Eski Zamanlarda Oluşan Konya İç Denizi ve Hakkında Anlatılan Efsaneler

M. Sabri DOĞAN
Arkeolog-Koyunoğlu Müzesi,

Eski Konya İç Denizi; yani, literatürde geçtiği şekliyle Büyük Konya Gölü, İç Anadolu Bölgesi'nde 37- 38 kuzey enlemleri ile 32- 34 doğu boylamları arasında, Konya, Çumra, Karaman, Ereğli ve Karapınar ovalarını içine alan Büyük Konya Kapalı Havzası'nda yer almaktaydı. Konya Kapalı Havzası'nın tabanı, 1.8 milyon yıl ile 10.000 yıl arasındaki bir dönemde ortalama derinliği 15-20 metre olan ve yaklaşık 4.300 km2'lik bir alanı kaplayan bir gölle kaplanmıştır. Daha sonraki dönemlerde tropikal iklim şartlarının yavaş yavaş ortadan kalkması ve iklimin kuraklaşması ile göl tedrici olarak çekilmiş ve zamanla Konya Gölü'nün sınırları daralmış, günümüzde ise neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır.
Büyük Konya İç Denizi'ni daha iyi anlayabilmek için dünyanın oluşum sürecini bilmek sanıyorum yerinde olacaktır. Bu bakımdan yazımızın başında kısaca dünyan oluşum süreci hakkında çok genel bilgiler vermeye çalışacağız. Buna göre; Günümüzden 225-210 milyon yıl önceki zaman aralığında dünyamızın eski karaları bir arada bulunuyordu. Bu süper kıta "Pangaea" olarak adlandırılmıştır. Bu devirde ise Türkiye'de karasal alanlar kuzey-Anadolu, Marmara'nın doğusu, Biga yarımadası'nın batısıyla güneydoğu Anadolu'nun orta yöreleri ile Anamur ve Bitlis çevreleriyle sınırlıydı. Bu zaman aralığında Türkiye'nin büyük bir bölümü 200 metre derinlikte sığ bir denize sahiptir.
Daha sonra oluşan 170-165 milyon yıl önceki zaman aralığında ise süper kıta Pangaea Gondwna ve Laurasia isimli iki süper kıtaya ayrılmıştır. Bu devirde Türkiye'nin büyük bir bölümü yine sığ bir denizle kaplıdır. 120-100 milyon yıl önceki devirde ise Türkiye'de sığ deniz alanları daha önce kara halinde olan Kuzey Anadolu bölgelerini ve Güney Doğu Anadolu bölgelerini işgal etmiştir. 85-70 milyon yılları arasındaki devirde ise sıcak bir iklim hüküm sürmektedir. Bu zaman aralığında Türkiye'nin Trakya, Marmara, Biga Yarım adası, Bursa Eskişehir civarları ve İç Anadolu bölgesi ilk defa kara haline dönüşmüştür. Diğer yerler ise henüz sığ bir denizdir. 37-34 milyon yıl önceki jeolojik devirde ise Türkiye' nin Batı, İç ve Kuzey Anadolu bölgeleri sıkışma ve yükselme nedeniyle neredeyse tamamen karalaştılar. 28.4-23.5 milyon yılları arasındaki devrede dünya genelinde iklimde belirgin bir soğuma yaşandı ve buzullar artmıştır. Buna bağlı olara deniz seviyesinde dereceli bir düşme yaşanmıştır. Bu yüzden bu zaman diliminde Türkiye'nin büyük ölçüde karalaşması tamamlanmıştır. Bu dönemde Güney Torosların oluşturduğu Aladağ, Bozkır, Bolkar ve Geyik Dağları'nın oluşturduğu yükseklikler, Konya İli'nin güneyinin yükselmesinin daha da artmasına yol açmıştı. Ve böylece yöredeki deniz suyu kuzey-kuzeydoğuya doğru kaçarak burada kapalı bir iç deniz ile çok çeşitli gölleri oluşturmuştur. Güney Toroslardan gelen bol miktardaki akarsular bu iç denizi devamlı surette beslemiş ve sularının tatlılaşmasını sağlamıştır. 23.5-15 milyon yılları arasındaki zaman diliminde ise Türkiye'de Trakya, Marmara, Ege ve İç Anadolu bölgeleriyle Karadeniz Bölgesi'ndeki kara halini alan bölgelerde jeolojik oluşumlar en son şeklini almaya devam etmiştir. Ancak Akdeniz bölgesi Güney doğu ve Doğu Anadolu bölgeleri yeniden sığ bir deniz tarafından işgal edilmiştir. Trakya havzası, Güney Marmara havzaları, İç batı Anadolu Havzalarında iç deniz yağmur gölleri halini almaya başlamıştır. Bu devirde Türkiye'nin büyük bir bölümünde sıcak ve yağışlı, yarı tropikal bir iklim hüküm sürmektedir. Bu evrede başlayan volkanik etkinlik, 15-11 milyon önceleri dönemden başlamak üzere 1 milyon yıl öncesine kadar sürmüştür. Devam eden volkan aktivitesinin yarattığı çukurlukları doldurarak oluşturduğu yükseltiler bir taraftan bölgenin genel yükselmesine neden olurken, bir taraftan da bu yükselmeye bağlı olarak oluşan Bozdağlar gibi doğal setler Konya Gölü Havzası'nı, Tuz Gölü Havzası ve Hotamış Gölü (Konya Gölü) Havzası olmak üzere ikiye ayırmıştır. 11-5.4 milyon yılları arasındaki jeolojik devirde ise Türkiye'nin hemen hemen tamamı karalaşmış ve bugünkü halini almaya başlamıştır. Dünya ölçeğinde küresel soğumaya bağlı olarak deniz seviyesi düşmüştür. Bu zaman aralığında, erken dönemlerde karalar üzerinde oluşan geniş ölçekli göller varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu dönemde Konya-Ereğli ovaları, Sultan Sazlığı, Beyşehir-Seydişehir arası Tuz Gölü ve batısı Ankara'nın batı ver güney batısı gibi daha bir çok yer geniş göl ve sulak alanlar halindedir. Yaklaşık 2 milyon yıl önce başlayarak 10.000 yıl öncesine kadar süren bu dönemde, son 800.000 yıl içinde 8 kez yinelenen buzul/buzul arası dönemler ve bununla ilgili deniz seviyesinde oynamalar olmuştur. Bu dönemde Konya Ovası yaklaşık 20 metre derinliğinde bir göl halindedir. İklim değişiklikleri ile meydana gelen şartlar bütün dünyada olduğu gibi, memleketimizde de etkili olmuştur. Nemli ve yağışlı dönemlerde göl seviyeleri yükselirken, aşırı sıcak ve kurak şartların hakim olduğu buzullar arası dönemde göl seviyeleri çekilmiştir. Buzul devrinin sona ermesiyle iklimi ılımanlaşmıştır. Bu dönemde vadi tabanları ve havzaların alüvyonlarla dolmaya başlamasıyla göl seviyeleri çekilmeye başlamış ve yüzeye çıkan eski göl tabanları birer ova karakteri kazanmıştır. Bu dönemde görülen küçük göller, iklimdeki kuraklaşmaya bağlı olarak çekilmiş geride bir kaç bataklık bırakarak kurumuştur. Bu bataklıkların en önemlileri; Hotamış, Arap Mezarlığı, Alakova, Ereğli bataklıkları, Aslım ve Akgöl'dür.
Eski Konya Gölü'ne ait kıyı izleri, bugün İç Anadolu'da, özellikle havzanın kuzeyinde Kayacık, Tömek, Sarıcalar, Eğribayat köyleri, Konya-Aksaray yolunun geçtiği Palaveli yaylası Divanlar, Karakaya, Göçü köylerinin doğusu ile İsmil kasabasının doğusunda, Merdivenli, Küpbasan, Tavşançukuru ve Yeniceoba yaylalarında bariz bir şekilde görülmektedir. Ayrıca Konya-Ankara kara yolunun kuzeyinde kuzeydoğu-güneybatı doğrultulu gölün kıyılarının oluştuğu kıyı kordonu mevcuttur. Bu kıyı kordonu Kayacık'tan güneybatıya, Konya şehir merkezine doğru uzanmaktadır. Bu gün bir çok yerde kum ocağı olarak kullanılan bu kıyı kordonu içinde çok miktarda deniz yaratıkları fosiline rastlanmaktadır. Konya'nın batısında, Meram Çayı'nın birikinti konisi kıyı izlerini büyük ölçüde kapatmıştır. Fakat Yaylapınar, Alakova, Çomaklı, Kaşınhanı, Alibeyhüyüğü hattı boyunca kıyı kordonlarına rastlanmaktadır. Eski Konya Gölü'ne ait izler, gün geçtikçe azalmaktadır. Çünkü havzada dış kuvvetlerin tesiri ile aşınma faaliyetleri devam etmektedir.
Eski Konya Gölü'nün varlığı, medeniyetin oluşmasındaki en büyük merhale olan Neolitik Devrim'in Anadolu'da başlamasında çok önemli bir rol oynamıştır. Çünkü ilk insanların yerleşmeleri yönünden buzul göller çeşitli önemler arz etmektedirler. İlkçağ insanlarının büyük bir kısmı o dönemde kurumuş ve kurumakta olan göllerin kumsalları ve kıyılarında, alüvyal ovalarda ve su ihtiyacının kolay sağlandığı birikinti konilerinde yerleştikleri tespit edilmiştir. Konya Havzası'nda da Konya Gölü' nün çekilmesine bağlı olarak bazı yerleşim yerleri kurulmuştur. Bu tarihi yerleşim yerlerinden Çatalhüyük, Çarşamba Çayı'nın birikinti yelpazesi üzerinde ve Eski Konya Gölü kenarındadır. O dönemde Çatalhüyük'ün güneyinde geniş verimli düzlükler bulunurken, kuzeyinde ise Eski Konya Gölü hala mevcudiyetini devam ettirmektedir. Aynı şekilde Karaman yakınındaki Can Hasan, Eski Konya Gölü kenarında kurulmuştur. Can Hasan, İbrala Deresi'nin getirmiş olduğu birikinti yelpazesinin üzerinde bulunmaktaydı. Her iki yerleşim merkezi de o dönemdeki verimli topraklara sahip olduğundan ilkçağ insanlarının temel ihtiyaçlarını karşılamak için de çok uygun yerlerdir. Çünkü göl kıyısında ve bataklık alanlarda bulunan yabani hayvanları avlayarak da geçimlerini sağladıkları gibi verimli düzlüklerde küçük çaplı tarımla da uğraşmaktaydılar. Hititler zamanında bile Büyük Konya Gölü tamamen kurumamıştı ve muhtemelen ovanın bazı yerlerinde kalıntıları bulunmaktaydı. Bundan dolayı Hititler bölgeyi Sulak ülke olarak adlandırmışlardır. Helenistik dönemde ise yazar Xenopon'un On Binlerin Dönüşü adlı kitabından öğrendiğimize göre de bölgenin sulak olması Konya ve civarını o devirde çok önemli bir yer haline getirmiştir. Çünkü Lidya Satrapı II. Darius'un oğlu olan Cyrus'un sefer zamanında, ordunun dinlenmesi için Konya'yı seçmesinin en önemli sebebi bir ordunun ihtiyacını karşılayabilecek kadar bol su kaynaklarının olmasıdır. Aynı şekilde Roma İmparatorluğu hakimiyetinden önce Anadolu'yu gezen Seyyah Strabon'a göre Konya zengin toprakları bulunan bir bölgedir. Strabon'un zengin topraklardan bahsetmesi muhakkak ki suyun bol bulunabildiği anlamına gelmektedir. Aynı önem Romalı yazar Plinius zamanında da devam eder. Çünkü yazar bölgeden "seçkin" ifadesini yakıştırarak söz eder.
Orta Çağ Konya'sında Büyük Konya Gölü artık bir efsane olarak halkın bilgi dağarcığına yerleşmiş olmasına rağmen efsane muhtemelen biraz daha eski bir zaman aralığında ortaya çıkmıştır. Bu efsaneye göre bölge eskiden denizdir. Katip Çelebi, XVII. asırda yazdığı Cihannüma adlı eserinde şöyle demiştir: "...Alaaddin ile Eflatun İlahinin merhadleri Konya Kalesindedir...Konya bühayresi taşıpta İsmil yakınına kadar gelince bütün ovayı su kaplar, Onun için vilayet ahalisi Konya Ovası bir zamanlar deniz imiş Eflatun bir tedbir ile mahvetmiştir, derler" Efsaneye göre Konya Gölü'nü kurutan Eflâtun-u İlahidir. Bu efsanevi bir kişiliktir ve M.Ö.5 yüzyılda yaşamış filozof Eflatunla ilgisi yoktur.
Günümüzde tamamen kurumuş bulunan Büyük Konya Gölü'nün insan hafızasında oluşturduğu anılar geçmişten günümüze hiç azalmadan, hatta artarak ve çeşitlenerek gelmiş olması başka efsanelere de kaynaklık etmiştir. Buna göre; Konya'nın yakınlarındaki Takkeli Dağ tepesinde gemi bağlamaya mahsus halkalar bulunduğundan, Konya vaktiyle su altında-yani büyük bir göl veya deniz iken üzerinde seyrüsefer eden gemilerin buraya yanaşıp bağlandıklarından, dağın yamaçlarında suların husule getirdikleri izlerin hala belli olduğundan, dağın tepesinde bir soğuk pınarla, göl bulunduğundan efsanevi bir şekilde bahsedilir. Bundan başka Konya ve çevresinde Konya Denizi ile ilgili daha değişik efsaneler oluşturulmuştur. Bu efsanelerin başında, Konya Adının nereden geldiğine dair muhtemelen Türk-İslam zamanına ait bir örnek vardır. Bu efsaneye göre Konya Adı şöyle izah edilmektedir. Çok eski devirlerde Konya'nın bulunduğu yer büyük bir denizdir. Bu denizin suyu yavaş, yavaş çekilmeye başlamıştır. Güneyden Rum illerine doğru uçarak sefer eden iki veli, denizin suyu çekilen sahilini görmüşler, bir diğerine "Buraya konalım ve burada konaklayalım" demiştir. Ötekisi ise "Kon ya!" diye bir nidada bulunmuş ve burayı yurt yapmışlar ve az zamanda büyük bir şehir kurulmuş, adı Konya olmuştur.
Diğer bir efsane olarak Eğridir Gölü Efsanesine göre bu sahada gayet kuvvetli bir su vardır. Bu su eğer serbest bırakılacak olursa tüm Konya Ovası deniz haline gelecektir. Onun için Eflatun bir tedbir edip kapatmıştır. Katip Celebi ise Cihannüması'nda bu efsaneyle ilgili "...kenarında enbiye-i kadimden bir bina vardır ki bir azim suyun hurucunu men eder ve binası hukemaya isnad olunur" diye bahsetmektedir. Aynı şekilde Eğridir'de de aynı menkibe biraz değişerek devam eder; "Eflatun Hakim o pınarı kapatmış olmakla beraber fusünkar asası işaret ederek suyun ayağını Eğridir Gölüne akıtmıştır." Bu surette Eğridir Gölü meydana gelmiştir.
Konya Ovası'nın hemen hemen her yerinde eski Konya İç Denizi ile ilgili bir söylenti hala vardır. Bu çok eski hatıraların bu derecede güçlü bir şekilde yaşatılıyor olmasının en büyük nedeni, Konya kapalı havzasının coğrafi özeliklerinde yatıyor olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü eski devirlerden günümüze kadar Eski Konya Gölü'nün alanını işgal eden Konya Havzası, kimi yağışın bol olduğu yıllarda denize herhangi bir akıntı olmamasından fazla yağış çukur bölgelerde adeta bir iç deniz gibi geçici göllere sebep olmaktadır. Bu göllenmelerle ilgili eski kayıtlarda bir çok bilgi mevcuttur. Buna göre; Beyşehir Gölü miladi 1637 yılında taşarak Konya sahrasını kaplamıştır. O kadar ki Konya sahrası adeta bir deniz haline gelip, ulaşım imkanı kalmamıştır. Halbuki o yıl IV Murad Irak seferine çıkacaktır ve saraydan Konya kadısına yazılan bir emir ile göl sularının düzene konulması istenmiştir. Bunun gibi bir başka eski kayıtta ise konunun önemi çok güzel bir şekilde gözler önüne serilmektedir. Ebubekir efendi Coğrafyası'nda şöyle anlatılmaktadır: "...Konya'dan Ereğli sınırına kadar sahradır. Suyun tuğyanı zamanında su basıp ol kaza derya gibi olur"
Sonuçta tarih öncesi zamanlara ait jeolojik bir olayın insanları nasıl etkilediğine dair en güzel örnek Büyük Konya Gölü olgusu olsa gerektir. Çünkü aradan binlerce yıl geçmesine rağmen Konya Denizi efsanesi bugün bile canlılığını korumakta olup, halk arasında sıklıkla anlatılan ve en sevilen efsanelerden birisidir.
Fotoğraflar: Bilim ve Teknik Dergisi, sayı: 468, Kasım 2006

Türbeönü'nde Evi, Meram'da Bağı...

