Sille'yi Yeniden Tanımak ve Yaşamak

Güneşin yüzümüze karalar çaldığı mevsimi yaşıyoruz. Daha birkaç hafta öncesi, soğuğa sırt çevirip sobamızın ılık davetine icabet ediyorduk. Zaman öyle hızlı akıyor ki… Bu akışa aksi bir hareketle zaman çarkını tersine sardırıyorum. Bu geri sarış, yarım asra yaklaşan bir zaman öncesinde son buluyor.1960'lı yıllar… Konya ayazının ustura izlerini yüzlerinde taşıyan bizler, boz toprakların boz benizli çocukları, dört gözle Hızır günlerini beklerdik. O zamanlar, Amerika'yı Şahin Sineması'nın renkli sinemaskop, İstanbul'u Yeni Sinema'nın siyah beyaz film karelerinde tanımış bizlerin, ilme'l-yakîn iki egzotik coğrafyasından biri Meram, diğeri de Sille'ydi. Zira buralar, Konya'dan ibaret bir dünyanın yağmur ormanları kuşağıydı. Dahası buralar, suyu bardağın dışında görebileceğimiz nadir alanlardı. Hoş, demiryolunun hemen kenarından geçen kanal da vardı; lakin Şeker Fabrikasının atık sularını nakleden bu kanalın en berrak akışında bile içinde cıbıldadığımızda boz bulamaca bulanmış gibi olur, mırık kokusundan birkaç gün arınamazdık.Sevgili anacığımın beyin yıkama seansları kertesindeki “Aman oğlum su kenarlarından uzak dur, boğulursun.” uyarılarından çok, hangi çay veya kanalda sözüm ona- yüzersek yüzelim yüzümüz amelimizi ifşa ettiğinden, babam tarafından 'kaşağılanma' korkusuyla yüzme sefasından uzak durmaya çalışırdım.. Ama Meram'a yahut Sille'ye sade yüzmeye gidilmezdi ki… Buralara gitmekle atılmış olan taşın vurduğu ikinci kuş ta çağla çapuluydu. Zamanın bahçe sahiplerinin, bahçe duvarlarının üstlerine yanık yağ dökme gibi ilginç önlemleri dahi bizi hırsızlığımızdan caydıramazdı. Elimizin yüzümüzün, üstümüzün başımızın yer yer yanık yağa bulanmasına aldırış etmezdik. Çünkü mekanik toz temizleyiciler gibi Konya toprağı vardı nasıl olsa…O yıllarda Sille gerek kendi coğrafyasında gerekse Alaaddin Tepesi'nin kuzeydoğusuna düşen mahallelerde olanca canlılığıyla yaşardı. Titizlikleri, ahçılıkları ve “Mah canım!” lı sevecen ünlemleriyle Silleli teyzeler… Onlar sayesinde bol bol yiyebildiğimiz taptaze ya da kurutulmuş leziz balıklar… Kiliseleri, üst üste evleri, daracık taş döşeli sokakları, insan eseri mağaralarıyla Sille…Sevgili Ahmet Kuş ve İbrahim Dıvarcı'nın Feyzi Şimşek'le birlikte hazırladıkları “Sille Fotoğraf Albümü” bakın bizi nerelere aldı götürdü? Ancak, çıktığımız bu yolculuk öyle kolay kolay bitecek gibi de görünmüyor. Zira albümü oluşturan her bir fotoğraf, beynimizin zaman örümceğinin ağlarıyla kaplanmış dehlizlerindeki hatıra kırıntılarını onca yıldan sonra yeniden gün ışığı ile buluşturuyor. Bırakın tarihe, sanata belge sunmalarını, sade yaşattıkları nostaljiden dolayı bu sanatçılarımız alınlarından öpülmeli, Selçuklu Belediyesi kutlanmalı.Elbette ötesi de var…Her bir fotoğrafta, sıradan bir coğrafya, alelade bir yapı, basit bir yapı elemanı diye önemsemediğimiz ortam ve objelerde, Yüce Yaratıcı'nın harikulâde sanatı ile O'ndan beslenen kullarının hayranlık uyandıran maharetini açığa çıkarmışlar. Zaten sanatçıyı sıradan insanlardan ayıran da bu haslet değil mi? İnsan güruhunun fark edemediği nüans ve detaylardaki güzellikleri bir bir avlayarak estetiği açığa çıkarmak… İşte, bu gez, göz, arpacığın mükemmel uyumuyla çekilen resimler, fotoğraf enstantaneleri olmaktan çıkıp empresyonist tablolara dönüşüvermişler.Bu albüm üzerine daha pek çok güzel lâkırdılar edilebilir. Ancak Sille gibi sıra dışı bir tarih ve coğrafya, “Sille Fotoğraf Albümü” gibi olağanüstü bir atlas varken ağız ve kalemden çok göz ve gözlüğe ihtiyaç olmalı değil mi?..Anlaşılan, “Şu Sille'den gece geçtim görmedim” hayıflanması, bundan böyle bu ünlü Sille türküsünün esprisi sınırları içinde yaşamaya mahkum olacak. Zira ben, biricik Sille'mizden bu kez, elimde bir “Sille Fotoğraf Albümü” ile geçtim. Tabiatıyla hep bakıp da görmediğim Sille'yi yeniden tanıdım/yaşadım.

