Konya İnanç Turizminde Antik Çağ Efsanelerinin Yeri


Geçmişten günümüze Konya tarihi ve folkloru üzerinde araştırma yapan zevat, Konya ile ilgili efsaneleri de ihmal etmemişlerdir. Bu şahsiyetlerden iki önemli Konya sevdalısı, rahmetli Mehmet Önder ve Selçuk Es bu konuda birer çalışma yaparak bulabildikleri Konya efsanelerini derlemişler ve yayınlamışlardır. Daha sonraları Selçuk Üniversitesi’nden Seyit Emiroğlu 1993 yılında yaptığı bir yüksek lisans tezinde Konya efsanelerini konu edinmiştir. Ayrıca önemle belirtmek gerekirse, Türk Dili ve Edebiyatı konusunda tam bir duayen olan Saim Sakaoğlu hocamızın da Konya efsaneleri üzerindeki çalışmaları sanıyorum bütün hızıyla devam etmektedir.

Biz de, elimizden geldiği kadar, konuya bir sanat tarihçi ve arkeolog gözü ile bakarak, kıyıda köşede kalmış efsanevi özellikler saklayan bazı ilginç söylentileri yaptığımız araştırmalar sonuçunda yayınlamaya çalıştık. Bunlardan bazıları şöyledir; Alaaddin Tepesi Üzerindeki Eflatun Kabri, Konya’nın Su İle İlgili Efsaneleri, Bir Eflatun Efsanesi, Sille’nin Efsanelere Konu Olmuş Eflatun Manastırı, Eski Zamanlarda Oluşan Konya İç Denizi ve Hakkında Anlatılan Efsaneler,

Konya’da Aya Thekla Efsanesi.
Yukarıda isimleri zikrettiğimiz çalışmalardan Aya Thekla Efsanesi Konya’nın Antik Çağ’daki şehir tarihinin karanlıkta kalmış bazı sayfalarını aydınlatmaktadır. Bu efsane ile Konya’nın Roma dönemindeki insanların duygu ve davranışlarını ile şehir dokusu üzerinde önemli bilgilere sahip olmaktayız. Ayrıca bu dönem insanlarında Yahudilik ve Hıristiyanlık arası ilişkinin bütün acımasızlığına şahit olmaktayız.

Eski Dünya üzerinde, Anadolu’dan Suriye topraklarına, oradan Roma’ya kadar olan geniş bir saha içinde Aya Thekla Efsanesi’nin çok çeşitli versiyonlarına rastlanılmıştır. Biz de yerel Konya gazeteleri üzerinde yaptığımız bir araştırmada, Thekla Efsanesi’nin biraz daha değişik bir versiyonuna rastladık. Şimdi anlatacağımız bu efsane Sille’de geçmektedir. Rahmetli Araştırmacı-Yazar Mahmut Sural’ın Yeni Konya Gazetesi’nde, 15 Nisan 1975 günü başlayıp, 3 sayı süren “Şu Sille’den Dün Gece Geçtim, Sille’de Bir Gün” adlı dizi röportajının ikincisinde, adı geçen efsane muhtemelen ilk defa derlenerek yayınlanmıştır. Efsane şöyledir; Havarilerden Paulus Miladın 47. yılında Konya’ya da uğrayıp, Hıristiyanlık dinini ilan eder. Bu sıralarda 18 yaşında bir bakire Hıristiyanlığı kabul eder. Fakat baskılara maruz kalır. 90 yıl yaşadığı halde baskılardan kurtulmak şöyle dursun, Antik Çağ’daki Konyalılar bu bakirenin “Taife-i Cin”den olduğu kanısına varır ve kendisini kovalarlar. Bakire kaça kaça Sille’nin ay şeklindeki bir dağına kadar ulaşır ve orada Tanrı’ya iltica eder ve kendisini koruması niyazında bulunur. Bu yalvarma sonunda dağ yarılır, bakire içine girer, yarık tekrar kapanır. Fakat bakirenin eteği dışarıda kalır ve bu etek miladın 200. yılına kadar dışarıda kalır ve sonra kaybolur.