Fahri ÖZPARLAK
İnşaat Yüksek Mühendisi (İ.T.Ü.)

Türbeönü has Konya evlerini bağrında toplayan bir semtimiz. Bir zamanlar orada ev sahibi olmanın ayrıcalık sayıldığı "Türbeönü'nde evi, Meram'da bağı, attan inmez, üstü kirlenmez" tekerlemesinin boşuna söylenmediği yer.
Mevleviler ile birlikte zenginler ve eşraf "Türbe Önü"nde ev sahibi olabilmek için adeta yarışırlardı.
1880 tarihli, düz yazının çeşitli örneklerini toplayan ve Konyalı bir molla tarafından kaleme alınan yazma bir kitapta, "inşa defteri'nde Türbeönü civarındaki oturma birimleri sayılırken Civar mahallede 127 eşik, Durak Fakı mahallesinde 86 eşik, Sarıhasan mahallesinde 110 eşik, Piripaşa mahallesinde 142 eşik, Dedemoğlu mahallesinde 79 eşik, Zincirli de 244 ve Dolap mahallesinde 243 eşik bulunduğu belirtiliyor. Burada eşikten maksat ev veya hanedir. Bu tarihi belgeden anlaşılıyor ki Türbeönü ve civarı yüz sene önce yoğun bir nüfusa sahip bulunuyor.
Türbeönü bugünkü gibi bir meydan olma özelliğinin dışında kent dokusunun bütün gereksinimlerini içinde toplayan türlü sosyo-ekonomik yapı birimlerinden oluşuyordu. Medresesi, okulu, imareti, kadınlar ve buğday pazarı, muvakkithanesi, kahvesi, fırınları, sikkeci dükkânları gibi...
Türbe önünü bir merkez sayarak cadde ve sokaklar güneş ışınları gibi bu merkezden uzanıyordu. Evler ise bu cadde ve sokaklarda iki taraflı olarak, birer tespih tanesi gibi sıralanmış idi. Kerpiçten yapılmış bu evler genellikle iki katlı, düz damlı, saçakları ve çelenleri, kamış ve ot tuğlasından örülmüş, çıkartmalı iki odalı bir mabeyin veya sofalı konak tipi binalardı. Bazılarının önünde Hayat'ı ve arkasında büyükçe bir bahçesi bulunuyordu. Ancak merkezde hayat yer azlığı nedeniyle terk edilmiş, fakat merkezden uzaklaştıkça bu özellik yeniden korunmuştur.
Genelde toprak evlerin yapımı geleneksel olarak geçmişten günümüze kadar süre-gelmiştir. Bu gelenek Anadolu'nun taş ve ağaç yönünden belki yoksul olmasından, belki de iklim koşulları nedeniyle toprak evlerinin kışın sıcak, yazın serin olmasından kaynaklanmış ve bir tercih sebebi olmuştur.
Türbeönü'nün bazı görkemli konaklarının alınlıklarında nazardan ve isabet-i ayından (göz değmesi) korunabilmek için "maşallah" ve mavi rengin hakim olduğu porselen veya çinko tabaklar takılmıştır. Ancak söz konusu konaklar her ne kadar nazar ve göz isabetinden korunmuş iseler ele zamanla fiziki tesirlerden kendilerini koruyamamış bir peynir şekeri gibi eriyerek kaderlerine terk edilmiştir.
Toprak evlerin dış görünümleri ne kadar sade ve gösterişten uzak ise iç mekanlar o denli süslü ve kullanışa elverişli, pratik ve rahattır. Evlerin iç kısımlarının süslenmesinde ağaç önemli derecede rol oynamıştır. Ağaç işçiliği öyle uzun boylu emek isteyen bir şekilde değil de daha ziyade basit ve aplikasyon tekniğiyle yapılmış ama gene de göze hoş gelen bir özellik kazanmıştır.
Türbeönü evlerinde iç duvarlar daima kara sıva ile sıvanmıştır. Kireç ve kum kullanılmamıştır. Ancak kireç kapatma aracı olarak kullanıldığından, samanlı sıva üzerinde yapılan badana ile samanlar kapatılmaya çalışılmıştır.
Tavanlar genel olarak ardıç ve katran kirişler üzerine atılan kamış ve kamıştan yapılmış hasırlar ile kapatılmıştır. Merdiven başlarında şahnişin yapılarak, bunlar üzerinde kullanılmaya uygun alanlar sağlanmıştır.
Odaların duvarlarında uyarlanan ahşap ağzı açıklar ile çiçeklik ve testilikler odalara ayrı birer donatım güzellikleri sağlamıştır. Bu donatımlar hiçbir zaman yağlı boya ile boyanmamış, ağacın doğal rengiyle bırakılmıştır.
Türbeönü evlerinde sürekli sadelik egemen olmuş, hiç bir zaman fazla eşya ortalıkta bırakılmamıştır. Konya'da Garsambalık olarak isimlendirilen faydasız eşya daima gözden ırak tutulmuş, gerek duvarların gerekse oturma mekânlarının sadeliği sağlanmıştır. Odaların ve salonların çıkartmalarında pencere düzeyinin aşağısında yapılan sedirler üzerine döşenen halı, yastık ve minderler, ev sahiplerinin özellikle yaşlıların oturarak günlerini geçirdikleri birer mekan olarak yapılmıştır.
Konya'nın eski Kerpiç Evleri
Uzun kış gecelerinde divan mangallarının önünde bu odalarda musiki âlemleri, sıra oturmaları yapılarak konakların tekdüze hayatına ayrı bir çeşni katılmıştır,
Türbeönü evlerinde yazlık ve kışlık oda ayrımı yapılarak iklim koşulları nedeni ile yaz ve kış mevsimlerinde ayrı ayrı odalarda oturulduğu gibi bu evlerde yatak odası, misafir odası ayrımı da yapılmamış, akşamlan serilen yer yatakları, sabahları yük dolaplarına kaldırılarak üzerleri bir yük örtüsü ile kapatılmıştır. Yük dolaplarının diğer bir kullanım şekli de buraların birer yıkanma yeri olmasıdır. İçleri çinko ile kaplı ve kullanılmış su bir savacak boru ile dışarı atılmaktadır.
Yabancı misafirlerin ağırlanması için ayrıca konakların bahçelerinde konaktan ayrı olarak bir veya iki odalı, kahve ocaklı, gerekirse ahırlı, hariciyelerin de ayrı bir ünite olarak yapıldığını görüyoruz. Yabancı misafirler buralarda günübirlik veya yatılı olarak ağırlanıyordu.
Yukarıdan beri özelliklerini anlatmaya çalıştığımız Türbeönü evleri aslında Konya evleriyle özdeşleşmiştir. Aynı özellikler diğer Konya evleri için de söz konusudur.
Bugün için bu evler kaderlerine terk edilmiş, tabiatın acımasız tahribatıyla her gün biraz daha yok olmaya mahkûm edilmiştir. Öyle rutin politikalar ile bunların kurtarılması olasılığı yoktur. Sayıları çok azalmıştır, gelecekte daha da azalacaktır. Bu evlere Konya halkının kendisinin sahip çıkması gerekmektedir.
Yoksa yazık olacak Konya evlerine!
Dedemin evinde doğduğum 55-60 yıl öncesine göre büyük değişikliğe uğrayan Türbeönü, Konya'mızın en eski ve ticarî yönden en canlı mahallelerinin başında gelirdi.
Sultan Selim Camii ile şimdi otopark olarak kullanılan (bodrumu) ve üzerindeki Mevlâna Çarşısı'nın önündeki havuzun batı kısmı arası etrafı dükkanlarla çevrili geniş bir meydan hâlindeydi. Şimdi Yusufağa Kitaplığı'nın bitişiğinde namaz vakitlerini tayin eden saatlerin bulunduğu bina (Muvakkithane) yer alıyordu. Yusufağa Kitaplığının köşesinde olan şadırvan da meydanın ortasındaydı. Tekke Mahallesine şimdiki gibi Pirî Mehmet Paşa Çarşısı'nın yanından girilirdi. Meydandan Kadınlar Pazarı'na, Lârende'y eve Türbe Caddesi'ne gidilirdi.
Aynı zamanda Köprübaşı, Dolav, Topraklık ve Tekke Mahallesi'ne bu meydandan geçilirdi. Bir de Balıkçılar Oteli'nin yanında Türbe Hamamı vardı. Karamanoğulları devrinde Emir İshakoğlu Salman Ağa'nın yaptırdığı hamamın bitişiğinde Kürkçüler Hanı vardı. 1955'te meydanı genişletmek için yıkılmıştır. Sokağın sağ köşesinde Bahri Gövez'in fırını, bitişiğinde berber İsmail Kara, Nebi Çintaş Dayı'nın kahvesi, terzi Hikmet Fil, Türbe Hamamı Girişi Mehmet ve Mustafa Nişancı kardeşlerin işlettiği kahvehane, bisiklet tamircisi Avcı'nın Mevlüt Ağa ve Yusufağa Kitaplığı'nın bitişiğindeki namaz vakitlerini tayin eden saatlerin bulunduğu bina yer alıyordu.
Meydan'dan Kadınlar Pazarı'na giderken yün-yapağı ticareti yapan Lord Teyfik'in oğlu Süleyman, sağ köşede Meyhaneci Mevlüt'ün tütün, sigara, içki dükkanı yanında Havuzlu Kahve, Sarraf Şeref Nalçacıgil'in babası Ali Efendi'nin bakkal dükkânı, berber Osman Kara, kunduracı Esat Aksebilgin'in babasının kunduracı dükkânı, bakırcı Kara İsmail'in şekerci dükkânı bulunuyordu.
Nebi Dayı'nın kahvesinde Ramazan geceleri tombala çekilirdi. Sultanselim Camii'nin iki minaresi arasına mahya kurulurdu. Balıkçılar Oteli'nin yerinde tüccar Hasan Balıkçı'ların vefatından sonra düğün salonu olarak işletilen, altında da bisiklet tamircisi Mecit Akay'ın dükkanı, Yeşil türbe ekmek fırın ve birkaç dükkân daha vardı. Mecit Akay'dan 1 saati 25 kuruşa bisiklet kiralardık.
Sultan Selim Camii'nin kuzey cephesinde Mevlâna Dergahı'na bitişik (doğudan) 13 derslikli tek katlı Dumlupınar İlkokulu vardı. Eski İsmi İnönü İlkokulu'ydu. Sonradan Dumlupınar konuldu. Şimdi yerinde havuzlar ve fıskiyeler vardır. Her gezişimde Mevlâna Müzesi Müdürü merhum Mehmet Önder'i görürdüm, selâmlaşır, konuşurduk.
Meydana çıkan yollardan biri olan Dalav'a giden Aslanlı Kışla Caddesi gidiş-dönüş olan tek yoldu. 50'li yıllarda yol genişletme çalışmalarıyla (gidiş-dönüş olarak) Üçler Mezarlığı'nın Balıkçılar Oteli karşı köşesindeki tifüshane yıkıldı. O yıllarda bit salgını çoktu. Bit bulunan evlerde tifüs hastalığından korunmak için bütün ev eşyaları tifüshanede oklavlardan geçirilirdi. Yol genişletme çalışmalarında 350 cenazenin (gravür resimlerinde görüldüğü gibi) kefenleme ve taşınma çalışmalarına katkım olmuştur. Bizim evler Mevlâna Dergâhının (doğu cephesinde) civarı olduğu için mahallemizin adı; Civar Mahallesi idi.
Bütün evlerin damları kara örtü idi. Yalnız bitişiğimizdeki Tamtam sokağının kuzey çıkmazında rahmetli Hacı Osman Koçbeker Hocam'ın evi çatılı idi. 1000 m2 civarındaki bitişik nizam komşu evleri toprak damlı olduğundan (üzerlerinde akmaya karşı çorak toprağı sıkıştırmak için) dam yuvarlağı bulunurdu. Bütün evlere damlarından birbirine geçilir, arka sokağa kadar çocuklar damların üzerinde oynarlardı.
Tamtam sokağı komşularımız: Köşemizde Hacı Hatice Nine'nin evi (106 yaşında öldü) (Ben aşevinden yemek getirir nineye her gün verirdim. Arada bizim evde de pişer götürürdüm). İlerisinde Saraç Lütfi amcanın evi (105 yaşında öldü). Bitişiğinde Zivecikli Mehmet amcanın evi (kenarında Ahmet Eflâki'nin mezarı vardı). En dipte Osman Koçbeker Hocamın 8 odalı, bahçeli ve çatılı 2 katlı evi. Bu arada şunu da anlatmadan geçemeyeceğim:
Biz 4m genişliğinde (5-6 arkadaş) Tamtam sokağında çelik-çomak oynarkan Osman Hocam bir sap arabasının üzerinde (saman yığınının üzerinde) çelik çomaktan atlarının ürktüğünü görünce "çüş beygir" diye bağırarak arabadan kamçısıyla tombul vaziyette indi. "Kim atlarımı ürküttü" deyip sap arabasından inmesiyle Ali isminde bir arkadaşımızın kaçtığını görünce peşine düştü. Fakat arkadaşımız çok hızlı koştuğundan yetişemeyip, hocam ter içinde atların yanına gelince öfkesinin geçtiğini anladık. Bu arada arkadaşımız Dumlupınar İlkokulu'nun yanındaki 2m x 3m yekpare taş havuzun içine saklandığını anlattı. Bir de Türbe Önünde oturan daylak dedemiz vardı. Kendi halinde bir dedeydi. Bizlerin bilya ve aşık oynamamıza kızardı. (Daylak devenin yavrusu. Uzun boylu olduğu için dede de uzun boyludur). Bir gün dede biz oyun oynarken yanımıza geldi "Oynamayın çocuklar" deyince Halil isminde bir arkadaşımız "Develer daylaki Kız kolunda oynak; türküsünü mırıldanmaya başlar başlamaz dede abdestliğini (pardesüsünü) çıkartıp Halil'i mahallede kovaladı.
Aslanlı Kışla yolu üzerinde komşularımız ise postacı Ertuğrul, Ağazade İsa Efendi, Avukat İhsan Ceylân ve Seğmenoğlu Hacı Mehmet (Derviş Seğmenoğlu'nun babası) (Dedeler yarışına giren, koşan Derviş Ağabey, şimdi 82 yaşında Antalya'da kızının evinde).
Her evde ahır, samanlık ve ekmek pişirmek için tandır vardı. İnek ve camız beslenirdi. Sabahları çoban sığır sokağından çimenliğe götürür, akşam oradan getirirdi. Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Mevlâna aşığı ve Bektaşi Abdal Haydar (şimdi 114 yaşında sağ) her gün dedemin yani bizim eve gelir, annem Haydar efendi geldi der, Fötr şapkasını çıkarır, dedemin yanında sohbete ve şiirlerine başlardı.
Evimiz 1959'da istimlak edildikten sonra, (Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu'nun medrese arkadaşı dedem Hacı Abdurrahman Hoca'nın evinde doğumundan sonra 18 yıl iki katlı cumbalı, rumbalı damı kara örtü, ahırı, samanlığı olan bu evde geçmiştir). Şimdi Mevlâna Müzesi'nin gül bahçesidir, doğu kısmında Karatay Belediyesi vardır, ilkokulum olan Köprübaşı ilkokulu (şimdiki adıyla Mahmut Şevket Paşa İlkokulu) na kadar Civar Mahallesi uzanmaktadır.
Asmalı Cami ve Saadet Ekmek Fabrikası'nın arkasında Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu Hocanın iki katlı kerpiç evi bulunuyordu, dedemin evine Cuma günleri ziyarete gelirken bütün mahalle çocukları yolunu bekler, önce Hocaefendi bize selâm verirdi. Arkasından sahtekârlar (arabanın sağ tekerleri, haydin yan kayışları kopardınız) der, bizi selâmlardı. Önce babam Tahir Özparlak'ın müezzinlik yaptığı (41 yıl) Pirî Mehmet Paşa Camiinde, sonra Aziziye Camiinde bizleri sabah namazından sonra işrak namazına kadar salmaz, vaazda bulunur ve işrak namazından sonra bırakırdı.
Şimdi Üçler Mezarlığı'nda talik hatla yazılmış mezartaşı kitabesini burada belirtmeden geçemeyeceğim:
"Derûni bir visal aşkiyle gel, zâir bu dergâha
Büyük arif, bu yerden nur olup yükseldi Allah'a
O lâhûti güneş artık, ufuklardan gurûb etti
Vefasız masivâlardan, nihayet el çekip gitti!
Garip, öksüz kalan iklim, değildir sâde bir Konya
Bu eşsiz matemin hüznü ile yanmış bütün dünya
İbadethaneler, mihrâb ve minberler yetim oldu,
Kan ağlar hep bükük boynuyla rengârenk açan güller, Nem muhrik besteler irşâd eder kabrinde bülbüller
Ölümsüz yâdı bakıydir yaşar her an gönüllerde
Mübarek tatlı siması, gülümser sanki her yerde
Gönüller fetheden, ulvî, mücahit burada medfundur,
İlâhi bin tecellinin, temâsasıyla memnundur.
Likâullâhe ermiş, lütfü Rabbani: (Veyis Zade)
Bütün envâra müstağrak, kesafetlerden azade!"
Yiğeni Ali Ulvî Kurucu
Dedem, Hacı Abdurrahman Kavun (1875-1959)
Hacı Abdurrahman Hoca Eîendi'nîn yetişmesinde büyük önemi olan hem öğrenci, hem de müderris olarak bulunduğu Islah-ı Medarisi İslâmiye Medresesi'dir. Hacı Abdurrahman Hoca Efendi bu medresede kıymetli hocaların elinde yetişmiştir.
Islah-ı Medaris'te, Arapça, sarf ve mahivi; Arapça konuşma gibi çeşitli dersler almış ve vermiştir. Medrese'nin 1917 yılında kapatılması üzerine Daru'ul Hilâfe Medresesi'nde de hocalığa devam etmiş, medreselerin kapatılması üzerine Sedirler camii (Yanık Cami'de) hocalığa başlamış (îmam-hatip) ondan sonra köyü olan Tömek Nahiyesi'ne bağlı Acıdört Köyü camiinde imam ve hocalığa ve başka camilerde imam hatip olarak vazifelerine devam etmiştir.
Aynı Medreselerde yetişmiş arkadaştan Hacıveyiszâde Mustafa Kurucu Efendi ve Akşehirli Ahmet Efendi Hoca (Cuma Hutbelerinde devamlı "Akıllının oğlu aklında develer yayılsın" derdi). Cuma günleri bir araya gelirler benim doğup büyüdüğüm (18 yıl, Türbe önündeki, Tamtam Sokağı (4 m.) karşı köşede, Aslanlı Kışla Caddesi üzerinde iki katlı, sofa, mabeyin, izbe, ahır ve samanlığı olan toprak damlı bağdadî Osmanlı stili evde toplanırlar dinî mevzularda görüşmeler yaparlardı. (Osman Koçbeker Hocaefendi'nin (Ahmet Eflâki'nin medfun bulunduğu yerin ilerisinde 150 m. mesafedeki bizim ev). Bir Cuma günü ben pencere kenarında ders çalışırken Hacı Veyis Zade Mustafa Kurucu Efendi'nin (Allah içini Nur'la doldursun, ilmini arttırsın duasına mazhar oldun, nur içinde yatsın). Benim şu şiirimi terennüme vesile oldu.
Yandım kül oldum aşk meydanında
Kokan gül oldun aşk meydanında

