yatanın bir BEY veyahut hazır cevaplı, nükteci, bir ŞAİR olduğunu rivayet ederler. Bu türbenin; Sadreddini Konevî'ye şimdiki câmi ve türbenin yerinde bulunan konağını hediye eden meşhur Konyalı zengin Hoca Cihan'a ait olduğu da söyleniyor. Ben bu ağız haberlerinden en sonuncusunu tercih ediyorum (Konyalı'nın bu açıklamasından sonra biz de; "Mursaman" kelimesi için birtakım Farsça terkibler arayışına gitmek yanında "mûr (karınca" ve "saman (servet, dinçlik)" kelimeleri üzerinde de akıl yorulması yerinde olacaktır, diye düşünüyoruz). Burada yatan zât üstündeki köye ve yöreye adını veren Hoca Cihan'dır. Hoca Cihan; Sadreddini Konevî'nin ve Mevlâna'nın muasırlarındandı. Ali Han isminde sar'alı bir oğlu vardı. Çok zengindi, kölelerinin sayısını bile bilemezdi. Oğlunun hastalığına zamanın tabipleri deva bulamamışlardı. Sadreddini Konevî onu hususî bir tarzda tedavi etmişti. Hoca Cihan da ona oturduğu konağı derhal boşaltarak hediye etmişti. Hoca Cihan'ın karısının adı da (İsmihan) idi.
(...)
Mursaman Türbesi de halkça sınanmıştır. Ben tetkik ederken türbe tavanının mini mini taş hevekle rile dolu olduğunu gördüm. Sıtmadan kurtulmak isteyenler bir mini mini taşa bez parçası bağlayarak tavana asarlarmış, bu aynı zamanda (ayırt) tekkesi imiş; hasta çocuklar buraya götürülür, sandukanın yanına yatırılırmış, eğer çocuk ağlarsa kurtulur, uyursa ölürmüş, eski halk inanışlarını ve folklorunu tetkik edenlere malzeme vermek için bunları kayıd etmekte fayda umuyoruz."

Konyada Bulunan Peygamber Mezarları

Konya'yı iyi tanımak lazım. Konya deyince; Selçukluya başkentlik yapması dışında her alanda kendini ispat etmenin, bir açık hava müzesi olmanın, bağrında bu kadar çok değerli insan barındırmanın mutluluğunu yaşar.

Konya'ya: "Beldei Muhayyere" dedirten mesele bu olsa gerektir.
Konya'mız; Veliler, Peygamberler diyarıdır. Dünya kurulduğundan beri yer yüzüne 124.000 veya 224.000 peygamber gelmiştir. Bunlardan bir kısmının mezarı da Konya'mızdadır.
Konya'da yattıkları bilinen Peygamberlerin isimleri ve yattıkları mezarlıkların bir kısmı varlığını korumakta olup, bir kısmının yerleri kesin olarak bilinmemekle birlikte, sadece peygamber isimleri kayıtlara geçmiştir.

Herkesin Konya'ya can atış sebebi budur. Konya'yı bir başka anlamlandıran özelliklerden birisidir bu yönü.

Bilinen ve kayıtlara giren bir çok peygamber medfundur bu şehirde. Mevlana'nın Konya'yı tercih edişinde bunun önemi vardır sanırım.

Türkiye'mizin her köşesinde, her bucağında mutlaka bir veli, bir Peygamber mezarı bulunmaması mümkün değildir.

İklis,
Merih,
Çağdun,
Mihran Peygamberler

Bu dört tane peygamber, Musalla mezarlığı yakınında bulunmaktadır. Musalla Mezarlığı, Medrese Mahallesi, Nalçacı Caddesi üzerindedir.1