Bu efsanenin menşei şöyledir; Havarilerden Paulus’un işlerini anlatan ve zamanımıza kadar üç parça halinde gelebilen yazılardan birinci ve en önemlisi Paulus ve Thekla hikayesi olarak tanınır. Çeşitli devirlerde çok değişik dillerde muhtelif versiyonları yazılmış bu hikaye çok eski zamanlardan beri Hıristiyan yazarları tarafından biliniyordu. Hatta o kadar ki, çok değerli olduğu kabul edilen bu yazı, Hıristiyanlığın resmi kitabına alınan yazıların dışında kalmakla beraber, onları takip eden en değerli eser olarak görülür. Efsanenin konusu kısaca şöyledir; Havari Paulus Konya’ya Hıristiyan dinini yaymaya geldiğinde, Aya Thekla adında bir genç kız Paulus’un söylemlerinden etkilenir ve Hıristiyanlığa girer. Bütün zorlamalara karşı girdiği yeni dini terk etmez ve hatta bu sebepten dolayı yakılmayı bile göze alır. Yakılma badiresinden Allah’ın inayetiyle-Meram Deresi’nin getirdiği sel taşkınıyla kurtulur. Ve böylece Aya Thekla Hıristiyan Dünyası’nda aziz mertebesine ulaşır.

Konuyu buraya kadar getirmişken Konya’nın hem ilk Hıristiyanlar, hem de Hıristiyanlığın oluşumu için ne kadar önemli olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Çünkü Hıristiyanların kutsal Kitabı olan İncil’in Bap: 13.-14.-15.-16. kısımlarında Konya bölgesindeki pagan halkın ve Yahudilerin Hıristiyan dinine davet edilişi açıkça anlatılır. Bu da Erken Hıristiyanlık döneminde, Hıristiyanlığın kuruluş sürecini izleyebilmek açısından Konya’nın ne kadar önemli bir tanık olduğu hakkında bize bilgi verir. Bu konunun da Konya turizmi açısından çok büyük önemi vardır. Çünkü Konya Turizmi denince son zamanlarda çok moda bir söylem olan “inanç turizmi” kavramı akla gelmektedir. Elbetteki inanç turizminin Konya’daki bel kemiği “Mevlana ve Mevleviliktir”. Yalnız bunun yanında Konya’nın gelişme davasında lehimize kullanabileceğimiz, Çatal Höyük gibi argümanların da bulunduğunu ve bu gibi örneklerden yeterince yararlanamadığımızı önemle belirtmek isteriz.

Erken Hıristiyanlık zamanında Konya konusu bu argümanların başında gelir. Buna binaen İncil’in Resullerin İşleri bölümünde Konya’ya ait bir çok bilgi vardır ve pek çok önemli olay efsanevi bir şekilde Konya’da geçmektedir. Kısaca resullerin işleri bölümünde, Konya Bölgesi’ndeki Yahudilerin ve pagan dininden olanların Hıristiyan dinine davet edilişi anlatılır. Hatta Yukarıdaki anlattığımız Thekla Efsanesi de bu davet zamanında gerçekleşmiştir. Ayrıca İncil’de adları geçen Listra ve Derbe yerleşim yerleri Konya’dadır. Her iki yerde bugün Hıristiyanlarca mukaddes yerlerden sayılır. Çünkü Hz. İsa’nın havarilerinden Paulus ve Barnabas bu iki yere gelmişlerdir. Hatta Listra’da çok coşkulu karşılanmışlardır. Çünkü o zamanlar Listra’da Paulus’a Konya’daki gibi muhalefet edecek, bir sinagog ve Yahudi halkı yoktur. Hatta kaynaklara göre pagan dininde olan Listralılar; Paulus’un gösterdiği iddia edilen bir mucizeden dolayı Yunan Dünyası’na yabancı olan kendi dillerinde “Tanrılar aramıza indiler” diye bağırmaları, Antik Çağ tarihçileri için çok önemli bir tespittir. Çünkü halkın yerel bir dille konuşması, bize o sıralarda henüz Anadolu’nun iç kısımlarının ve hele hele kırsal kesimin Helenleşmediğini gösterir. Ama az da olsa Helen etkisinde olan Konya’da ise Thekla Efsanesi’nin de işaret ettiği gibi Paulus ve Barnabas sıcak karşılanmamışlar ve hatta şehirden dövülerek kovulmuşlardır. İncil’de Resullerin İşleri Bab. 14. kısımda bu değindiğimiz efsanevi olaylar şöyle anlatılır;