Gül idim soldun nur ile doldum
Bilmezem noldum aşk meydanında

Aşk-ı Hak geldi benliğim aldı
Bir adım kaldı aşk meydanında

Ağlarım gözüm gözlerim silmem
Ne olduğum bitmen aşk meydanında

Fahri'de hayran aşk ile güzan
Olmuştur giryan aşk meydanında
Netice: Anadolu'muzda olduğu gibi Konya'mızın topraklan atanda medfun bulunduğu mübarek zâtlar, nesiller boyunca, İslâm'ın gösterdiği hikmet ve hakikat yollarını açmışlar, müminlerin ruhlarına Allah korkusu, Allah âşkı, Peygamber sevgisi ve vatan muhabbeti, uyandıracak şekilde, kendileri de Hakk ve hakikat yolunda nefislerini bu fani dünyanın zevklerinden mahrum etmişlerdir (Sonsuz .Allah'ım hepimize nasip etsin).
Onların hayatlarında ikâmet ettiği yerler birer fazilet, nezaket yerleri idi. Şimdi muzdarip ruhların şifa ve şefaat niyazında bulunduktan birer ziyâretgâhtir. Burada eller Allah'u Tealaya açılır, kalbler (kulüp) sükûn bulur. Üstün tevazularından kendilerini asla hizmet ettiklerinden üstün tutmazlardı. Yolumuzu aydınlatan ışığınız bol olsun. Türbeönü'nün bugün sadece adı yadigâr kaldı. Genç nesil ise Türbeönünü ancak eski resimlerine bakarak ve yeni halini görerek hayal etmeye çalışacak.
Yaşadığımız ve tarihi devirleri sinesinde taşıyan Konya'nın yanıbaşındaki cennet Meram'a ulaşabilmek için değişik dönemlerde üç tane yol kullanılmıştır.
Yollardan biri ve en eskisi olan "Kadim Yol": Şehir merkezinden başlayarak Dış Kale'nin (Selçuklular dönemindeki Konya Dış Kalesi) Çeşme Kapısı'ndan çıkarak (Bugünkü Şato Form'un olduğu yerden) Şeyh Evi'nin (Sadrettiıı Konevi'nin) önünden geçerek İstasyon içinden, Havzan'dan, Ateşbaz Veli Türbesi önünden geçerek Meram'a ulaşan ve Dere Boğazı'ndan geçerek Beyşehir Şusası'na (Şose) kavuşan yoldur. Bu tarihi yol uzun zamandır işlevini yitirmiş ve askeri bölge içinde kalmış, Selçuklu'dan Osmanlı'ya intikal eden yoldur.
Yaylı araba
Bugün eski yol dediğimiz ikinci yol ise; toprak ve kenarlarında iki geçeli (taraflı) yabani iğde ağaçlarının sıralandığı yoldur. Konya - Meram arasında hizmet gören bu yol Meram'da yaz kış oturan veya yazlan oturan kimseleri Meram'a ulaştırmıştır. Zenginler veya eşraf, atlı körükler veya Bursa işi denilen kapalı yaylılar ile seyahat ederlerdi. Bir ulaşım aracı olmayan kalender sakinler, ya hayvan sırtında veya yayan yapıldak bu yolda gider gelirlerdi. ASLAN ALİ isminde, kışın da Meram'da oturan şişman bir Meramlı, bugün Aslan Ali Mezarlığı denilen yerde tipiye tutulmuş ve olduğu yere yıkılmış. Yakınları nefesinin tükendiği yere onu gömmüşler. Daha sonraları burası mezar yeri olarak kabul edilerek Aslan Ali Mezarlığı adını almıştır.
Bahçıvanlar ise Tatar arabası dediğimiz arabalar ile elde ettikleri ürünleri şehre taşırlardı. Yol üzerinde birkaç sarnıç ve Meram Irmağı'nın taksim edildiği Müftü Gediği bulunuyordu.
Üçüncü yolumuz: Bugün Yeni Yol diye anılan, 1938'de Vali Cemal Bardakçı tarafından açılan şose yoldur. Sonraları bu şose asfaltlanmış ve birçok tadilata uğramıştır. Bu yol modern Meram'ın yaratılmasında önemli rol oynamıştır. İlk yolcu otobüsü bu yol üzerinde "Seyrüsefer" yapmıştır. Aşağıdaki şiirden anladığımıza göre bu otobüsün sahibi Ahat'ın Recep, şoförü de Hasan'dır. Daha sonraları bu hizmeti Konya Belediyesi üzerine almış, şehir ile Meram arasında otobüs seferleri ihdas etmiştir.
17.09.1938 tarihli Yeni Ses gazetesinden aldığımız, Konya'nın son devirlerde yetiştirdiği Aşık Mehmet Yakıcı'nın yazmış olduğu aşağıdaki şiir, Meram'a ilk otobüs seferlerinin başlamasını konu edinmektedir.
"Aşık Mehmet Meram için bir methiye yazmıştır. Meram Methiyesi dediği bu destanı:

MERAM METHİYESİ
Şu Eylül ayının bir pazar günü
Bindim domofiline ben Meram'ın
Her yerde söylenir Meram'ın ünü
Çok süratli domofili Meram'ın

Şoför Hasan manevrayı çevirir
Başkaları düz yollarda devirir
Kimisi de boşa duman savurur
Ne rahattır domofili Meram'ın.

Mevkilere pamuk gibi oturur
Hem giderken sallanmadan götürür
Başkaları seni toza batırır
Çok rahattır domofili Meram'ın

Meram dedikleri bir dağ arası
Görenlerin iyi olur yarası
On guruştur domofilin parası
Hem aylaktır domofili Meram'ın

Hoş olur Meram'ın abu havası
Ahet Recep domofilin ağası
Binenlerin yeter ona duası
Hiç sallamaz domofili Meram'ın

Binenler arttırmaz gam ile keder
Hepsinden yüksek süratle gider
Meram levhasına hem dikkat eder
Domofilde levhası var Meram'ın

Meram dedikleri ufacık şehir
Ortasından akar bir küçük nehir

Mil kim olup ora göç etsem eğer
Güzeldir havası milyonlar değer.

Hoşluğunu seyret orda akşamın
Ben dadına doyamadım Meram'ın.

Otuz sene oldu ben de görmedim
Gidip böyle muradıma ermedim
Hiç ömrümde hamamına girmedim
Ne güzeldir hem hamamı Meram'ın

Tırmanıp hem çıkarım dağına
Seyrederim ben sol ve sağına
Bülbül konar bahçesine bağına
Bağlarında kuşlar öter Meram'ın.

Yaz günleri geçer sefalı aylar
Gezmeye gelirler bayanlar baylar
Yelesi kuyruğu kırkılmış taylar
Yayılır kırında güzel Meram'ın.

Toplanır gelirler bura güzeller
Kolkola takılıp durmaz gezerler
Oturup çayıra sofra düzerler
Ne hoş olur bilin zevki Meram'ın.

Çelebi Meram'ın döndü aşkına
Hem de bir gün değil sürer beş günde
Baykuşlar öterler şimdi köşkünde
Çok beyleri geldi geçti Meram'ın.

Bahçıvanlar durmaz şafakta kalkar
Çayına baktım ben de devrilir akar
Aşık Mehmet durmuş zevkine bakar
Doyamadım ben dadına Meram'ın.
Aşık Mehmet
Bu arada şunu da belirteyim ki; Dilinden hikmetler fışkıran ve nadide inciler saçan bir mânâ menbaı ve bana sanat aşkını veren öz ve söz vadisinde büyük bir tecelliye mazhar olan Hazreti Mevlânâ'nın, bütün hak dostlarının gönül alemlerine tercüman olarak telif ettiği ölümsüz eseri olan İLÂHÎ sırlardan bahseden, yüce kudret akışlarını anlatan şu yuvarlak gök kubbede parıl parıl parlayan yıldızları, güneşi ve dolayısıyla bütün kainatı ve incelikleri hakimane bir üslupla bizlere aktaran Mesnevi'den bilhassa nasiplendik. Hazreti Mevlânâ'nın "Mesnevi hakikate ulaşmak ve Allah'ın sırlarına agah olmak isteyenler için bir yoldur. Mesnevi temizlenmiş kişiler için gönüllere şifadır. Hüzünleri giderir, Kuranı Kerim'i anlamaya yardım eder, huyları güzelleştirir."
Mevlana Hazretlerinin Dutluk'una (mesire yeri, Mevlana Hazretleri devamlı gelirdi) komşu; Meram'daki iki katlı evimde otururken sanata ve Konya'ya hizmet aşkıyla yanıp tutuştum. Mesleğe ilk başladığım yıllarda Konya DSİ 4. Bölge Müdürlüğü'nde Barajlar Baş Mühendisi olarak Konya baraj ve sulama işleri, Askerlikten sonra YSE 7. Bölge İçme Suları Şefi olarak Konya vilayetinin susuz ve elektriksiz köy ve beldelerine ulaşabildiğim için kendimde büyük bir coşku, huzur ve mutluluk duydum. 60'lı yıllarda Konya imar plânının yapımında öncülük ve Selçuk Üniversitesi'nin kurulması aşamasında müteşebbis heyet başkanlığı yaptım. Selçuk Üniversitesi'nin yer tespiti ve istimlak edilecek arsaların belirlenmesinde vilayet bilirkişi heyetinde teknik bilirkişi olarak vazife aldım. Amerika'da John Tracy Clinic'le devamlı temas ederek, işitme engelli çocukların (0-3 yaş arası eğitimle konuşur hale geleceğini varsayımıyla, (nitekim konuşur hale gelmişlerdir) anaokulunun açılmasına önayak oldum ve içinin tefrişi, malzemesi vs.'ni karşıladım.
Şimdi de 50 senelik yazarlık ve gazetecilik hayatımda, Peygamber (sav) efendimize olan sevgiyi anlatmanın mümkün olmadığının idrakinde olarak, "karınca kararınca" deyip yola çıktığımı O'nun şefaatine nail olma arzusu ile 1400 yıl önceden bizlere gülümseyerek Peygamber sevgisinin her şeye nasıl tercih edildiğinin bazı örneklerini sunan Efendimizin güzide ashabının hayatlarından, tarihten günümüze gelinceye kadar her kesimden insanın O'nun sevgisiyle nasıl dolduklarının, Efendimize duyduğu hasretten ciğerinin kebap olduğunu, gönlünün tutuştuğunu ve yandığını söyleyenlerin ibretlik hatıralarını yâd etmek için 10 cilt, Türk-İslam sanatı ve envanterini Efendimizi tüm insanlığa anlatmak için hazırlamaya çalışıyorum.
Ve bu Meram'daki evimde doğumumdaki Türbeönü'nde olduğu gibi Meram'daki evimin de Hz. Mevlana'nın ziyaretine devamlı geldiği Dutlu Bahçesi'ne komşu olmam dolayısıyla burada da Mesnevi'den nasiplenerek Konya'ya yukarıdaki hizmetlerimi yapmamdan dolayı büyük bir mutluluk ve yaşam sevinci içindeyim.
Kaynakça:
T.C. Konya Valiliği Kültür Müdürlüğü Yayın no: 16 Odaşaı, A. Sefa, Altunarı Ofset 2001, Konya.
Merhaba Gazetesi, Akademik Sayfalar, Cilt 6, Sayı: 30, 11 Ekim 2006, BÜLBÜL Nail, KONYA

Konya Tandırı ve Çebiç

Biz Türkler, oldum olası tarihin her sürecinde ekmeği yemeğe katık etmişiz. Bu belki de tarihten gelen bir alışkanlık sonucudur. Tarım ülkesi olmamız, bulunduğumuz yerlerde sebze ve hayvan yetiştirme koşullarının kısıtlı olmasından kaynaklanmış olabilir.

Bu genellememizi Konya için de söyleyebiliriz. Konya bir tarım kenti olduğu için ürettiği tarım ürünlerinin başında buğday gelir. Buğdaydan türlü yiyecek maddelerinin yanı sıra ekmeklik un da üretilir. Yakın zamana kadar her Konyalı evinde ekmeğini kendisi pişirir ya da pişirtirdi. Şehir içinde üç-beş fırın bulunurdu.

Konya evlerinde ekmek nadiren tandırlarda pişirilirdi. Konya tandırları yerden 80-90 santim yükseklikte bir seki altına gömülmüş, genelde testi ocaklarında Sille ve dolaylarında özlü kırmızı topraktan yapılırdı. Tandırın ağzı gövdesine göre biraz daha dardı. Tandırın alt kısmında ' külle' denilen bir hava deliği bulunurdu. Tandır, evvela tandır çamurundan bir miktar ele alınarak elde kalın bir halat gibi sündürülerek şekillendirilir ve tandırın büyüklüğüne göre bir daire şeklinde serilir ve daha sonra çamurdan az miktarda alınarak önceki işlem tekrar yapılırdı. Bu iş tandır istenilen boya gelinceye kadar devam ettirilir. Sonra iskelet tandır, ıslak elle perdahlanarak düz yüzey haline getirilir ve bu işte bitikten sonra kalesi yani hava deliği keskin bir bıçakla açılırdı. Dayanıklılığının sağlanması için tandır, testilerin pişirildiği gibi hafifçe pişirilirdi. Bu pişirilen tandırlar şehir içinde belirli yerlerde satılmak üzere teşhir edilirdi. Müşteri tarafından alınan tandır bir araç aracılığıyla evine getirilir ve evin hayatı içinde mümkün mertebe bir örtme altındaki yerine gömülürdü.