Hamun ve Salih Peygamberler:
Yeni kale kapısı mezarlığında yatmaktadır. Bu iki peygamberin mezarlarının bulunduğu Yeni Kale Kapısı Mezarlığının bulunduğu yerde; Zafer'deki Kibrit Apartmanından, İl Sağlık müdürlüğüne kadar uzanan yol ve evler vardır.
3 Peygamber
Bunlar; Sarı Yakup Mezarlığı yakınında yatmaktadır. Sarı Yakup Mezarlığı, Eski Garaj civarında bulunur.2
3 Peygamber,
Bunların da isimleri bilinmemekte olup, Alaaddin Camii civarındadır. Yerleri bugün kaybolmuştur.
1 Peygamber
Eski garaj caddesi, Büyük Otelin bulunduğu Şahitler Mevkiinde 1 Peygamber yatmaktadır. Burası, değişik zamanlarda, imar çalışmaları sebebiyle iskana açılmış olup, bu mezardan iz kalmamıştır.3
1 Peygamber,
Hisar önü; Atatürk Anıtının güney kısmı, Ticaret lisesi karşısındadır. Söylendiğine göre bu peygamberin ismi; Çerçiş'dir. Bu peygamber, Hisar Önü yakınında yatmaktadır.
Konya'da mezarı olan ve isimleri belli olan 6 peygamber, isimleri bilinmeyen 8 peygamber mevcuttur. Konya'da toplam 14 peygamber yatmaktadır. 4
Acaba Konya'da yatan peygamberlerin isimleri filozofların, düşünürlerin isimleri mi? Yoksa gerçekten dünya kurulduğundan beri gelmesi muhtemel olan peygamberler içinden birileri mi? Her ne olursa olsun, aklen ve mantıken Hz. Âdem'den itibaren ve de son peygambere kadar her 100 yılda bir peygamber gönderileceğine göre, bu kadar uzun bir zaman süresinde Konya'da adı geçen peygamberlerin bulunması gayet normaldir.
Bu, Konya için söz konusu olduğu gibi diğer illerimiz için de geçerlidir.
1 ÖZÖNDER, Hasan; " Konya Velileri", Konya, 1990, s.72 ÖZÖNDER, a.g.e., s.83 ÖZÖNDER, a.g.e. s.84 ES, Selçuk: Konya'da yatan peygamberler ve evliyalar, Yıldız Basımevi, Konya, (Tarihsiz), s.7

Taşkent (Pirlerkondu)

Taşkent deyince birçok şey birden gelir aklıma.

Ulaşılabilecek bütün güzelliklerin kavşak noktasında olan bir beldemiz Taşkent, eski adıyla Pirlerkondu. Konargöçerlerin yaylalarına, Karacaoğlan'ın Barçın Yaylası'na, Taşeli Platosu'na Göksu Irmağı'na ulaşan derin vadilerde akan ırmaklara, Dedemli'den Akdeniz'e doğru uzanan Gevne Vadisi'ne bu güzel beldemizden geçerek ulaşabilirsiniz. Afşar Irmağı'ndan yukarı doğru baktığınızda bir kartal yuvası gibi görünür kayalıkların üzerinde. Güneyinde Kıble Kayası geçit vermez doğal bir anıt gibi dikilir. Eteğinden Sultansuyu fışkıran Erenler Tepesi ile Kıble Kayası arasında yaz kış hiç kesilmeden akan Boğaz Deresi beldenin doğusunda derin bir vadi oluşturarak Afşar Deresi'ne, oradan da Göksu Irmağı'na ulaşır. Boğaz deresinin iki yanında beldenin bahçeleri sıralıdır. Belde insanı avar eker. Bahçeler ulu ceviz ağaçları ile kaplıdır. Beldenin iki elektrik santrali da bu derenin üzerine kurulmuş. Bu derenin üzerindeki Cibi Köprüsü'nün Selçuklulardan kaldığı söyleniyor.