“…Ve Konya’da vaki oldu ki, Yahudilerin havrasına birlikte girip öyle söylediler ki, hem Yahudilerden hem de Yunanlılardan büyük bir kalabalık iman etti. Ve iman etmeyen Yahudiler milletlerin yüreklilerini kardeşlere karşı kışkırttılar ve bozdular. Şimdi orada uzun zaman geçirip Rab için cesaretle söylüyorlardı. O Rab ki, onların elleri ile alametler ve harikalar yapmak kuvvetini onlara ihsan ederek kendi inayetini belamına şahadet etti. Fakat şehir halkı ikiye bölünüp bazıları Yahudilerle, bazıları ise resullerle oldular”. “…Onları rüsva etmek ve taşlamak için milletler ve Yahudiler ile reislerinin hücumu vaki olacağını bilerek Likonya’nın Listra ve Derbe şehirlerine ve çevresine kaçtılar ve orada İncili ilan etmekte idiler. Listra’da ayakları tutuk bir adam oturuyordu. Anadan doğma topal olup, hiç yürümemişti. Bu adam Paulus’u söylerken işitti; o da kendisine göz dikip şifa bulacağına imanı olduğunu görerek yüksek sesle:
-“Ayaklarının üzerine dikil”, dedi.
O da sıçrayıp yürüdü ve Paulus’un ne yaptığını halk görünce, seslerini yükseltip Likonya dili ile dediler:
-“İlahlar insan suretinde yanımıza indiler”. Barnabas’a Zeus ve söz sahibi olduğu için Pulus’a ermiş dediler. Ve mabedi şehrin önünde bulunan Zeus’un kahini şehir kapısı önünde boğalar, çelenkler getirip halk ile beraber kurban kesmek istiyordu. Fakat resuller, Barnabas ve Paulus bunu işitince esvaplarını yırttılar ve halkın ortasına atılıp bağırarak dediler:
-“Efendiler niçin bunları ediyorsunuz? “…Biz Allah’a dönesiniz diye müjde getiriyoruz. O Allah ki, göğü, yeri, denizi ve içlerindeki, her şeyi yaratmıştır. O ki, geçmiş nesillerde bütün milletlerin kendi yollarında yürümelerine izin vermiştir. Bununla beraber, gökten yağmurlar ve semereli mevsimler vererek ve yüreklerinizi yemek ve sevinçle doldurup iyilik ederek kendisini şahitsiz bırakmamıştır”. Ve bu sözleri söyleyerek kendilerine kurban kesmekten halkı güçlükle alıkoydular. Fakat Konya’dan bazı Yahudiler gelip halkı kandırarak Paulus’u taşladılar. Ve onu ölmüş sanıp şehirden dışarı sürdüler. Fakat şahitler onun çevresinde durmakta iken kalkıp şehre girdi. Ve Ertesi gün Barnabas ile Derbe’ye çıktı…”