Konya tandırında ekmek pişirileceği zaman genellikle tezek kullanılırdı. Tezekler yakılmak üzere tandırın ortasında bir biri üzerine çatılır ve ortasına kolay yansın diye ufak odun parçaları konularak çıra ile tutuşturulurdu. Tandırın duvarları tam olarak kızardıktan sonra harlı ateş külle örtülerek sıcaklık belirli bir düzeyde tutulduktan sonra bezeler 15-20 santim çapında 3-5 santim kalınlığında olmak üzere tandırın kızgın duvarlarına yapıştırılırdı. Ekmek hamuru basılan yere tekrar hamur basılmaz ve tandıra basılan hamur tandır duvarından tandırın içine düşmüşse o tandır geri alınmaz orada pişmeye bırakılırdı. Konya' da bu şekilde pişen ekmeğe 'düşme' denilirdi.

Tandır ekmekleri mayalı hamurdan üretilir. Bu mayalı bezeleri üretme denilir. Tandır ekmekleri çok pişirilir. Bunun nedeni de hamurun içindeki suyun yok edilmesidir.
Yukarıda tarım kenti olan Konya'nın ana besin kaynağının buğday olduğundan bahsettik. Bu besin kaynaklarında ikinci sırayı 'et' almaktadır.

Konya'da etin bol olduğu mevsimler hariç diğer mevsimlerde yemeklerde çok az kullanılmaktadır. Kullanılan et ise güz mevsiminde kavurma olarak hazırlanmış etlerdir.
Genellikle yaz ve güz aylarında Konyalılar özel günlerde yaptıkları davetlerinde tandıra kuzu ve çebiç asarlardı. Çebiçler bir yaşını doldurmamış tiftik keçiler arasından seçilir.

Çebiç ve kuzu asma deneyim isteyen bir iştir. Bu iş genellikle erkekler tarafından yapılır. Çebiç veya kuzu tandıra asılmadan 8-10 saat önce kesilerek derisinden arındırılması gerekmektedir.
Eskiden derisi çıkarılan çebiç veya kuzu serin bir yerde dinlendirildikten sonra üzerine bol miktarda yoğurt, salça sürülür ve etin içine açılmış ceplere soğan ve sarımsak konularak bir tür terbiye edilirdi. Kuzu veya çebiçin eti bu işlem ile biraz yumuşatılmış olurdu.

Tandır iyice kızdırıldıktan sonra kuzu veya çebiçin boynuzları varsa bunlar kırılarak başı dört ayağının arasına alınarak telle bağlanıp, tandırın ağzından taşacak şekilde bir şiş veya boruya geçirildikten sonra kuzu veya çebiçin sırtı tandırın tabanına dönük olmak üzere asılır. Yalnız bu iş yapılmadan önce bir tepsi veya ufak bir leğen içine ıslatılmış bulgur veya pirinç konularak tandırın tabanına ateş üzerine yerleştirilir. Bunun sebebi kuzunun veya çebiçin pişerken çıkarmış olduğu su ve yağın tepsi üzerine damlamasıyla doğal şekilde bir pilav elde etmektir. Bu pilav pişen etle beraber yenilir. Kuzu veya çebiç tandıra asıldıktan sonra üzeri tandırın ağzından büyük bir kapakla kapatılır. Kapağın kenarları çamurla kapatılarak 1-3 saat süreyle et pişmesi için beklenir. Burada dikkat edilmesi gereken şey tandırın kapağından ve küllesinden hava almamasıdır.

Kuzu veya çebiç belirli bir süre geçtikten sonra tandırın ağzı açılarak çıkartılır. Bir tepsi içine konulur, ayaklarındaki teller koparılır ve servise hazır hale getirilmiş olur.
Konya adetinde; kuzu veya çebiç yer sofrasında, etler parçalanmadan ortadan yenilir. Çatal ve bıçak kullanılması hiç adetten değildir. Çebiç veya kuzunun iyi piştiğini anlamak için eti salladığımızda, et ve kemik birbirinden ayrılmış olması yeterlidir.
Çebiç davetlerinde sofrada bol miktarda yeşillik, sütlü kuru soğan ve yanında da yağlı bir ayran bulunur. Kuzu tepsisi sofradan kalktıktan sonra ortaya getirilen dimnit üzümü ile Hatunsaray divleği yenir.

Tandır çebiçi gerek Konya'mızda gerekse Konya dışında ününe kavuşmuştur. Birçok ozan " Konya'nın külfetsiz nimetleri" arasında çebiç hakkında övgüler yazmıştır.

Kaynaklar:
ODABAŞI Sefa, Konya Mutfak Kültürü, KTO Yayınları, Konya 2001, s.60-68

KONYA KÜLTÜRÜNE HİZMET EDENLER- MEHMET ALİ UZ

Mehmet Ali Uz
Altı yıldan fazla olmuş onunla ilgili ilk yazımı yayımlayalı... Belki 2001 yılının başında kaleme aldığım o yazıda Av. Uz'u yeterince tanıtamamıştım, ama tanıdığım kadarıyla yazmıştım. Bugün ise onu daha yakından tanıyorum. Daha farklı açılardan tanıtacağım onu bu yazımda. Ancak, o ilk yazımın baş tarafını aşağıya alarak o yılların duygularını bir daha hatırlamak istiyorum. 2001 yılının 15 Şubatında şöyle demiştim Merhaba'nın Akademik Sayfalar'ında:
Onu geç tanıdım, çok geç... Aynı on'lu yıllarda, 1930'larda doğmamıza karşılık birbirimizi tanımak beşinci on'lu yıllarımıza, yaşlarımız ellili basamakları tırmanmaya aşlayınca gerçekleşebildi. 1988'deki "Konya çıkarmam", bir yandan 40-45 yıllık çocukluk arkadaşlarımı kazandırırken bir yandan da dostlar arasına yenilerini de katıyordu. Yöneticiliğim, yazarlığım, Konyalılığım yeni dostlukların yeşermesini ne güzel de sulayıvermişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek çok tanışmalarda olduğu gibi, Uz'la da ilk defa nerede karşılaştık, hangi güzel vesileyle bir arada olduk, hatırlamıyorum. Aralarında hiçbir maddi menfaat bağı olmayan iki insanın, hem de ömürlerinin üçüncü çeyrek yüzyılların içinde tanışmaları herhalde pek de kolay olmasa gerek... Her şeyin madde ile ölçülmeye başlandığı dünyada böylesi bir dostluğun kurulması elbette bazı ortak değerlere sahip olmakla yakından ilgilidir. Konyalılık, Türkçe sevgisi, gençlere yol göstericilik bu ortak değerlerde sadece birkaçıdır (s. 47).
Araya giren sıcak dostluk sohbetleri gösterdi ki biz 1960'lı yılların sonlarına doğru onunla tanışmışız. Ortak dostumuz, onun İmam-Hatip Okulundan, benim İstanbul Üniversitesinden arkadaşımız rahmetli Profesör Harun Tolasa, Konya'da buluştuğumuz bir yaz tatilinde onun Vakıf Çarşısı'ndaki yazıhanesine götürmüştü beni. Sayın Uz hatırlayamadıysa da, ben külleri fazlasıyla karıştırarak bir şeyler bulmaya çalıştım.
Mehmet Ali Uz, 1935 yılında Konya'nın, o zaman merkez mahallelerinden olan Kalecik Mahallesi'nde doğmuştur. Eski usulle söylemek gerekirse Halil Efendi'nin mahdumudur; validesi ise Hikmet Hanım'dır. Baba dedesi Sarı Ali Efendi (Ali Avni Uz) Cumhuriyet döneminin ileri gelen eğitimcilerinden olup Özel Füyuzat-ı Hamidiye Mekteplerinin (İbtidai ve rüştiye) sahibi ve müdürüdür. Anne tarafından soyu, Adliye Medresesinin kurucusu Müsevvitzade Adil Efendi ve onun oğlu şair ve müderris Mehmet Zari Efendi'ye ulaşır.
Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulunu bitirdikten sonra bir süre Bulgur Tekke Kur'an Kursu'na gider. Bu arada açılan İmam-Hatip Okuluna kaydolup 1958 yılında ilk mezunlardan biri olarak diploma alır. O, 1960-1961 öğretim yılında da Konya Erkek Lisesini bitirir, daha sonra da Ankara Hukuk Fakültesine kaydolur. Oradan 1967 yılında mezun olur.
Sayın Uz, liseyi bitirdikten sonra evlenir. Bu olayı ilk yazımızda şöyle anlatmıştık:
Üç kızının annesi Şükran Hanım'la 1962 yılında evlenir. Hem de kimin kızıyla? 35-40 yıllık arkadaşım, merhum Uğur Gürağaç'ın ablasıyla... Kayınpederi merhum Ahmet Hamdi Gürağaç'ın Uluırmak İlkokulundan, benim ilk göz ağrım, Hakimiyeti Milliye İlkokuluna gelişini daha dün gibi hatırlarım. Ben, yıllardan beri Zekiye İzgi hocamda ve hep A şubelerinde okuyorum; o da galiba dördüncü sınıftan itibaren B şubelerini okutmaya başlamıştı Böyle kayınpedere Uz gibi bir damat... Ne güzel yazgı...(agm., s. 48).
Uz çiftinin kızları sırasıyla ev hanımı, mimar ve doktordur..
Yaz gecelerinde, az da olsa, ortak dostlarla paylaştığımız sohbetlerin coğrafyası, benim tanımlamamla, Yaka-Meram-Köyceğiz üçgenindeki mütevazı bir yaz evidir. O evin, bana özel saatleri de vardır. Karadut yeme, ıhlamur toplama yaz aylarımızın vazgeçilmez güzellikleridir. Bize bu güzellikleri sunan dostumuzu 72 yaşına taşıyan dününden bazı çizgileri de kendi kaleminden okuyalım.
Sayın Uz, tam bir hayat hikâyesi avcısıdır. Aşağıdaki listede görüleceği üzere o, kimleri kalemiyle âdeta ikinci hayatlarına taşımamıştır ki. Elbette, Konya ağzıyla söylemek gerekirse, çıra dibine karanlık olmayacaktı ve aziz dostumuz kendi hayat hikâyesiyle de aramıza karışacaktı. Bakalım, o kendini nasıl tanıtmış bizlere o güzel kitabının ikinci cildinde; imlasına dokunmadan alıyoruz.
Lise dönemlerinden itibaren okumaya ve yazmaya karşı merakı vardır. Öğrencilik yıllarında Ceylani Sineması'nın hemen bitişiğinde Milli Eğitim Bakanlığı'nın Yayınevi Müdiresi olan bayanın tavsiyesi üzerine kitaplık kurmaya başladı.
Askerliğini yedek subay olarak Çorlu'da tamamladı. 25 yıl avukatlık, üç yıla yakın da Karapınar Noterliği yaptı. Büyük ideâllerle başladığı Avukatlık mesleğinden bazı sebeplerle soğudu. 1990 yılında yazıhanesini tasfiye etmeye başladı. 1992 yılında da fiilen avukatlığı bırakıp, araştırma ve kitap çalışmalarına yöneldi. Osmanlıca bilmesi bu dönemde çok işine yaradı.
İlkokuldan üniversiteye kadar her kademede hocalık yaptı. Avukatlık yaparken yedi yıl Konya Akşam Lisesi'nde edebiyat ve kompozisyon derslerine, 15 yıl kadar da S.Ü. Mühendislik-Mimarlık Fakültesi'nin bazı bölümlerinde İş Hukuku derslerine girdi. Hukuk Fakültesi'ne girdiği yıl, bir taraftan da Konya'da o yıl açılan Eğitim Enstitüsü'ne devam ediyordu. Altı ay sonra enstitü idaresince iki okuldan birisini tercih etmeye zorlanınca, Hukuk Fakültesini tercih ederek enstitüyü bırakmak mecburiyetinde kaldı. (Konya Kültürüne Hizmet Edenler 2, 2004, 317-318).
Bence mutlu bir "sâhib-i kalem" olan Sayın Uz'un yazarlığı, son nefesine kadar elinden kalem düşmeyen, Konya'mızın "Şeyhü'l-Muharriririn"i olan merhum Mustafa Ataman'ın yüreklendirmesiyle başlar. İlk yazısı daha öğrenci iken Yeni Konya'da yayımlanır. O, Hamle ve Konya Postası gazetelerinde günlük yazılar kaleme almıştır. Bu arada bir yıl kadar Konya Postası'nda 'genel yayın müdürlüğü' yapmıştır. Aynı gazetede dört yıldan fazla yönettiği Akademik Sayfa'sı, daha sonra Merhaba gazetesinde Akademik Sayfalar olarak sürdürmektedir. Her zaman söylediğimiz gibi onun bu sayfaları, gelecekte yazılacak olan Konya Ansiklopedisi'nin kaynaklarını oluşturacaktır.
Eski yazımızda, onun bu yoğun çalışmalarını şu cümlelerle taçlandırmayı denemiştik:
Akademik Sayfa. Dört yaşındaki bu çalışmanız sizi geleceğe taşıyacak olan tek oğlunuz! Nice kalemlerin körelmiş ucunu, oğlunuz, bir kalemtraş edasıyla açıvermedi mi?
Siz buna bir de binlerce sayfayı bulan Akademik Sayfalar'ı eklerseniz, delikanlının, babasını nasıl başarıyla temsil ettiğini göreceksiniz. Baba ile oğula uzun ömürler diliyoruz.
Sayın Uz, bir Türkçe sevdalısıdır. Aydınlar Ocağı başkanıyken yayımladığı broşür (acaba Türkçemizde ne demeliyiz?) onun bu alandaki duyarlılığını ortaya koyar. Zaman zaman "Hay hocam..." diye başlayan yakınmalarının çoğu dilimizle ilgilidir. Onun bu dil sevgisi, Konya'mızdaki pek çok aydını rahatsız edecek boyutlardadır. Onun, dünün tarih sayfalarında kalan Türkçesine duyduğu saygıyı günümüz bilginlerinin de yaşayan Türkçemize sahip çıkacakları günleri beklemektedir.
Sayın Uz'un bir başka yönü de dernekçiliğidir. Konya Türk Ocağı ile Yeşilay derneklerinin kurucularındandır. Ocak'ta 15 yıldan fazla başkanlık yapmıştır. Yeşilay'daki başkanlık hizmeti ise 20 yıldan fazladır. (Her iki derneğin ortak bir dairede çalıştıkları yıllarda, soba başındaki ilk dostluk sohbetlerimizi, orada verdiğim Prof. Dr. Mehmet Kaplan ve Âşık Mehmet Yakıcı adlı konferanslarımı nasıl unutabilirim ki...) Onun üstlendiği hayır cemiyetlerindeki hizmetleri de, kendisi için bir övünç kaynağıdır.
Sayın Uz'un özel hayatından da bazı çizgileri sunmak istedik; ola ki bazı 'hayat hikâyesi' yazan arkadaşlarımız da merak etmiş olabilirler.
O, 1993'te eşiyle birlikte kutsal topraklara gider ve 'Hacı' olur; onun hacılığı ertesi yılki yolculuğuyla katmerleşir.
Bazılarını benim de tanıdığım sekiz torunu vardır; hele o Melik, tam bir 'dede halefi' olacak gibi.
2007 yılında bir tura katılarak üçüncü defa pasaportunu kullanır. Suriye seferinde Şam ve Halep'i ziyaret ederler. Bu yolculuğun, fotoğraflarla süslenmiş hatıralarını bir süre sonra Merhaba'da yayımlamıştır.
YAYINLARI
I. Kitapları
Kitaplarını tarih sırasına göre vermek yerine konularına göre vermeyi uygun bulduk. Bütün kitapları Konya'da basılmıştır:
A. Ansiklopedik Eserler
1. Baha Veled'den Günümüze Konya Âlimleri ve Velileri I, 1993.
2. Baha Veled'den Günümüze Konya Âlimleri ve Velileri II, 1995. 3. Konya Kültürüne Hizmet Edenler [1], 2003.
4. Konya Kültürüne Hizmet Edenler 2, 2004.
5. Baha Veled'den Günümüze Konya Âlimleri ve Velileri I-II, 2004. B. Biyografik Çalışmaları
1. 75. Basın Yılında Mustafa Ataman / Hayatı ve Eserleri, 1997.
2. Ereğlili Müsevvit Mustafa Fehmi Efendi, Nuzumlalı Ahmet Hamdi Efendi, Sarı Ali Efendi, Çocukları ve Torunları, 2002.
3. Ankaravî Mehmet Dede, 2004.
4. Hafız Murtaza Efendi / Saçlı Hoca, 2005.
5. Lâdikli Hacı Ahmet Ağa, 2006.
C. Tarih Kitapları
1. İmam-Hatip Okulu / İlk Mezunları, 2005 (Halit Güler ile).
2. Konya Hukuk ve Baro Tarihçesi, 2006 (Konya Barosu Yayını).
Ç. Yeşilaycı Yayınları
1. Bağımlılık Yapan Maddeler, 1987.
2. Toplumu Çökerten Sosyal Afetler I / Kumar, 1994.
3. Toplumu Çökerten Sosyal Afetler I / Fuhuş, 1995.
4. Toplumu Çökerten Sosyal Afetler I / Bağımlılık Yapan Maddeler, 1996.
D. Derlemeleri
1. Kırk Hadis (Kısa Hadisler), 2001.
2. Şiirimizde Meşhur Beyit ve Mısralar, 2002.
E. Aktarma
1. Konya ve Rehberi, 1998 (Konya Aydınlar Ocağı Yayını).
M. Muhlis, M. Ferit, Mümtaz Bahri ve Faik Beylerin aynı addaki eserleri Osmanlı Türkçesinden aktarılmıştır.
F. Baskıda Olanlar
1. Hacı Veyiszade ve Ailesi.
2. Selçuk Es / Muhtasar Konya Ansiklopedisi (500 sayfa kadar).
G. Basım İçin Bekleyenler
1. Aydın Kimdir? Türk Aydını ve Özellikleri (Prof. Dr. Sedat Temur ile).
2. Konya Delibaş İsyanı.
3. Naci Fikret / Hayatı, Eserleri ve Yeni Fikir Dergisi.
II. Makaleleri
Sayın Uz'un kalemi bilimsel kitaplar hazırlarken aynı tür makaleleri de ihmal etmedi. Bir bölümü halk tipi olan yüzlerce makalesi gazete ve dergilerde yer aldı. Aşağıda onun makalelerinden seçme bir liste verilmiştir.
Makalelerinden Seçmeler
1. "Naci Fikret", Konya Postası, Akademik Sayfa, 1 (18), 25 Haziran 1998.
2. "Ahilik ve Esnaf Bayramı", Konya Postası Akademik Sayfa, 1 (15), 15 Ekim 1998.
3. "Vakıf Medeniyeti", Konya Postası, Akademik Sayfa, (22), 3 Aralık 1998.
4. "Cumhuriyet Nasıl Kuruldu ve İlân Edildi?", Konya Postası, Akademik Sayfa, 2 (73), 29
Ekim 1998.
5. "A. Sefa Odabaşı", Konya Postası, Akademik Sayfa, 2 (82), 30 Aralık 1998.
6. "Muallim Naci'nin Edebi Kişiliği ve Eserleri, Konya Postası, Akademik Sayfa, 2 (96), 13
Nisan 2000.
7. "B.M.M. Reisi ve Şer'iye Vekillerinden Hadimli Mehmet Vehbi Çelik, Konya Postası, Akademik Sayfa, 3 (129), 30 Kasım 2000.
8. "Osmanlı Döneminde Konyalı Şeyhü'l-İslâmlar", Yeni İpek Yolu, Özel Sayı II, Konya, Aralık 1999, s.9-14.
9. "Konya Atasözlerinden Seçmeler", Konya Postası, Akademik Sayfa, 3 (139-141),15 Şubat-1 Mart 2001.
10. "Vefat Yıldönümünde Selçuk Es", Konya Postası, Akademik Sayfa, 3 (167), 6 Eylül 2001.
11. "A. Rasih İzzet Koyunoğlu", Konya Postası, Akademik Sayfa, 3 (169), 20 Eylül 2001.
12. "Konya Çevresinin Türkleşmesi, İslâmlaşması ve İlmin yayılmasına Rolü Olan Bazı İlim Adamları", Yeni İpek Yolu, Özel Sayı IV, Aralık 2001, s. 61-64.
13. "Konya'nın Şeyhü'l Muharririni ve Asırlık Çınarını Kaybettik (Mustafa Ataman)", Konya Bülteni, S.29, İlkbahar 2002, s.114-116.
14. "Konya'da Başlayıp Mekke'de Noktalanan Bir Acıklı Hayatın Hikâyesi; Hafız Murtaza (Saçlı Hoca)", Konya Postası, 31 Mayıs-3 Haziran 2002, (üç yazı).
15. "Konya Hazire ve Kabristanları", Yeni İpek Yolu, Özel Sayı VI, Konya, Aralık 2003, 77-92.
16. "Şer'iye Sicillerinde 16. ve 19. Yüzyıllar Arasında Konya'da Mahallelerde Adları", Yeni İpek Yolu / Özel Sayı VII, Aralık 2004, 35-51 (Bekir Şahin ile).
17. "Konya Hazire ve Kabristanları II", aynı dergi, 301-342.
18. "1264 / 1848 Yılı Vergi Mükellefleri Listeleri Üzerine Bir İnceleme: Mahallelerde Doğu-Batı Gelişmişlik Farkı ve Yılın Vergi Rekortmenleri", Yeni İpek Yolu / Özel Sayı VIII, Aralık 2005, 27-43.
III. BİLDİRİLERİ
Sayın Uz, bazı bilimsel toplantılara da katılmış ve bildiriler sunmuştur.
Bildirilerinden Seçmeler
1. 1985 Milletlerarası Gençlik Yılı Dolayısıyla S.Ü. Gençlik Paneli, M. Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, Gençlik Hizmetleri G. Md. M.E.B. Ankara 1987, s.73-76.
2. "Saraybosna'da İsa Bey Mevlevîhanesi", II. Milletlerarası Osmanlı Devletinde Mevlevîhaneler", Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Özel Sayı 2 (2), Mayıs 1996, s. 103-106.
3. "Konya İlim Adamları ve Manevî Sultanları", Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi, 2002 Yılı Kültürel Etkinlikleri Paneli, 10 Ağustos 2002, Konya'da Düşünce ve Sanat, Konya 2003, s. 331-336.
4. "Konya Kültürüne Hizmet Edenler", T. Yazarlar Birliği Konya Şubesi, Konya'da Düşünce ve Edebiyat Sempozyumu, 24 Mayıs 2003, Düşünce ve Edebiyat, Konya 2003, s. 114-116.
IV. Söyleşileri
Sayın Uz'un bazı söyleşileri gazetelerimizin kültür sayfalarında yer almıştır. Biz, burada, kendilerinin lütfedip bizimle yaptığı iki söyleşiyi, dostluğumuzun güzel bir eseri olmak üzere alıyoruz.
1. Prof. Dr. Saim Sakaoğlu ile Nasreddin Hoca Üzerine, Konya Postası, Akademik Sayfa, 5-6 Temmuz 2000.
Bu söyleşinin gözden geçirilip az da olsa geliştirilen şekli için bk. Yedi İklim, 138-9, Eylül-Ekim 2001, 84-92.
2. Prof. Dr. Saim Sakaoğlu ile Dil Üzerine Bir Sohbet, Merhaba, Akademik Sayfalar, 2 (12/126), 1 Kasım 2000, 89-91.
SONUÇ
Benim 60'ıma merdiven dayadığım yıllarda o, merdivenden birkaç basamak tırmanmıştı. Belki de geç kalmış bir tanışmaydı bu. Ama, dostluğumuz, zamanın acımasızlığını güzel buluşmalarla tatlıya bağlıyordu. Kışlık evinde yediğimiz genevir helvasını bilen, tadan değil de adını hatırlayan kaç kişi kaldık ki? Ya yazlık evinde, geleneksel yastıklarla çevrilmiş oturma alanında, sohbetin en can alıcı yerinde, dostlarımızdan birinin başına, mesela Yard. Doç. Dr. Hasan Özönder'in veya benim başıma, devlet kuşu değilse bile "gökten düştü bir elma" hesabı, bir tatlı güzelliğin inivermesi, unutulacak gibi değil.
Yerine gelince 40 yıllık dostların (!) bile düşman oluverdiği günümüzde Sayın Uz ebedî bir dostsunuz, unutmayınız