Konya'ya 140. km. olan Taşkent orta Toroslarda 115060 yıllarında Afşar Türkmenleri tarafından kurulmuş. Selçuklular döneminde yöredeki Ermenilere karşı Moğol akıncıları ile güç birliği yapmışlar. Moğollarla kız alıp vermişler. Büyük Camii Yavuz Sultan Selim döneminde yapılmış. Beldenin tarihi eski olunca birçok efsaneler türemiş. Hala anlatılır bu efsaneler. Örneğin; Erenler Tepesi'nin eteğindeki Sultan Suyu efsanesi gibi. Sultan Alaaeddin Keykubat beldeden geçerken pınarın başında su dolduran genç bir kızdan su istemiş. Kız suyu verirken tasın içinde birkaç çam pürü atmış. Sultan bunun nedenini merak edip sorunca "Sultanım çok terliydiniz, hızlıca içip hastalanmayasınız diye böyle yaptım." yanıtını vermiş kız. Sultanın çok hoşuna gitmiş bu. Kızın adını sormuş. "Benim adım bağışlandı" diye yanıtlamış kız. Bu "Ben sözlüyüm" anlamına gelir. Sultan "Bundan böyle çamınız kurumasın, kızlarınız farımasın, suyunuz ılımasın" diye dua eder ve yörede dokunan bezden vergi alınmasını kaldırır.
Taşkent ve çevresinde geçim hayli zorlu. Bu yüzden okuma oranı çok yüksek. İzmir, İstanbul, Ankara, Konya gibi büyük şehirlerimizde esnaflık yapan Taşkentli sayısı fazla. Taşkentlilerin en büyük özelliklerinden biri birbirlerine ve beldelerine karşı çok tutkun olmaları. Yıllarca Güzel Sanatlar Müdürlüğü yapan Mehmet Özel Çetmi'li olup her yıl yöreye gelir ve günlerce kalır. M. Özel bu yöreye onlarca anıt eser yaptırdı.

Ancak 1931 yılında yola kavuşabilen Taşkent hala bir çok sorunla boğuşuyor. Örneğin, 1992 yılında yapımına başlanılan ve sekiz trilyona yakın para harcanan hastane inşaatı hala sürüyor. Bitirilmesi için bir trilyon ödenek çıkarılması gerekiyor. Sağlık sorunları Taşkent'e bağlı beldelerde de var.

Bir çok beldede sağlık ocağı olmasına rağmen hiçbirinde sağlıkçı yok. Binalar kullanılmadığı için mezbelelik durumda.

S.Ü. Taşkent Meslek Yüksek Okulu 199495 öğretim yılında açılmış, diğer örnekleri gibi çeşitli kaygılarla açılan bir okul olduğu için şu an kapanma noktasında. Halen ikinci sınıfta 17 öğrenci okuyor. Bunlardan sadece birisi kız.

Beldede futbol takımı yok. Çünkü saha yapacak arazi yok. Kaçacak bir topu yakalamak içinde Sazak Deresi'ne inmek gerekiyor.

Uzun yıllar belediyede görev yapan ve son seçimde Belediye Başkanı seçilen Abdülbaki Acet Taşkent'i dağ ve yayla turizminin merkezi haline getirmek istiyor. Böyle bir konum için her türlü zenginliği var beldenin. Büyük turizm potansiyeline sahip yörelerin kavşak noktasında. Sarıveliler ErmenekMut yolu, Gevne Alanya yolu buradan geçiyor. Yol güzergahlarında doğa ve tarih yarış halinde. Yörede Mayıs ayından Eylül'e kadar kamp yapılabilecek vadiler, yaylalar var. Barçın Yaylası Feslikan Yaylası, Çetmi Ayboğazı Şelalesi bunlardan birkaçı. Taşkent'te modern bir otel var. Sultan Suyu'nun kenarındaki park yemek ve çay molası için ideal bir yer. Beldenin yaylalarına nisan sonundan itibaren konar göçer yörükler gelmeye başlıyor. Büyük şehirlerimizde oturan Taşkentliler de yaylalarda modern evler yapmaya başlamışlar. Göçerler Cuma günleri Taşkent'e Perşembe günleri de Sarıveliler Başyayla yol ayrımında kurulan Yörük Pazarı'na inerek ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Bu yöreye gidecek gezginlerin, yolu biraz uzatmak pahasına Ermenek tarafına geçerek Teke Çatı Yaylası'nı ve Zeyve Pazarı'nı görmeleri gerekir.
Taşkent bir geçit noktasında olduğu için günün her saatinde ulaşmak mümkün. Çevre beldelerinin otobüsleri buradan geçiyor. Ayrıca Sarıveliler ve Başyayla otobüsleri de buradan geçiyor. Yöreyi iyi tanımak ya da kamp yapmak isteyenler için en uygun turla giderek Sazak, Çetmi, Bolay, Ilıcapınar, Gevne yörelerini adım adım gezmektir. Modern bir işletmeye sahip olan Pirlerkondu Oteli'nde konaklanabilir.