Sonuçta Aya Thekla Efsanesi ve Hz. İsa’nın havarilerinden Paulus’un Konya ve çevresine yaptığı geziler; gerek erken Hıristiyanlık tarihi açısından, gerekse bölgenin Hıristiyanlığa ait bir dini ziyaret merkezi olarak kabul edilmesinden dolayı, Batı Dünyası için çok önemlidir. Ayrıca bu bölge; Hıristiyanlığın erken oluşma sürecinde içinde Havari Paulus’un, Hz. İsa’nın gerçek öğretilerinden ayrılıp, dine pagan geleneklerinden alınma unsurları katmasıyla; özüne aykırı yeni bir din oluşturma sürecinde bir çalışma sahası, daha doğrusu bir deneme yanılma alanı olmuştur. Uzun sözün kısası yazımızın başından beri anlattığımız gibi Hıristiyanlığın oluşma sürecinin geçtiği coğrafyalardan birisi, belki de en önemlisi Konya bölgesi olmuştur. Ve günümüzde, o günlerden kalma taşınır veya taşınmaz kültür varlıkları olarak elimizde bir sürü eski eser bulunmaktadır. Lakin biz bunları yeteri kadar “İnanç Turizmi” adı altında Konya’nın kalkınmasında kullanabiliyor muyuz?. Böyle bir soruyu kendimize sorduğumuz zaman eminim ki bir çoğumuzun yüzü ekşiyecektir. Ama İnanıyorum ki vakit daha çok geç değildir. Biraz gayret ve ilgiyle, Hıristiyanlığı ilgilendiren efsaneleşmiş tarihi olayların ve mahallerin, akıllı bir şekilde Konya kalkınmasında kendi lehimize kullanabilmemiz için hem alt yapı yatırımlarında kararlılık gösterilmesi, hem de halkın bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi sanıyorum yeterli olacaktır.

Konya’dan Yanya’ya

Başlığı okuyanlar hemen merak etmiş olmalıdır. Çünkü bizim sözlü kültürümüzde “Hanya’dan Konya’ya” deyimi çok bilinen ve kullanılan bir deyimdir. Ben de 28 Ağustos-2 Eylül 2007 tarihleri arasında Osmanlı’nın Yunanistan’daki eski topraklarına araştırma gezisi gerçekleştirmiş bulunmaktayım. Gezinin en son noktasını Yanya (Ioannina) şehri teşkil ettiği için böyle bir başlığı uygun buldum.

28 Ağustos 2007 akşam saatlerinde Konya’dan karayoluyla hareket ederek İstanbul-Esenler garajına ulaştım. Henüz hangi otobüs şirketi ile Yunanistan’a ulaşacağını bilmeyen acemi bir yolcu gibi sağa sola soruşturmaya başladım ki birkaç şirketin Yunanistan’a çalıştığını öğrendim. Bu şirketlerden birisiyle akşam 22.30’da Yunanistan’a hareket ettim. Lise yıllarında sürekli gittiğim İstanbul-Tekirdağ güzergahındaki duble yoldan otobüsümüz ilerlerken, bir anda zihnimde yıllar öncesinin daracık yolları beliriverdi. Yaklaşık üç saatlik yolculuktan sonra İpsala sınır kapısından Yunanistan’a geçiş yaptık. Gece karanlığı olmasına rağmen ay ışığından faydalanarak merakımı gidermek için dikkatlice bakıyordum ki ilk menzilin adı Dedeağaç (Alexandroupolis) olmuştu. Bir anda zihnimden hemen şu cümle geçiverdi; “Ne kadar da bize yakınmış”. Sonra biraz düşündüm ki Lozan görüşmelerine kadar Dedeağaç’ın statüsü hep tartışma konusu olmuş, hatta bir müddet Türkiye’ye bağlı kaldığını hatırlayıverdim. Bir sonraki güzergah, Gümülcine(Komotini) olmuştur. Gümülcine’de otobüsümüz büyük oranda boşalıvermişti. Bir sonraki durağımız olan İskece(Xanthi)’de yolcuların bir kısmı daha boşaldığı zaman, artık Türk azınlığın sınırları dışına doğru ilerlemekte olduğumuzu anlamıştım. Sabah 07.30 sularında Selanik (Thessaloniki) şehrine ulaşmıştık. Selanik şehriyle karşılaşınca, 1430 yılındaki II. Murad’ın fethiyle başlayan ve 1924 yılına kadar devam eden tarih silsilesi ve bu süre zarfında hizmet eden onlarca Osmanlı Paşa’sının banisi olduğu yüzlerce eser gözümde canlandı. Belki de bu hususların en önemlisi Selanik, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu şehir olması sebebiyle herkes tarafından iyi bilinen bir şehir olmuştu. Selanik, Ege Denizi’nin kenarında, körfeze sıkışan liman kenti oluşuyla bilinmektedir. Evliya Çelebi’ye göre Selanik’te 32 Cami, 150 Mescit, 1 Mevlevihane, 11 Hamam, 74 Çeşme, 1 Bedesten, 16 İmaret, 16 Han, 2 Bimarhane, çok sayıda medrese ve sibyan mektebi bulunmaktadır. İşte Evliya Çelebi’nin sıraladığı eserlerden sadece Alaca İmaret, Hamza Bey Camii, Yeni Camii, Musa Paşa Türbesi, Alatini Köşkü, II. Murad Hamamı, Yeni Hamam, Paşa Hamamı, Çifte Hamam, Bedesten gibi eserler günümüze ulaşabilmiştir. Bu eserler de bakımsızlık veya dönüşüm sebebiyle yakın gelecekte tamamen yok olacak veya başka bir kimliğe dönüşmüş olacaktır.