ÇATALHÖYÜK'TE SANAT

Çatalhöyük'te Sanat

Fahri ÖZPARLAK
İnşaat Yüksek Mühendisi


Çumra'nın bugünkü sakinlerinin, Selçuklularla gelen Oğuz boylarından olduğu, yerleştikleri köylere verdikleri Karkın, Avşar gibi isimlerden anlaşılmaktadır. Yine Oğuz boylarından olan, Türkmenler ve Yörükler ise Osmanlı Döneminde 18. ve 19. yüzyılda Çumra yöresine yerleşmişlerdir.
Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra bu yörede, Karamanoğlu Beyliği kurulmuş ve bir süre hüküm sürmüştür.
Fatih Sultan Mehmet tarafından Karamanoğlu Beyliğinin ortadan kaldırılması ile Osmanlı yönetimine giren, şu anda ilçe merkezi olan Çumra'nın bulunduğu yer bataklıklarla kaplı bir sazlık alandır.
Bugünkü konumuyla, dünya arkeoloji çevrelerinde insanlık tarihinin mihenk taşlarından biri olarak kabul edilen, Çumra'nın değerli hazinesi Çatalhöyük, M.Ö. 7400 ile M.Ö. 6000 arasında 1400 yıl boyunca iskân edilen Çatalhöyük, yaşam biçimi ve sanatı ile insanlık tarihini aydınlatırken pek çok soruyu da beraberinde getiriyor.
İnsanoğlunun Neolitik Çağda Çatalhöyük'te gerçekleştirdiği kentsel devrim, günümüz insanının zirveye taşıdığı kentsel gelişimin başlangıç noktasıdır.
Çumra-Çatalhöyük'ün insanlık tarihinde 10.000 nüfusa sahip dünyanın ilk yerleşim yeri olup, tarihte insanların ilk kez burada ticaret yaptığım, vahşi hayvanların ilk kez burada evcilleştirildiğini, insanlığın ilk kez toprak kapları ve bakırı Çumra' da kullanıp bunlarla zenaatkarlar yetiştirdiği, insanlık tarihinin ilk kez mühürlü ve mülkiyet kavramını Çumra' da yaşadıkların, takı, ziynet eşyasının ilk kez Çatalhöyük'te kullanıldığını ve ticaretini yaptıklarını, ilk antik bank' ın burada kurulduğunu, resim ve heykel sanatının ilk kez burada keşfedildiğini, sanat ve dokumacılığa insanlık tarihinde ilk Çatalhöyük'te rastlandığını, tarım tekniklerinin ilk kez burada kullanıldığını, insanlık tarihinde ilk ekmek fırının burada kurulduğunu, Osmanlı İmparatorluğu zamanında ilk tapu kadastro işlemlerinin Çumra'da başladığını, Cumhuriyet Tarihinin ilk mahalle düzenlemesinin Çumra' da yapıldığını araştırmalarımızla görüyoruz.
İnsanlık Tarihinin Beşiği ÇA T A L H Ö Y Ü K
Çatalhöyük, Erken Neolitik Döneme, yaklaşık olarak M.Ö. 7200 yıllarına tarihlenmektedir. İnsanoğlunun neden 9000 yıl önce Çatalhöyük'te dünyanın en karmaşık kentini kurduğu, bunun için neden Konya İli'nin Çumra İlçesi'ni seçtiği gibi sorular, kenti arkeologlar açısından ilginç kılmaktadır.
ÇATALHÖYÜK NASIL KURULDU
Konya ovası yaklaşık M.Ö.l6000 yıllarına kadar l5-20 m derinlikte bir çanak gölüydü. M.Ö. 10.000'de iklimin kuraklaşması ile göl tedrici olarak 1006 m. İzohipsinin çevrelediği alanlara çekilmiştir. Eski Konya Göl'ü ilk çağlarda insanların yerleşmelerini etkilemiş ve Çatalhöyük, Can Hasan, Alibeyhüyüğü gibi bir çok yerleşmeler bu gölün kenarına kurulmuştur. Bu tarihi yerleşim yerlerinden Çatalhöyük, Çarşamba Çayı'nın birikinti yelpazesi üzerinde ve Eski Konya Gölü kenarındadır.
O dönemde Çatalhöyük'ün güneyinde geniş göl depolarından mevcut verimli düzlük1er bulunurken, kuzeyinde ise Eski Konya Gölü hala mevcudiyetini devam ettirmekteydi. Yörenin hemen güneyinde ve batısında başlayan ormanlık bölgelerden, konut yapımı için gerekli ahşap sağlanmaktaydı.
Çatalhöyük'te bulunan Erken Neolitik Çağ yerleşmesi binlerce konut ve 10 bin kişiyi bulduğu söylenen nüfusuyla Yakındoğu'nun "bilinen" en büyük kasabalarından biri durumundadır. Çatalhöyük Dünya Anıtlar Vakfı tarafından korunması gereken ilk 100, parasal destek verilmesi gereken en değerli 30 anıt arasında gösteriliyor.
Kent arkeoloji dünyasında en büyük ve en eski "kentsel merkez" unvanım taşıyor. Ama en ilginci Çatalhöyük'ün şimdiye kadar bulunmuş içinde en fazla sanat eseri barındıran bir antik merkez olması.
Doğu Çatalhöyük, M.Ö.7200-6400 arasında sürekli yerleşim alanı olarak kullanılmıştır. İlk yerleşim Doğu Hüyüğünü oluşturan 20 m derinliğindeki Neolitik kalıntılar ile başlamıştır. Yapılan kazılar sonucunda, zeminde 20 m yüksekliğe kadar, toplam 15 inşa katmanı olduğu tespit edilmiştir. Batı Hüyüğü ise Kalkolitik dönemde (M.Ö. 6000-5500) yerleşim alanı olarak kullanılmıştır. Konya Ovasındaki Hüyüklerin bir çoğu da Kalkolitik döneme tarihlenmektedir.
Her tabakada en az üç bin ev var. Çatalhöyük'ün erken evrelerinde evlere yer hizasındaki kapılardan giriliyordu ve evler ayrı inşa edilmişti. Evler dikdörtgen planlı. Çoğunlukla bir büyük odayla bitişindeki bir iki küçük odadan (depo, kiler) oluşuyor.
Daha sonra her ölen kişinin kendi evinde gömülmesi geleneği nedeniyle bu evler ata mezarları haline geldi. Her defasında insanlar atalarının mezarlarına yer açıp kendilerine bitişikte odalar yapmak zorunda kaldı. Böylece kentte dolaşacak sokak kalmadı. Sokak olmayınca yerle bitişik kapılara gerek kalmadı. Evlere çatıdan girilip çıkılmaya başlandı. Zemine gömülen ölülerin artmasıyla kentte hareket etmek çok zorlaşmış ve tıkanma noktasına gelinmiş. Ve belki de şehir bu nedenle terk edilmiş.
Kanıtlar, Çatalhöyük'te ilk dönemde hayvancılığa, ticarete ve sanayiye dayalı bir ekonominin varlığım gösteriyor. Hasan Dağı'ndan elde edilen obsiyden (volkanik cam) ve Ilıcapınar' dan sağlanan tuzun hem kendi ihtiyaçları için kullanıldığı hem de çevre kentlere satıldığı tahmin ediliyor. İlk yerleşmelerde yalnızca avcılık ve toplayıcılıkla geçinen Çatalhöyük insanı, altıncı kattan sonra tarıma geçmiş ve ekmeklik buğday, arpa ve bezelye gibi tahıl çeşitlerini yetiştirmiş. Sığırı da evcilleştirmişler ama avcılığı da yoğun olarak sürdürmüşler. Madencilik yapılmış. Ayrıca bulunan kumaş parçaları dokumacılığın en eski örneklerinden biri olarak gösteriliyor. Çanak çömlekçilik ve tahta oymacılıkta çok ileridir. Taş ve kemik işçiliği, sepetçilik gibi sanat ürünlerine de sıkça rastlanıyor.
KAZILAR DEVAM EDİYOR
Bu tarih öncesi yerleşim ilk defa 1958'de İngiliz arkeolog James Mellaart tarafından keşfedilmiştir. İlk kazı 1961 yılında yapılmıştır. 1965'te koruma altına alınan şehirde uzun süre kazı yapılmamıştır.
ÇATALHÖYÜK MÜZE OLACAK
Çatalhöyük'ü yakın gelecekte ziyaretçilerin gezeceği bir açık hava müzesine dönüştürülmesi hedef olarak görülüyor. Bin beş yüz metrekarelik bir alan üzerine kurulması planlanan kültür ve sanat merkezi bünyesinde bir müze, arkeolojik bulguların korunması ve incelenmesi için bir laboratuar, seminer odası, kütüphane ve sosyal tesisler yer alacak. Tüm sergileme çalışmaları tamamlandığında Çatalhöyük'ü yılda 500 bin turistin ziyaret etmesini bekliyoruz. Kapadokya'dan gelip güneye giden turistlerle Konya'dan gelenler Çatalhöyük'te kalacaktır. Türk ekonomisi için iyi bir girdi sağlayacak.
HER ŞEYDEN ÖNCE ÇATALHÖYÜK VARDI
Büyüklüğü ve içerdiği yoğun yapılaşma nedeniyle ortaya çıktığı ilk günlerden bu yana dünya arkeoloji çevrelerinin ilgi odağı olan Çatalhöyük, ilk defa Türkiye'de kapsamlı bir sergiye konu oluyor. Günümüzden yaklaşık 9 bin yıl önce, belirli bir şehircilik düzeninde hiç savaşmadan yaşayan neolitik çağ insanlarını konu alan sergide birbirinden ilginç 288 eser yer alıyor. "Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük" sergisi 20 Ağustos'a kadar Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi ve Sermet Çifter Salonunda izledim. Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi, Koçbank ve Yapı Kredi'nin katkılarıyla "Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük" sergisine ev sahipliği yapıyor.
Çatalhöyük'teki evlere dönüştürülen müze sergi salonu, aydın-latma, seslendirme ve görüntüleriyle 9 bin yıl öncesinin atmos-ferini ziyaretçilere yaşatıyor. Çatalhöyük'teki yaşam alanlarını gösteren kerpiç evlerle başlayan sergi, iç mekanlardan bölümler halinde kurgulanıyor. İşlik denilen yemek pişirilen, ısınılan ocak bölümünde kap kacak ve o zamanın en belirgin objeleri olan kil topları bulunuyor. Kapısız penceresiz evlere, aynen Çatalhöyük'te olduğu gibi tavandan ahşap merdivenlerle girip çıkılıyor. Evlerin damlarında, yaşam alanlarında dolaşılabiliyor. Hiçbir madenin bulunmadığı bölgede, Orta ve Doğu Anadolu'nun volkanik dağlarından getirilen obsidyenler (doğal cam); avlanmak için kullanılan ok, mızrak ucu başta olmak üzere hayatın her alanında kullanılan malzemeler de sergide yer alıyor. Böylelikle işlenmiş ve ham halde çok sayıda obsidyen, zamanın yaşam koşulları hakkında açık bilgiler veriyor. Kadın figürleri ise 9000 yıl öncesinin kadın imgesine bir başka boyut getiriyor. Sergide ayrıca inanç ve ritüel bölümleri yer alıyor. Bugün bile izini sürebildiğimiz sanatsal duvar resimleri, 1950 ve 1960'larda Çatalhöyük araştırma ve kazılarını ilk defa başlatan, yürüten James MelIaart'ın çizimlerinin orjinalleri ve bugünün sanatçısının duvara yapılmış uygulamaları da serginin diğer bölümleri.
KAZI ALANINDA ŞİMDİ NELER OLUYOR?
Sermet Çifter Salonu'nda günümüz Çatalhöyük kazısıyla ilgili bir bölüm yer alıyor. Sergi sırasında kazı çalışmalarının başlamasıyla birlikte ziyaretçiler, kazı alanında neler olup bittiğini takip etme imkanını bulabilecek. James Mellaart'ın koleksiyonunda yer alan duvar resimlerinin orijinal boyutlarındaki suluboya kopyaları yine bu salonda sergileniyor.
SERGİYE DAMGANIZI VURUN
Çatalhöyük damga ve mühürleri, fuayede gerçekleştirilen etkinliğe ilham verdi. Müzede sergilenen on farklı damganın kopyası üretildi. Sergiyi gezenler, hazırlanan bölümde, sergi defteri gibi düşünülen duvardaki hayvan derileri üzerine mühür basıp isimlerini yazabiliyorlar. Dilerlerse mühürleri Çatalhöyüklülelerin 9 bin yıl önce yaptıkları gibi dövme olarak vücutlarına basabilir ya da özel olarak hazırlanmış kartlara basıp anı olarak saklayabilirler
SERGİYİ GEZEBİLİRSİNİZ
Çatalhöyük Araştırma Projesi Başkanı Ian Hodder'in yanı sıra Çatalhöyük'te çalışan arkeolog ve antropologların uzmanlık alanlarında yazdıkları yazılarla bir kitap/katalog oluşturuldu. Bu çalışma hem bir araştırma kitabı, hem de orijinal buluntuların görüntüleriyle bir katalog niteliği taşıyor.
Uygarlıkla ilgili bütün bildiklerinizi unutun! Mekânları, araçları, ilişkileri, hastalıkları, ne yiyip içtiğinizi, inançlarınızı...
Hatta uygarlık tarihine ilişkin bütün öğrendiklerinizi bir kenara bırakın, çünkü Çatalhöyük size başka bir tarihin kapılarını aralıyor. Bu tarihte sanat hayatın yanı başında değil içinde akıyor, hiyerarşi ve savaş yok, kadın-erkek çelişkisi de. Binlerce yıl öncesini anlayabilmemiz için hayal gücünüzü kullanın ya da iyisi mi siz, Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi'ndeki 'Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük' sergisini gezin. Sergi size insana dair yeni, düşüncenin sınırlarını zorlayan bilgiler vaat ediyor, uygarlığa ve zamana ilişkin algılarınızı bir kez daha sınamanız için şans tanıyor. Şimdi saatlerinizi Çatalhöyük zamanına, 376 nesli, dokuz bin yıl öncesine ayarlayın ve şaşırmaya hazır olun!
HİYERARŞİ YOK, KADIN ERKEK EŞİT
Onlar ilk akrabamız, yani aynı türdeniz. Tarih onların zamanlarını neolitik dönem ve erken tarım merkezlerinden biri olarak kaydetti. Bugünün haritasında Konya'nın Çumra ilçesi yakınlarında yer alan Çatalhöyük'te 13.5 hektarlık bir alanda, 1400 yıl yaşayıp geriye 21 metre yükseklikte bir höyük bıraktılar. Onları işte bu höyükte yapılan kazılarla tanıdık. İngiliz arkeolog James Mellaart'ın 1960'ların başında yaptığı kazılarda ortaya çıkanlar hem onu hem dünyayı şaşırttı. Tarih başka türlü okunmaya başlandı. Çatalhöyük'te hiyerarşi yoktu, çünkü ne yönetim kararlarının alınabileceği, ne de kararların topluma iletilebileceği mekanlar vardı, hatta onları alanlara taşıyacak sokaklar bile yoktu. Tanrıları değil, kocaman gövdeli, bereketi ve gücü simgeleyen 'şişman kadın' tasvirleri vardı. Bu anaerkil bir dönemin yaşandığı inancını daha da pekiştirdi, ancak kazılar ilerledikçe kafalar karıştı. Erkekler kadınlardan daha uzun süre yaşamışlardı, daha uzun boyluydular, ama egemen olanın daha fazla ve farklı yediğinin izleri yoktu. Kadınlar da erkeklere göre daha fazla diş çürüğü vardı, ama farklı bir aşınma görülmüyordu, evde geçirdikleri zaman ve yaptıkları işler hemen hemen aynıydı, alet yapıyor, buğday öğütüyor, ekmek yoğuruyor, aile liderliğine soyunuyorlardı. Bunlar da bir anaerkil dönemden çok, eşitliğin varlığını vaat ediyordu. Kuşaktan kuşağa daha doğrusu evden eve törensel olarak aktarılan kafatasları arasında kadınlara ait olanlar da vardı, erkeklere ait olanlar da. Bu iki cinsin de ailelerinin ya da soylarının 'baş' olabildiklerinin izlerini taşıyordu.
HER EV, MİNİ BİR DÜNYA
Çatalhöyük'te evler birbirine yapışıktı veya hiç sokak yoktu ya da çok az sayıda vardı. Bir evin ömrü taş çatlasın 80 yıldı, bu sürenin sonunda içinde yaşanılan ev terk ediliyor, üstüne yeni bir ev inşa ediliyordu. Eski evin kerpiçten duvarlarının üst kısmı yıkılıyor, alt bölümü toprakla, özenle dolduruluyordu. Yeni duvarlar ise alt duvarların üzerinde yükseliyor, yeni ev ortaya çıkıyordu. Merdivenle üstten girilen evin iki odası vardı. Fırının da bulunduğu ışıklı ana oda yemek pişirmek, sepet örmek, alet ve çanak çömlek üretmek için kullanılıyordu. Ruhlara dileklerde bulundukları figürler de bu odadaydı. Ocağın yanında, toprağın altında bir obsidyen (volkanik doğal cam) stoğu bulunurdu. Kapadokya'dan getirildiği saptanan bu sert maden alet yapımında kullanılıyordu. Ok uçları çoğunlukla obsidiyendi, sepet yapımında kullandıkları aletlerin uçları ise hayvan kemiklerinden... Beş - on kişinin yaşadığı varsayılan evin ocağının yanında bir de depo olurdu. Kurutulmuş et, bezelye, küçücük turp tohumları, mercimek, buğday, arpa, kabuklu yiyecekler bu depodaki yine kerpiçten yapılmış gözlerde saklanırdı. Ana odanın iç kısmında daha yüksek ve temiz alanlar mezarlıklarıydı. Büyük olasılıkla, mezarların hemen üstü uyumaya ayrılmıştı, ölümle yaşam arasındaki bu yumuşak geçişin nedeni ölüye olan saygıydı. Bedenini gömmüş olsalar da ölünün günlük yaşamlarında kendileriyle birlikte olduğuna inanıyorlardı.
ÖYKÜLERİ DUVAR RESİMLERİNDE
Dibek, taş kaplar, havanelleri, öğütme ve değirmen taşları yiyecek hazırlamasında kullanılan nesnelerdi. Kalın kenarlı, bitkisel katkılı çamurdan yapılmış kaplar da yemek pişirmek içindi. Pişirme işinde ise ateşte kızdırılmış kil toplar kullanılıyordu. Kavurma işlemi, sepet içindeki tahılların arasına konulan kızgın kil toplarla yapılıyordu.
Çatalhöyük'ün izleyeni şaşkına uğratan, dahası bugünün modasına, aksesuar tasarımlarına ilham olan sanatı da ana odada yaratılırdı. Üç tip figürin görülüyordu; insan ve hayvan biçimliler ile tanımlanamayanlar. Mermer, kil ya da taştan yapılan 'şişman kadın' figürinlerine, boğa boynuzlu sekiler, sıvalı boğa başı yerleştirmeleri, leopar kabartmaları eşlik ediyordu. Duvarlarındaki, olgunlaşmış bir hayal gücünü gösteren resimler ise günlük yaşamı, doğayla ilişkiyi, atalarla bağı anlatıyordu. Bu figüratif resimlerde hayvanlar, insanlar, geometrik desenler vardı, kırmızı Çatalhöyük için sanatın rengiydi. İnsan bedenleri, ketenden dokunmuş kumaşlar ve deriler ise damga mühürleriyle süsleniyordu. Çatalhöyük'ün ilk yerleşimcileri geldiklerinde yanlarında evcilleştirilmiş koyun, keçi ve köpek vardı. Ava çıkıldığında yabani sığır, yabani at, eşek, domuz ve geyikle dönülürdü. At ve sığır özel törenlerin, ziyafet sofralarının vazgeçilmez yiyeceğiydi. Mellaart'tan sonra kazıyı devralan ve bugün de sürdüren Ian Hodder'i en heyecanlandıran, resimlerde sıkça rastlanan leopara dair bulgu oldu. Bu, kolye ya da bilezik olarak takılmak üzere delinmiş pençeydi. Hodder Çatalhöyük'ü anlatan kitabına 'Leoparın Öyküsü' adını vermekten çekinmedi.
ÇATALHÖYÜK, İSTANBUL'DA
Evlerin tabanlarında bulunan yaklaşık 250 neolitik dönem iskeleti, Çatalhöyük'te yaşayan insanların et yemekle birlikte genel olarak tarımsal ürünlerle beslendiğini gösterdi, çünkü dişlerindeki çürükler fazlaydı. Kalabalık ortamda yaşamak salgın hastalıklara kapı aralıyordu ve anemi kaçınılmazdı. Kısacası Çatalhöyük'te hayat pek de sağlıklı sayılmazdı. Bebek ölümlerinin fazlalığı da bunu gösteriyordu. Çocuklar önemliydi, oyuncak olarak da yorumlanabilecek bazı figürinler öğretme amacını taşıyordu ya da yaratılış hikayesini anlatıyor olabilirdi. Çok küçük bebek ve yeni doğmuş bebeklerin mezarların seçimine yetişkinlerden daha çok önem veriliyor, ölüm daha da törenselleştiriliyordu.
Her tabakada üç ile sekiz bin insan yaşamıştı. Çatalhöyük'te, yani yaklaşık en az 50, en fazla 150 bin kişi... Kendi zamanları, kendi kavramları vardı.
20 Ağustos'a kadar Vedat Nedim Tör Galerisi'nde açık tutulacak sergi Çatalhöyük ile bugün arasında bir köprü kurarken zaman ve dünyaya hakim olduğumuz düşüncesini silip atıveriyor.
TEŞEKKÜR: Araştırmam sırasında gereken yardım ve kolaylıkları sağlayan Çumra Belediye Başkanı Sayın Nasır Ersöz ve Kaymakam Osman Taştan'a 26 Haziran 2006'da Çatalhöyük kenti Çumra'nın İlçe Oluşunun 80. yıldönümü etkinliklerine katılmam,Çatalhöyük'ü adım adım gezmem, araştırmam ve Çumra Belediyesi 2004-2005 yayınlarından istifade edebilmem için gereken yardımı esirgemediklerinden teşekkürü bir borç bilirim.
KAYNAKÇA
- Lawrence 1971 "Early Neolitik from Çatalhöyük Demography and Pathology: Anatolian Studies XXI 77.98.
- BOZ BAŞAK: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Antropoloji Bölümü s.221,226 Kongre Notları
- ÇUMRA Belediyesi 2004-2005 Çalışmaları (Başkan Nasır Ersöz s. 50, 55) kısmen resimleriyle Merhaba Ofset 2005
- Skylife, (s.83-90) August 2006, İSTANBUL

Konya'da ev hanımlarının yaptığı Tandır Yemekleri

50-60 yıl öncesinin Konya'sında, becerikli Konya hanımlarının yetenekleriyle pişirdikleri tandır yemeklerinin bir çoğu günümüze kadar gelmiştir. Konya hanımları, birer ev ekonomisi uzmanı gibi, kendi gayretleri ve çabalarıyla yaptıkları faydalı işlerle evin gelirlerine yardımcı olurlar. Evin reisi erkek hammadde sağlar, evin hanımı da bu hammaddelerden ürettikleri türlü yiyecek ve giyecekleri evin diğer bireylerinin faydasına sunar. Hatta bazı evlerde elde edilen üretim fazlası da satış için pazara sunulur ve pazardan elde edilen gelirler ile de diğer noksanlar sağlanır.
Bu çark yüzyıllar boyunca Konya'da hep böyle dönmüştür.
Konyalı hanımlar eskilerin deyimiyle müdebbir (tedbirli) mücerreb (deneyimli) ve muallim (öğretmendir). Evet tedbirlidir, evinde kendi ürettiği yiyecek maddeleriyle haberli olsun habersiz olsun yüz kişi ağırlayabilir. Evinde her zaman yiyecek maddeleri yedekte bulunur. Deneyimlidir, çeşitli zamanlarda yapmış oldukları deneyimlerle, Konya yemeklerini nefaset ve kalite yönünden standart hale sokmuşlar ve misafirlerine bu yemekleri sunarken kalite yönünden hiçbir kuşkuları olmayacaktır.
Evet öğretmendirler. Öğrendiklerini evin kızlarına gelinlerine aktarır ve bunların ileride kuracakları yuvalarında aynı hizmetleri devam ettirebilmelerini sağlamış olurlar.
Bilindiği üzere Konya'da evlerdeki nüfus oranına göre haftada bir veya iki haftada bir tandır ekmeği pişirilir. Eskiden, bugün olduğu gibi her köşe başında çarşı ekmeği satan fırıncı dükkânları bulunmuyordu. Herkes kendi ekmeğini kendisi pişiriyordu.
Tandırda, tandır ekmeğinin arkası alındıktan sonra, evin hanımı tandırda kalan ateşin boşa yanmasına gönlü razı olmadığından, bunu da değerlendirme yönüne giderdi, yukarıda saydığımız olumlu özelliklerin yanına muktesit olduğunu da (tutumlu) eklemek gerekecektir.
Konyalı hanım bir çöpün boşa gitmesine razı olmaz.
Eski Konya evlerinde mutfak araç ve gereçlerinin yanında ağzı geniş çölmekler (çömlekler) de kullanılırdı. Bu çömleklerde börek, pilav vs. hariç her türlü yemek pişirilebiliyordu...
İşte böyle bir tandır gününde evdeki mevcut malzemeye göre veya ev horantasının canının istediği bir yemek mutlaka pişirilirdi. Pişirilen bu yemeklerinin başında TANDIR ÇORBASI yer alırdı. Çömleğin içine yağı ve tuzu yanında evde bulunan taneli kuru sebzeler katılır ve yeteri kadar su ilave edildikten sonra çömlek tandırın içine gömülür, çömleğin etrafına tandır içinde yanmaya devam eden tezekler çatılırdı. Ayrıca çömleğin ağzı esgi (eski) bir çapıt (bez)parçasıyla örtülür ve çömleğin boğazına iple bağlanır ve ilim ilim pişmek üzere bırakılırdı. İlik gibi olan çorba akşam namazından sonra yenilmek üzere sofraya getirilir ve evin horantası tarafından gaşık çalınarak yenilirdi.
Burada dikkat edilecek husus tandırın küllesinin (hava deliğinin) bir bez aracılığı ile iyi kapatılmasıydı. Eğer tandır hava alırsa çorba hiçbir şekilde pişmezdi. Tandırda pişirilen kuru fasulye ve nohuda ölmeğe konulan yağ, tuz, soğan vs. yanında kışın mutlaka evde hazır bulunan gölgede kurutulmuş etli kemikte katılırdı. Etki kemikler güzün kavurma yapılırken özellikle bu tür yemeklere kullanılmak üzere kurutulur. Ve gerektiği zamanlarda kullanılırdı.
Sakatat türlerinden işkembe, kelle ve paça da temizlendikten sonra parçalara ayrılarak ayrı ayrı çömleğe konur tandırda pişirilirdi. İşkembeler iriiri parçalara ayrılarak yağıyla tuzuyla biberiyle yahni olarak pişirilirdi. Bunlar yenilirken tadına doyulmazdı, bu kadar tandır yemeğinin yanında bir de galender işi tatlı tarifi yaparak konumuzu noktalayalım.
Bilindiği üzere Höşmerim sadeyağı, un, şeker veya balla yapılarak pişirilirdi. Höşmerimin pişiriliş tarzı konumuz dışında, bunun yerine GIGIRDAKLI HÖŞMERİMİ tarif edelim. Bu tatlını tarifini Araplarının Takkeci Sokağı' nda Sayın Hasan Elma tarif etmiştir.
KIKIRDAKLI HOŞMERİM:
Bazı fakir aileler höşmerimi sade yağ yerine kuyruk kıkırdağı ile yapardı. Eskiden yemeklerde kuyruk yağı kullanılırdı. Kuyruk ateşte sızdırılarak çömleklerle basılırdı.Kuyruğun içinden çıkan kıkırdak da kızartılarak yenilmek üzere bir kenara ayrılırdı. Bazı fakir aileler höşmerim yaparken kıkırdakları döğerek un haline getirir ve un ile karıştırarak ateşte pişirilir ve ateşten indirdikten sonra üzerine bal veya pekmez dökerek yerdi. İşte buna halk arasında Kıkırdaklı Höşmerim derlerdi.
Kaynak:
1- ODABAŞI Sefa, Konya Mutfak Kültürü, KTO Yayınları, Konya 2001, s.60-68