Selanik’ten sonra tekrar karayoluyla Yanya şehrine hareket ettim. Yaklaşık 5 saatlik yolculuk esnasında en çok dikkatimi çeken arazinin engebeli yapısı olmuştu. Dağlara tırmanıp vadilere geçerken hali hazırda devam etmekte olan yol inşaatının tabelalarına gözüm takılıyordu. Tabelalarda yeni yol çalışmalarının Avrupa Birliği tarafından finanse edildiği yazmakta idi. Bıkkınlık veren yolculuktan sonra nihayet dağlar arasına sıkışmış durumdaki tabiat harikasının bizi karşılamasıyla bütün meşakkatlerimi unutup heyecanlanmıştım. Yanya şehri, dağları yeşile boyalı coğrafyanın ortasındaki mavi boncuk gibi gölüyle tabiatın incisi gibi duruyordu. Bütün bu duygular içinde şehre ulaştım. Yanya, Batı Yunanistan’ın Arnavutluk’a yakın kısmında, Epirus bölgesinde, 470 m. yükseklikteki Pamvotida gölünün batı yakasına kurulmuş bir kale kenti durumundadır. Göl içinde iki ada dikkati çekmektedir. Bunlardan birincisi, tarihi antik döneme kadar geriye giden ve Osmanlılar tarafından yenilenen kalenin yer aldığı yarım ada; ikincisi ise gölün tam ortasındaki küçük ada parçasından teşekkül etmektedir.

Yarım adanın etrafını saran kalenin güney tarafı karayla bütünleşirken diğer tarafları göl ile çevrilidir. Kale, Osmanlı dönemindeki ihtişamını korur durumdadır. Osmanlı Arşiv belgelerinden edindiğimiz bilgiler sayesinde kalenin bir iç kale ve üç mahalleden oluştuğu anlaşılmaktadır. Şehir zaman içinde kale sınırları dışına taşmıştır. Yanyalı tarihçi Prof. Dr. Melek Delilbaşı’nın, Osmanlı dönemi Teselya Tahrir Defterleri üzerinde yaptığı araştırmalara göre, 1564’te mirliva hassı olan Yanya’da 35 Hıristiyan ve bir müslüman mahallesi bulunmaktaymış, yani 5905 gayrimüslim ve 250 müslümandan oluşmaktadır. XVII. yüzyılın ikinci yarısında Yanya’ya gelen Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre, kale içinde 4 cami, kale dışında 18 cami, kale içinde ve dışında mescitler, 6 medrese, 3 adet darü’l-hadis, 2 tefsir okunacak yer, 11 sibyan mektebi, 7 tekke, 3 büyük han, 2 hamam, 1900 dükkân, 43 mezarlık, 260 cadde, 5000 kişi alabilecek bir kahvehane bulunmaktadır.