Konya Kültürüne Hizmet Edenler : Prof. Dr. Yılmaz Önge

Yılmaz Önge 01.01.1935 tarihinde İstanbul Bakırköy'de doğdu. Babası merhum doktor Ahmet Kemalettin Bey, annesi Ayşe Necdet Hanımdır. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da Mimar Kemal İlkokulu ve Atatürk Lisesinde tamamladı. İstanbul Teknik Üniversitesi'ni yüksek mühendis olarak 1959 yılında bitirdi. 1959-1961 yılları arasında askerlik görevini ifa eden Önge daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü, Abide ve Yapı İşleri Dairesi, Abideler Şubesinde restoratör mimar olarak ve mütehassıs müşavir olarak çalışmıştır. Yüksek mimar Ali Saim Ülgen'le (1913-1963) beraber birçok tarihi abidenin restorasyonunu gerçekleştirmiştir. Bu sırada A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümünde doktora çalışmalarına başlamıştır. 1971 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Tarihi Kürsüsüne asistan olarak girmiş ve 1972 yılında "Anadolu Osmanlı ve Selçuklu Camilerinde Sebil ve Şadırvanlar" konulu tezi ile sanat tarihi doktoru ünvanını kazanmıştır. "Anadolu'da XII. - XIII. Yüzyıl Türk Hamamları" konulu tezi ile de 1978 yılında Doçent olmuştur.
1979 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümündeki görevine başlamış ve 1985 yılında aynı üniversitenin Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölüm Başkanlığına atanmıştır. 1978 yılında bu fakültede Profesör olmuştur. Üniversitede lisans ve lisansüstü eğitim ve öğretim çalışmalarının yanısıra, bilimsel araştırmalar, kazı ve restorasyon çalışmaları yapmıştır. Sanat Tarihi ve Mimarlık Bölümünde 15'in üzerinde doktora ve yüksek lisans tezi yöneterek söz konusu bölümlerin kadrolarının yetişmesinde üstün gayretler göstermiştir.
Hayatının en verimli çağında 28 Mart 1992 günü sabah 9.00 sıralarında bir kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi 30 Mart 1992 günü İstanbul Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi.
Çok yönlü çalışmaları, ilginç konuları bulup çözümlemesi ile mimarlık tarihimize büyük katkılar yapmıştır. Bilimsel araştırmalarını Türk mimarisine, özellikle su yapıları üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bununla birlikte Türk sanatının bütün sahalarına vakıf idi. Türk sanatı, Türkoloji, Türk Tarihi ve Türk folkloru ile ilgili yurtiçi ve yurtdışı kongre ve sempozyumlarında araştırılmamış, orijinal konularda sunduğu çok sayıdaki bildirileri dikkat çekiyordu.
Selçuk Üniversitesi'nde Arkeoloji ve Sanat Tarihi, Mimarlık Bölüm Başkanlıkları başta olmak üzere birçok idari görevde bulunmuştur. Aynı zamanda S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi başkanlığı yaptı. Kültür Bakanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Konya Kurulu Başkanlığı, Milletlerarası Anıtlar ve Sitler Koruma Kurulu (ICOMOS) üyeliği gibi milli ve milletlerarası koruma kurullarının üyesi idi. Ergül Hanımla evliydi ve Mustafa isimli mimarlık tarihçisi bir oğlu bulunmaktadır.
Sürekli olarak Türk sanatı ve folkloru üzerinde çalışan, çok sayıda tarihi anıtlarımızın araştırılması, korunup onarılmasında uygulamacı olarak da emeği geçti. Bu yapılardan bazıları şunlardır:
- Amasya, II. Bayezid Külliyesi (İmar ve Medrese), Onarım;
- Erzurum, Rüstem Paşa Bedesteni (Proje ve Onarım), Ulu Camii, Onarım;
- Karaman-Ermenek, Tol Medrese (Proje ve Onarım);
- Konya, Meram Hamamı, Alaaddin Camii, Ilgın Lala Mustafa Paşa Külliyesi, Karapınar Selimiye Külliyesi (Kazı ve restorasyon projesi), Beyşehir Eşrefoğlu Camii;
- Sivas, Gök Medrese
Önge'nin erken yaşlarda vefatı meslektaşları arasında derin üzüntü yarattı. Hatırasına Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi'nce bir hatıra kitabı (Prof. Dr. Yılmaz Önge Armağanı, Konya, 1993) çıkarıldı. Ayrıca bir seminer düzenlendi (X. Vakıf Haftası Kitabı - Yılmaz Önge Restorasyon Semineri 7-10 Aralık 1992, Ankara, 1992)
1. Kitapları:
- Anadolu'da XII-XIII. Yüzyıl Türk Hamamları, Ankara, 1995.
- Türk Mimarisinde Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerinde Su Mimarisi, Ankara, 1997.
- Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası (Hazırlayan olarak, İbrahim Ateş ve Sadi Bayram ile birlikte), Ankara, 1978.
2. Araştırma Yazıları
Önge'nin mesleki alanlarıyla ilgili 150 dolayında makalesi bulunuyor. Bunlardan bazıları şunlardır:
- "Çankırı Darüşşifası", Vakıflar Dergisi, Sayı:5, Ankara, 1962, s.251-252.
- "Sultan Ahmet Camii", Önasya, Cilt:3, Sayı:30, Ankara, 1968, s.10-11.
- "Konya-Beyşehir'de Eşrefoğlu Süleyman Bey Hamamı", Vakıflar Dergisi, Sayı:7, Ankara, 1968, s.134-144.
- "Ermenek'te Karamanoğlu Emir Musa Medresesi", Önasya, Cilt:5, Sayı:51, Ankara, 1969.
- "Yugoslavya'da Eski Türk Mimarisinden Hatıralar", Önasya, Cilt:5, Sayı:56, Ankara, 1970, s.11-12, 17.
- "Bozkır'da Bir Köy Camii", Önasya, Cilt:6, Sayı:65, Ankara, 1971, s.5, 8-9.
- "Karamanoğlu Alaaddin Ali Bey Kümbetinin Restorasyonu", Rölöve ve Restorasyon Dergisi, Sayı:1, Ankara, 1974, s.21-46.
- "Konya-Akşehir-Seyyid Mahmud Hayrani Türbesinin Restorasyonu", Rölöve ve Restorasyon Dergisi, Sayı:2, Ankara, 1975, s.77-122.
- "Bursa'da Irgandı Köprüsü'nün Orijinal Mimarisi", Vakıflar Dergisi, Sayı:13, Ankara, 1981, s.425-448.
- "Konya ve Çevresindeki Mukarnaslı Şadırvanlar", Vakıflar Dergisi, Sayı:19, Ankara, 1985, s.95-109.
- "Mevlana Dergahı Şadırvanı", 2. Milli Mevlana Kongresi Tebliğler, Konya, 1987, s.61-71.
- "Alaaddin Keykubat Döneminde Konya'da İnşa Edilmiş Mimarlık Eserleri", Selçuk Dergisi, Sayı:3, (Alaaddin Keykubat Özel Sayısı), Konya, 1988, s.49-69.
- "Anadolu Türk Hamamları Hakkında Genel Bilgiler ve Mimar Koca Sinan'ın İnşa Ettiği Hamamlar", Mimarbaşı Koca Sinan, Yaşadığı Çağ ve Eserleri, İstanbul, 1988, s.403-428.
Yılmaz Önge yorulma nedir bilmeden çalışırdı. Nadir idarecilerden birisi idi. Devlet malına toz kondurmazdı. Milli kültür ve sanatımız, Türk devletlerinin bekası onun en çok önem verdiği değerlerin başında geliyordu. Herşeyini öğrencileri ve meslektaşlarıyla paylaşırdı. Üstün insanı meziyetleri vardı. Tipik bir İstanbul efendisi idi. İnsanları, tabiat ve hayvanları, kedileri çok seviyordu. Her gittiği yerden değişik çiçek örnekleri alırdı.
Allah gani gani rahmet eylesin.
BİBLİYOGRAFYA
Karpuz, Haşim, "Prof. Dr. Yılmaz Önge", Türk Kültürü, Sayı:350, Ankara, 1992, s.49-53.
Eyice, Semavi, "Prof. Dr. Yılmaz Önge (1935-1992)", Prof. Dr. Yılmaz Önge Armağanı, Konya, 1993, s.1-12.
Eyice, Semavi, "Prof. Dr. M. Yılmaz Önge (1935-1992)", Türk Mimarisinde Selçuklu ve Osmanlı Döneminde Su Yapıları, Ankara, 1997, s.IX, XVIII.
Bayram, Sadi, "Yılmaz Önge Bibliyografyası", X. Vakıf Haftası Kitabı, Ankara, 1992, s.305-310.

Konya'da 1. ve 2. Dünya Savaşı Dönemlerinde Temel Gıda Maddeleriyle Diğer Bazı Eşya Fiyatları

Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 Ağustos ayından 1915, 1916 ve 1917 Ekim ayına kadar Konya'da satılan bazı yiyecek, içecek, giyecek, yakacak, ilaç, hayvan ve bazı eşya fiyatlarıyla hizmet karşılığı ödenen ücretlere ait bir listeyi ve 2. Dünya Savaşı'nın 1942 ve 1943 yıllarına ait yine emtia fiyatlarını gösteren ikinci bir listeyi aşağıda sunuyoruz.
1- Birinci listedeki ağırlık birimi 'Okka'(1283gr), uzunluk ölçüsü olarak ta 'Arşın' (68 cm) kullanılmaktadır. Tahıl ürünlerindeki ölçek ise ' Batman, Havayı, Şinik ve Kile'dir. Bu ölçeklerin ağırlıkları illere ve beldelere göre değişik olduğundan kilograma çevirme işlemini yapamıyoruz. Yine 1. Dünya Savaşı yıllarında para birimi olarak 'Altın lira, Evrakı Nakdiye(Banknot), Kuruş ve Para' kullanılmaktadır. Bazı tüketim mallarındaki 5, 10, 20 ve 30 paraya kadar olan farklılıkları daha iyi anlaşılmasını sağlamak için kuruşa tamamlayarak tek sütunda gösteriyoruz. 1. Dünya Savaşı yıllarında dört yıl, altın lira 108 kuruş olarak değerini koruduğundan tüketim mallarındaki farklılıklar çok az seviyededir. Altın lira 1918 yılında 475 kuruşa yükselmesiyle altını baz alan pek çok mallarda dengesiz fiyat artışları oluşmuş olduğundan bu yıla ait yalnız altın lira fiyatını gösterebiliyoruz.

2- İkinci listede 1942 ve 1943 İkinci Dünya Savaşı'nın devam ettiği yıllarda Konya' da satılan bazı yiyecek, içecek ve mal fiyatlarını gösterdik. Bu yıllarda ağırlık birimi 'Kilogram', uzunluk ölçüsü 'Metre'dir. Para birimi Kağıt lira, Lira, Kuruş ve Para'dır. Konya'da karaborsa ilk bu yıllarda kendisini göstermiş piyasada olmayan bir çok gıda maddeleriyle çeşitli malları elinde bulunduranlar bunları karaborsa fiyatlarıyla satmışlardır. O zamanın idarecileri bazı bulunmayan malları muhtarlar vasıtasıyla şahıslara dağıttırmışlar ve nüfus cüzdanlarına da verildi mührü basmışlardı. Böyle yetkililer eliyle dağıtılan mallar piyasada olmayan veya karaborsa fiyatlarda olup ta halkımız tarafından alınamayan; kaput bezi, gazyağı, makara ipliği, toz şeker gibi mallar olup 1943'de ekmek karne ile satılmaya başlamıştır. Karneyle satılan ekmek 400 gr. ve fiyatı 15 kuruştur.
Not: Bir dirhem 3.20 gram
Kaynak: Sait Aladağ'ın günlük satış defteri
Derleyen: Arif Nushet Turgut
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA KONYA'DA ALINAN BAZI ÖNLEMLER
1331-1915'de Umumi Seferberlik ilan edilmiş ve hemen köy ve kasabalardaki erkekler askere alınarak; Çanakkale, Kafkasya ve Filistin cephelerine göndermişlerdir.
Köy ve kasabalardaki insan gücüne dayanan tarım işleri yapılamaz hale gelmiş, geride kalan kadınlar ve ihtiyarlar bu işin hakkından gelememişler, olgunlaşan hububat tarlada kalmıştı. Eğer, bu hububat kaldırılamazsa büyük bir kıtlık ve sonucu açlık başlayacak halk ekmeksiz, hayvanlar arpasız kalacaklardı. Bunların farkına varan Konya Valiliği Vilayet Meclisi Umumi kararıyla şehirlerdeki memur ve askerlerle şehir ve kasaba ahalisinin imece usulüyle iki dönüm mahalli tarım etmelerine dair bir karar alıp mahalle muhtarlıklarını bu işin takibiyle görevlendirilmiştir.
Alınan kararda mükellef olanların eğer bedenen iki dönüm zirai yapamazlarsa 35 kuruş verecekleri de bildirilmiştir. Mükellefler ifayı mükellefiyetlerini yaptıklarına dair bulunduğu mahallenin muhtarları mükellefin isim ve şöhretini de bildiren bir belgeyi eline veriyorlar, sorulduğunda ifayı mükellefiyet ettiklerini bu vesika ile ispat ediyorlarmış. Yazımızın altında bu şekilde ifayı mükellefiyet ettiğine dair Konya'nın Sungur mahallesinden Ahmet oğlu Tahir efendiye verilen vesikanın bir örneğini veriyoruz;