Yanya, 1790-1822 yılları arasında Tepedelenli Ali Paşa ve çocuklarının idaresindedir. Tepedelenli Ali Paşa şehri imar ederek güvenliği temin etmesine karşın ayaklanması gerekçe gösterilerek idam edilmiştir. Fransız elçi Pouqeville ve İngiliz elçi Hobhouse ‘un anılarından Yanya hakkında ayrıntılı bilgi elde etmekteyiz. Tepedelenli Ali Paşa’nın kaledeki sarayı, oğullarının sarayları, kalenin dışında diğer korumalı bir alan olan Litharissa’daki saray, gölün kuzeyinde Perame bölgesindeki yazlık saraylar ve ileri gelenlerin yazlık köşkleri hakkında ayrıntılı bilgi bulunmaktadır. Zaten, Yanya bölgesi İtalya ve Avusturya ile ticaret ilişkileri bakımından bağlantılıdır.

Evliya Çelebi’nin betimlemelerine göre “…göğe baş uzatmış yüksek bir tepenin üzerinde, aşılmaz dayanıklı, sağlam yapılı, beş köşeli…” Yanya kalesi, günümüzdeki iki adet camisi ile oldukça mahzun durumdadır. Arslan Paşa Camii kalenin kuzey ucunda, göle yakın noktadaki konumuyla şehrin her yerinden görülebilmektedir. Arslan Paşa Camii restore edilerek müze haline dönüştürülmüş en azından koruma altına alınmıştır. İkinci cami ise kalenin doğu köşesindeki Fethiye Camii’dir. Fethiye Camii onarılacağı günü beklerken günden güne direnç kaybetmektedir. Kale içindeki yapılar sadece bu kadarla sınırlı olmayıp Arslan Paşa medresesi, kütüphanesi, sarayları ve hatta hamam yapısına kadar mimari örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yapılar topluluğunun arasında yerlerde yatan mezar taşları bu mekânın ne kadar uzun bir geçmişe sahip olduğunun masum şahitleri olarak durmaktadır. Kale çevresinde sayıları onları bulan savunma tabyaları, karakollar, tophaneler, cephanelikler hepsi kalenin stratejik noktada olduğunun delilleridir. Hele günümüzde çalışmayan, artık zili çalmayan saat kulesi, bütün sessizliğiyle şehri seyretmektedir.

Doç.Dr. Ahmet ÇAYCI

Konya kültürüne hizmet edenler: Hüseyin KÖROGLU

I. HAYATI
1922 yılında Konya'da doğdu. Babası, Kâzım Köroğlu'dur. İlköğrenimini Konya İsmet Paşa İlkokulunda yaptı. Karma Ortaokulunu bitirdi. 1940 yılında Devlet Olgunluk diploması alarak Konya Lisesi’nden mezun oldu. 1945 yılında da İstanbul Fen Fakültesi ve Yüksek Öğretmen Okulu Matematik ve Fizik bölümünü bitirdi. Aynı yıl, Balıkesir Lisesi'nde Matematik öğretmeni olarak göreve başladı. 1946 yılında ilk eseri olan "Cebir Uygulama Kitabı"nı yayımladı.
Askerlik görevini Erzurum'da tamamladıktan sonra, kendi isteği üzerine Konya Lisesi Matematik öğretmenliğine atandı. Üstün başarısı sebebiyle Milli Eğitim Bakanlığı’nca takdirname verildi.
1962 yılında Konya'da ilk açılan 2 yıllık Eğitim Enstitüsü fizik öğretmenliğine tayin edildi. 1964 yılında da aynı Enstitünün Müdürlüğü’ne getirildi. Fizik, kimya ve biyoloji laboratuarlarım kurdu. Kitaplığı hizmete açtı.
Sayıları dokuzu bulan teknik alanda yazmış olduğu eserleri bütün eğitim enstitülerinde ve Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nda okutuldu. Bunların ikinci ve üçüncü baskıları yapıldı. Eserlerini yayımlamak için Fen Yayınevi'ni kurdu. Fizik Mekaniği’nin bir uygulaması olarak 1954 yılında Konya'da ilk defa çamaşır makinesi yaparak çalıştırdı. Evsiz kişileri konut sahibi yapmak için Yapı Kooperatifleri kurdu.
Ankara Üniversitesi'ne alınacak Fizik Öğretim Görevlisi için başvuranlar arasında bu göreve o seçildi. Bu görevini 1970 yılından 1975 yılına kadar sürdürdü. Üniversite FKB sınıfları için DENEL FİZİK' i yazdı ve yayımladı (1975). 1973-1975 yılları arasında Konya Mimarlık ve Mühendislik Akademi'sinde Fizik Dersleri verdi. 1975 yılında 30 hizmet yılım doldurduğu için kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Hizmet gördüğü 30 yılda binlerce öğrenci yetiştirdi. Milli eğitimimizin unutulmaz isimleri arasında yer aldı.
Konya'da mahalli gazetelerde yazıları yayımlandı. Araştırmalar yaptı. Kitap çalışmalarında bulundu. İlerlemiş yaşına rağmen, gençlere örnek olarak, araştırma ve ilmi çalışmalarına devam etmektedir.

II. KİTAPLARI
Hüseyin Köroğlu'nun lise ve yüksek okullarda okutulan sayısı dokuzu aşan,fen eserleri dışında yazdığı eserleri şunlardır:
1. Konya Lisesi Tarihi, Konya 1990.
2. Konya ve Anadolu Medreseleri, Konya 1999.
3. Türk Dili ve Edebiyatı, Konya 2000.
III. BAZI MAKALELERİ
1. "Konya Halkı", Yeni Konya, 19 Şubat 1950
2. "Dârülmuallimîn", Yeni Konya, 19 Mart 1950.
3. "Halkevleri", Yeni Konya, 4-6 Haziran 1950.
4. "Meram'ın Hayali ve Kendisi", Yeni Konya, 15 Haziran 1955.
5. "Ferit Paşa'nın Heykeli Dikilmeli", Yeni Konya, 17 Kasım 1956.
6. "Konya Lisesi'nin Projesini Yapan Mimar Muzaffer Bey",Yeni Konya, 4-5 Aralık 1957.
7. "Meram Gerçeği", Yeni Konya, 13 Nisan 1958.
8. "Eski Belediye Başkanları ve Cemil Keleşoğlu", Yeni Konya, 24 Nisan 1958 .
9. "Şehircilik Konuları: Anıtların Yerleri", Yeni Konya, 3 Mayıs 1958.
10. "Eski Konya Valileri", Yeni Konya, 25 Ekim 1958.
11. "Kaybettiğimiz Değer; Faik Soyman", Yeni Konya, 26 Mart 1960.
12. "Geçmişte Meram", Yeni Konya, 28 Ekim 1960.
13. "İbni Sina", Yeni Konya,24 Mart 1989.
14. "Türk'ün Derneği Olamaz" , Yeni Konya, 15 Nisan 1989.
15. "Ali Şir Nevaî", Yeni Konya. 2 Ocak 1992 .