1922 YILINDA MAHALLELERDEN ALINAN ESB (AT) VE MERKEP PARALARI
1338-1922 Kurtuluş Savaşı yıllarındayız. Ordumuz önüne düşmanı katmış İzmir'e doğru devamlı ilerliyordu. Yalnız bir sıkıntıları vardı, bu ilerlemede arkadan silah ve mühümmat getirecek vasıta kafi gelmiyor, buda haliyle bir sıkıntı doğuruyordu. O yıllarda hemen bütün nakliyat hayvanlarla yapılıyordu. At ve merkebe çok fazla ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı biraz olsun hafifletmek amacıyla 1338-1922 yılının Mart ve Nisan aylarında Konya'da her mahalleden bir reis Esb ve bir reis Merkep alımı için para toplanmasına emir verilmiştir.
Bu emrin gereği olarak Konya'nın Tahtatepen semtine bağlı Sungur mahallesinden de alttaki listede görüldüğü gibi At ve Merkep parası toplanılmıştır. O yıllardaki Sungur mahallesi halkından bu yardımın kimlerden alındığı, alınan para miktarı, listede ayrı ayrı gösterilmiştir. Listeden anladığımıza göre mahalle halkı üç sınıfa ayrılmış, o yıllarda 40 haneyi bulan Sungur mahallesinden yalnız 22 hane bu yardımı vermiş kalan hanelerin erkekleri askerde olduğu için onlardan para talep edilmemiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu paraların toplanma işide o mahallenin muhtarı evveli ve imamına verilmiştir. Esp ve merkep paraları ayrı ayrı listelerde gösterilmiş isede biz bunları bir listede gösteriyoruz.
Sungur Mahallesine emir olunan bir reis Esb bedeli bervechi bala komşularımıza bi hakkın tevzi olunarak cem'an yekün yüziki liraya baliğ olmuş ve hiçbir kimseye gadir ve garaz olmadığını mübeyyen tahrir kılındı.
15 Mart 38

İmam Muhtarıevvel Muhtarısani Aza Aza
(Mühür) (Mühür) (Mühür)

Sungur Mahallesine emir olunan bir reis Merkep bedeli bervechi bala komşularımıza bi hakkın tevzi olunarak cem'an yekün dörtbin yüzeli kuruşa baliğ olmuş ve kimse hakkında gadir ve garaz olmadığını mübeyyen işbu defter bila tanzim tahrir kılındı. 7 Nisan 38

İmam Muhtarıevvel Muhtarısani Aza Aza
(Mühür) (Mühür) (Mühür)
ŞEREF AYLIĞI ALMAYANLAR
İstiklal Savaşı biteli 45 yıl olmuştu. Şehit ailelerine bir miktar maaş bağlanmış, gazilerimiz ise unutulmuşlardı. Pek çoğu zaruret içinde ömürlerini tüketmişlerdir. Zamanın hükümetinin nasılsa aklına gelmiş, bu gazilerden sağ olup İstiklal Madalyası almış olanlara 20.12.1968 tarihinde çıkarılan 1005 no'lu kanunla vatani hizmet tertibinden 300 lira şeref aylığı bağlanması kararlaştırılmış ve bu kanun hükümlerinin aynı yılın mali yılbaşında da yürürlüğe uygun görülmüştür.
O gün çıkan bütün gazetelerde bu haberler vardı. Kırmızı kütüphaneden gazetemi alarak her zaman çay içtiğim iş yerime yakın küçük bir çay ocağına gittim. Kahve ocağı küçük olduğundan ancak beş on kişiyi alabiliyordu. Bende yer bulmak için biraz erken gitmiş oranın daimi müşterisi olduklarını bildiğim birkaç gaziyi beklemeye başlamıştım. Onlara bu şeref aylığının müjdesini vermek istiyordum. O yıllarda yalnız radyo olup o da herkeste yoktu. Havadisleri ya radyo haberlerinden veya günlük gazetelerden öğrenebiliyorduk. Gaziler gazetede alamıyorlar, yalnız ocaktaki radyodan ajans zamanı haberleri öğrenebiliyorlardı. Gazete onlarca lükstü, bende bunları düşünerek gazeteyi getirip onlara okuyacaktım. Birkaç gazi geldiler. Onlarla biraz hoşbeşten sonra onlar için gazetede müjdeli bir haber olduğunu söyledim. Gazetede o sayfayı bularak müjdeli haberi okudum. Ben bir sevinç sesleri duyacağımı beklerken bunun tam aksi derin bir sessizlik oldu. Bu beni çok şaşırttı. Neden bu havadise sevinmemişlerdi acaba. Ben bunların manasını anlayamamıştım. Birden arkadaşlarının "Başçavuşum" dedikleri, o zaman 75 yaşlarında olan istiklal madalyasını her gün sağ göğsünde taşıyan bir gazi bastonuna dayanarak ayağa kalktı ve bana hitaben; "Biz vatan için Allah rızası için gidip çarpıştık. Hiç kimseden de bir kuruş menfaat beklemedik. Bunun ecir sevabı bize yeter. Biz bunları parayla satmayız, paralı asker değiliz. Bu bağlanan aylığı isteyen alsın ben istemiyorum ve almayacağım" dedi ve yerine oturdu. Diğer gaziler hiç ses çıkarmadılar, derin bir nefis mücadelesi içinde olduklarını hissediyorum. Onlara hiçbir şey sormadım. Koltuğumun altına gazeteyi sıkıştırarak oradan ayrılım.
İki-üç yıl sonra Gazi Başçavuşun bir kuruş bile şeref aylığı almadan vefat ettiğini öğrendim Allah hizmetlerinin ecir ve sevabını diğer dünya da verecektir inşallah. Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun.
İşte 45 yıl sonra gelen şeref aylığını almayanlardan biriside bu Başçavuşumuzdur.
Kaynak: Tayyip oğlu Tahir efendi ve Tahir oğlu Hulusi efendinin not defterleridir.

Mevlâna Müzesi'nin Açılışının 80. Yılı

Ankara'da ilk Büyük Millet Meclisi'nin açılışından hemen sonra kurulan Milli Hükümet, 9 Mayıs 1920 günlü Meclis toplantısında okuduğu programında (Milli servetimiz olan eski eserlerimizi bir an önce derlemeyi, müzelerde toplamayı, korumayı) hedefleri arasında saymış, ardından Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak Türk Asar-ı Atikası Müdürlüğü'nü kurmuştur.
Bu genel müdürlük Anadolu'da o güne kadar açılmış müzelerin geliştirilmesi, müzelik değerdeki her türlü eski eserlerin derlenmesi, korunması, depolanması ya da sergilenmesi işlerini yapmayı üstlenmiş, kısa bir süre sonra ismi Hars Müdürlüğü olarak değiştirilmiştir.
Kütüphanecilik ve güzel sanatlara ilişkin görevlerde bu müdürlüğün bünyesine dahil edilmiştir.
Milli Mücadele yıllarının sıkıntılı günlerinde müzeler alanında pek fazla bir çalışma yapılamamışsa da Büyük Zafer'den hemen sonra, Atatürk'ün emriyle ve zamanın Maarif Vekili İsmail Safa imzasıyla 5 Kasım 1922 tarihli bir genelge yayınlanarak, illerde mevcut müzelerin biz düzene konması, müzesi olmayan büyük şehirlerde yeni müzeler açılması istenmiştir.
Bu genelgeden sonra, Konya'da 1901 yılında Konya İdadisi (lisesi)'nin bir salonunda açılan (Müze-i Hûmayûn Konya Şubesi) ayrı bir binada yeniden sergilenmiş, klâsik devirlere ait mimari parçalarla birlikte büstler, lâhitler binanın bahçesinde toplanmıştı.
20 Mart 1920 Salı günü Konya'ya gelen Atatürk, Konya'da kaldığı bir iki gün içinde hem bu müzeyi, hem de Mevlâna Dergâhı ve Türbesini ziyaret etmiş, kendisine verilen bilgileri dikkatle dinlemişti. Özellikle Mevlâna Dergâhı'nda üç saatten fazla kalmış, kendisi için yapılan Semâ âyini'ni hayranlıkla seyretmiştir.
Mevlâna Dergâhı ve Türbesi, bir tekkeden ziyade bir Türk ve İslâm Müzesi gibi Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı devri sanat eseriyle donanmıştır. Mevlâna'nın gerçekten bir sanat şaheseri olan içi kalemişi nakışlarla, dışı çinilerle süslü Türbesi, Türbedeki Mevlâna'ya ve soyundan gelen çelebilere ait ahşap ve çini sandukalar, Selçuklu ve Osmanlı halıları, sandukaları örten çatma kadifeler, el yazması, tezhipli kitaplar, duvarlara asılı yazı levhaları, altın-gümüş kandilli şamdanlar ve daha binlerce eşya yüzyıllar boyu Dergâhta titizlikle korunmuştu. Atatürk bu eşyaları teker teker incelenmiş, hayran kalmıştır.
30 Kasım 1925'te (Tekke, Türbe ve Zaviyelerin kapatılması Hakkındaki Kanun) yürürlüğe girmiş, buralarda bulunan tarihi ve etnoğrafik eserler, bölgelerindeki müzelerde toplanmasına dair bir de Kararname çıkarılmıştı. Türkiye'de ki bütün türbe, tekke ve zaviyeler kapatılır ve eşyaları müzelere kaldırılırken, Atatürk, Konya'daki Mevlâna Dergâhı ve Türbesi'nin kapatılmayarak, mevcut eşyası ile birlikte, müze olarak düzenlenmesini ve ziyarete açılması kararlaştırılmış, 6 Nisan 1926 tarihinde Bakanlar Kurulu (Tarz-ı mimâri nokta-i nazarından kıymeti ve etnografya müteallik âsârı ihtiva eylemesi hasebiyle müze ittihazına elverişli olduğu anlaşılan Konya'da ki Mevlâna Türbesi...)'nin müze olarak ziyarete açılmasını kararlaştırılmıştır. Kararın Resmi Gazetede yayınlanmasından hemen sonra, Hars Müdürü Hamit Zübeyr (Koşay), Konya'ya gönderilmiş, Milli Eğitim, Vakıflar ve Emniyet Müdürlerinin de katıldığı bir komisyon eşyayı teslim almışlardı. Konya'da kurulan (Asar-ı Atika Müzesi Müdürlüğü), birkaç ay içerisinde Müzeyi açılacak duruma getirmiş, 2 Mart 1927 günü yapılan bir törenle Mevlâna Müzesi resmen ziyarete açılmıştır.
Konya Mevlâna Müzesi, ilk açıldığı zaman Konya'da daha önce kurulan Eski Eserler Müzesi'ndeki eşyalar da Mevlâna Dergahına taşınmış, bu yüzden Mevlâna Dergâhı'nın batısındaki derviş hücrelerinin aralarındaki bölmeler yıkılarak burada bir salon meydana getirilmiş, Klâsik devirlere ait taş eserler burada sergilenmiştir. Daha sonra, Konya'da Klâsik Eserler Müzesi adıyla ayrı bir müze kurulması kararlaştırılmış, 1948 yılında, bu eserler Mevlâna Müzesi'nden alınarak ayrı bir yapıya taşınmıştır.
Mehmet ÖNDER'in Mevlâna Müzesi Müdürü olarak yaptığı yıllarda (1953-1964) Mevlâna Müzesi yeniden düzenlenmiş, daha sonra da Dr. Erdoğan Erol'un gayretleriyle bugünkü durumuna getirilmiştir.
Mevlâna Müzesi, Hat dairesi, Türbe, Semâhane, Mescit, Halı ve Kumaş reyonları, Kütüphane bölümlerinden ve açık sema alanından oluşmaktadır, Mevlâna ve Mevlevilikle ilgili olmayan müzelik eserler, Konya'da ayrı ayrı seksiyonlar halinde açılan diğer müzelerde sergilenmektedir.
80 yıldan bu yana Konya'da müzecilik alanında önemli ve güzel gelişmeler olmuştur. Ancak iyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli olabileceği düşüncesiyle bu alanda yeni atılım ve gelişmelerin olacağını ümit ediyor ve diliyoruz.

Konya'nın Belirli Gün Yemekleri

Belirli günden maksat; eskiden her Konya evinde geleneksel olarak yapılan ve yüzyıllar boyunca devam ettirilen yılın veya haftanın, özellikle Pazar günleri pişirtilen yemek türünden olmayan yiyeceklerden yenilmesi olayıdır.
Güz aylarında etlik yapılırken kavurma leğenine salınarak pişirilen EKMEK SALMASI'nı örnek olarak gösterebiliriz. Dilimlere ayrılan Tandır ekmeğe kavurma leğenindeki et yağın içinde yumuşatılarak üzerine ayrıca leğenden alınan kuş başı etler döşenerek ev halkına ve konu-komşuya sunulur.
Eğer evin sahibi inekli-danalı bir kimse ise, evde yapılmış ve süzdürülmüş torba yoğurdundan yapılmış bir tas ayran veya bir baş soğan ekmek salmasın hazmedilmesine yardımcı olurdu...
Eğer haftanın diğer başka bir gününde tandır yakılmışsa,tandır ekmeğinin arkası alındıktan sonra evde küflü peynir, kavurma, kıyma ve soğan ile hazırlanmış içler, Tandır ekmeği hamurundan arta kalan hamurların içine döşenerek tandırda pişirilirdi. Pişirilen bu içli ekmeklere de TANDIR BÖREĞİ adı verilirdi. Börekler tandırdan çıkarıldıktan sonra sıcağına sade yağla yağlanarak yenilirdi.
Konya geleneğinde Pazar günlerinin ayrı bir yeri vardır. Pazar günleri aile bireylerinden baba evinin dışında oturanları varsa onlarda çağırılarak hep biri arada ÇARŞI BÖREĞİ yemenin zamanıdır. Evin hanımı erkenden kalkarak o gün hangi türden çarşı böreği pişirtecekse onun için hazırlanırdı.
Yeri gelmişken biraz da çarşı böreği içlerinden bahsedelim.börekli içlerin başında küflü peynir gelir. Konya'da ineği danası olanlar kendi peynirlerini kendileri hazırlar ve tulumba basardı. Ve bu tulum peynirleri nemli bir yere konularak alacalı bir şekilde küflendirilirdi. İneği olmayanlar ise küflü peyniri çarşıdaki Kadınlar Pazarı'ndan sağlardı.
İşte hangi yollardan sağlanırsa sağlansın bu peynirler hafif bir suda ıslatılır içerisine biraz da soğan doğranarak hazırlanırdı.
Eğer ev halkının canı kıymalı çarşı böreği istemişse, kıyma küpünden kıyma kazınarak bununla iç hazırlanırdı.
Eğer ev halkının canı kıkırdaklı çarşı böreği istemişse, kuyruk yağı sızdırılırken elde edilmiş ve kavrulmuş kıkırdaklardan iç hazırlanarak çarşı böreği pişirtilirdi... Bir diğer çarşı böreği içi de BİCİ KIYMASI adı verilen kıymadan hazırlanan çarşı böreği içiydi.
Bici kıyması, güzün etlik yapılırken kesilen hayvanın sakatatının kıyılarak kuş başı haline getirilip kavrularak kalıplanmasından elde edilirdi. Kıymanın içinde hayvanın ciğeri, bağırsağı, dili, işkembesi vs. bulunurdu. İşte çarşı böreği yapılacağı gün istenirse bici kıymasından da bir parça kazınarak iç hazırlanırdı.
İçler evin yini yetme çocuğu varsa onlar tarafından, yoksa evin babası tarafından çarşı fırınlarına bir bohçaya sarılan börek tepsisi ile pişirilmek üzere götürülürdü.
Eğer çarşı fırını eve yakınsa elden, fırın uzak ise evde bulunan velespite (bisiklete) binilerek gidilirdi. Zira şehrin belirli yerlerinde çarşı fırını bulunuyordu. Evi uzak olanların çarşı böreğini sıcak sıcak yiyebilmesi için hızlı hareket etmesi gerekiyordu.
50-60 yıl öncesinde Konya'sındaki çarşı fırınlarının bazısının semtlere göre dağılımı şöyledir:
Hacı Hasan Başında Gavur Mahallesinde Türbe önünde Kayıklı kahvenin civarında. Keçeciler içinde,Mahkeme Hamamı'nın bitişiğinde olmak üzere 8-10 çarşı fırını bulunuyordu.
Söz konusu ettiğimiz fırınlarda pişirilen çarşı börekleri en seri bir şekilde eve iletilirdi. Evin hanımı dışarıda pişirilen çarşı böreğini beklerken bir yandan da böreği yağlamak üzere yağ küpünden çıkardığı sade yağı bir tava veya tencerede eriterek hazırlardı. Gelen böreklerin üzeri hazırlanan bu sade yağ ile iyice yağlanırdı. Yağı çok seven bazıları ayrıca böreği yağa batırarak yerdi. Konya'da meşhur sözdür, "Böreğin yağı ağzımızın kenarından şöle akmadıkça ben börek yidim demem" derlerdi.
Böreğin yanında güzün dimnit üzümü ile Hatunsaray veya Selbasan divleği, kışın turşu, çarşı helvası veya böreğin uçlarını batırarak emek için pekmezle karılmış tahan mutlaka bulundurulurdu.
Kaynak:
ODABAŞI Sefa, Konya Mutfak Kültürü, KTO Yayınları, Konya 2001, s.101-103