KONYA'DA ANTİK ESERLERİN YOK EDİLMESİ

Hüseyin Köroğlu’nun kaleminden…
Yeni Konya Gazetesi -19 Ocak 1993

Eski kültür ve uygarlıklarının bırakıp gittikleri yer altında ya da yer üstünde bulunan eserler değerlerini bilen toplumlar için birer hazinedir. Bu kalıntıları inceleyen arkeoloji denen bir bilim dalı oluşmuştur. Tapınaklar, antik şehirler, (Efes, Bergama... gibi), tiyatrolar (Aspendos... gibi), kervansaraylar... Hitit tabletleri ve anıtları... Bunlar hazinenin mücevherleridir. Eşi emsali olmayan ve paha biçilemeyen eski eserlerin başlıca düşmanları yağmur, güneş, don, fırtına... gibi atmosferik olanları, değer bilmez, çıkarcı iki ayaklı canavarlar yani insanlardır.
İslâm'da olduğu gibi "Basü badel mevt" öldükten sonra dirilme inanışı eski dinlerde de vardı'. Bu nedenle ölünün sağlığında sevdiği eşyalar, dirilince kullanacağı kaplar konuyordu. Emekleriyle kazanmaktan hoşlanmayan bazı kimseler mezar hırsızlığını meslek edinmişlerdi.
Bunlar ve definecilerin kurcalamadığı mezar, tapınak bulmak zordur. Toprağın iki metre altından çıkarılan bir lahitte kapağın zedelenmesinden mezar soyguncularının arama yaptığı anlaşılır. Fransız doğu bilimcisi Huart 102 yıl önce Anadolu'da yaptığı İncelemelerini Konya Dönen Dervişler isimli kitabında anlatmıştır. Adı geçen kitapta "Doğu ülkelerinde olduğu gibi buralarda yaşayanlar da sütunların altında hazineler yattığına inanmışlardır. Kazma kürekle devrilmeyen mermerler çevresinde yakılan ateşlerle patlatılmış ve diplerinde bulunduğu belirtilen altın küpleri boş yere aranmıştır." denilmektedir.
Eski eserlerin acımasızca yok edilişi kimi hallerde eğitimsiz aylak kişilerin harcı olmuyor. Üst düzey yöneticileri, bilgili kişiler hatta arkeologlar da bu suçu işliyorlar. Bir kaç örnek vereceğiz.
Konya da bugün Alaeddin Tepesi dediğimiz tepeyi bir iç kale çevreliyordu. Tepede Roma, Bizans döneminde kalan köşk, saray, kilise., gibi yapılar vardı. Selçuklular Konya'yı başkent yaptıklarında bu yapılar harap durumdaydı. Sultan, sarayın temelleri üzerine yeniden yapı yükseltti. Çan kulesin rasat (gözlem) yeri olarak kullanıldı. Yeni saray da yapıldı. Bu eserler Sultan Süleyman (1520-1568) doğu seferine giderken, Konya'ya geldiğinde vardı. Sefere katılan Matrakçı Nasuh, Konya kalesinin ve içindeki yapıların resimlerini yaptı. Bu eserler 19. yüzyılın başlarında ayaktaydı. Fakat 19. yüzyılın sonlarına doğru (1891) bu eserler yerle bir edilmiştir.
Tepede yalnız Alaeddin Camii ile Konya Köşkünün bîr kaç odası kalabilmiştir. Kale, Vali Sait Paşa'nın oluruyla yıkılmış ve taşlarıyla yeni hükümet konağı yaptırılmıştır (1885).
Anadolu'ya incelemeler yapmak için gelen C. Texier 1833'de Konya'ya geldiğinde sarayı ve ek binaları buldu. Suriye ve Irak Selçuklularındaki eserleri incelemek üzere ayrıldı ve 1837'da Konya'ya döndü fakat sarayı bulamadı. Bu konu ile ilgili olarak eserinde şöyle diyor "Konya Paşaları şehrin ortasında bir tür akrapol oluşturan bu sarayı taş ocağı haline getirmeyi düşündüler. Taşlardan; mermerlerden, tezyinatdan ne koparabildilerse saldırdılar. Öyle ki saray bu gün acıklı bir ören görünümü arz etmektedir,"
Sonunda 400 yıl başkentlik yapan Konya'da ne kalesi ne de sarayı kaldı. Bu Konya için telafisi olanaksız bir yitiktir.