ILICAPINAR

Bir bölgeyi, beldeyi sevdim mi hep gitmek isterim. Hadim, Taşkent, yöreleri her zaman severek gittiğim yöreler. Buralarda öyle güzel beldelerimiz var ki gezmeye, görmeye doyamaz insan. Görmeye değer öyle çok yer var ki, hangisini sayacağını şaşırır insan. Bolat Yaylası'nda Antik Tiyatro, Ayboğazı Şelalesi, Yerköprü, Zengibar Kalesi gibi yüzlerce yer. Birde buna insan sevgisini, sıcaklığını ekleyin yeter. Hele şu yaz ayları bütün yaylalar, vadiler yörüklerle dolmuştur. Cıvıl cıvıldır su başları. Taşkent'ten çıkınca sola dönen yol, yöre insanlarının tabiriyle Boğaziçi'dir. Yaklaşık 30 kilometrelik bu yol ülkemizin en güzel, görmeye değer yollarından biridir. Yol boyunca Ilıcapınar, Afşar, Balcılar, Çetmi, Bolay gibi beldelerimiz vardır. Bu beldelerimizde yaz aylarında şenlikler yapılır. Şenlikleri bahane ederek giderim oralara. “Hısımımız gelmiş” diye karşılarlar. Kimi zaman bir pilav tenceresinin başına çöker hem yer hem dertleşiriz. Kimi zaman bir arabaya doluşur yayla yayla dolaşırız. Ilıcapınar'a ilk gidişim 2000 yılında yapılan şenlikte olmuştu. Boğaz içindeki öteki beldelere kaç kere gitmiştik ama Ilıcapınar'a ilk gitmiştim. Ilıcapınar 4 mahallenin birleşmesi ile yeni belediyelik olmuştu. O yıl şenliğin üçüncü yılıydı. Ardıçların gölgesine oturup türküler dinlemiş, güreşçilerin mücadelelerini izlemiştik. Beldenin adı Ilıcapınar'dı. Ama pınarla suyla hiç ilgisi yoktu. Şenlikten döndükten sonra yerel bir gazeteye şunları yazmıştım.“Dört mahalleden oluşan beldenin en büyük sorunu su. Adının bir yarısı pınar olmasına rağmen sudan yana kısmeti kesik Ilıcapınar'ın. Şenlik bittikten sonra Belediye Başkanı M. Akay ile su çalışması yapılan bölgeye gittik. Beldeye onbeş kilometre uzaktan getiriliyor su. Kayaları dele dele döşeniyor borular. Çimento ve kumu belde insanı sırtlarında taşıyor vadiye. Çünkü ne bir araba ulaşabiliyor ne hayvan. Ferhat'ın dağları delmesi gibi bir şey belde halkının yaptığı. Kimseden yardım görmeden, imece usulü ile yapıyorlar.”Ilıcapınar'a en son dokuz Mayıs 2004'te gittim. Çalı Dergisi ve kız meslek lisesi öğrencilerin toparladıkları kitap ve kırtasiye malzemelerini götürdük. Pazar olmasına rağmen bütün öğretmen ve öğrenciler okuldaydı. Belde öğrencileri ile kız meslek lisesi öğrencilerinin hemen kaynaşıvermeleri, okulun koridorunda saç böreği yemeleri gerçekten görmeye değerdi.Ilıcapınar Konya'ya yaklaşık 140 km. Çetmi, Balcılar otobüsleri ile ulaşmak mümkün ama yemek ve kalacak yer sorunu var. Tur ile gidenler Hadim ya da Taşkent'teki otellerde konaklayarak çevreyi gezebilirler. Taşkent Oteli'nin tam karşısındaki çeşmelerde buz gibi Sultansuyu akıyor. Bitişiğindeki parkta ise alabalık yiyerek Boğaziçi'nin nefis manzarasını seyretme imkanı var. Yöreye gidenler Çetmi'de Ayboğazı Şelalesi'ni Balcılar'da koca ardıcı, Gevne Vadisi'ni Sarıveliler Yolu üzerinde, Perşembe günleri kurulan yörük pazarını mutlaka görmeliler.

Sanata Gönül Verenler - Fahri ÖZPARLAK

Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?

01.05.1941 Konya doğumluyum. Konya Lisesini bitirip, 1958 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesine girip 1963 Haziranında Betonarme opsiyonu (ihtisasından) mezuniyeti müteakiben Konya DSİ 4. Bölge Müdürlüğü Proje ve Barajlar Baş Mühendisliğinde mesleğe başladım. Askerliği (1964-1966), 6 ay İstihkam Okulu, l,5 senede (6 ay deniz asteğmeni, biryılda istihkam ve deniz teğmeni olarak) Deniz Kuvvetleri İstanbul Boğazı müstahkem mevkide (Sarıyer, Anadolukavağı ve Yuşa'da) yaptım. Mesleki alanda yaptığım askerlik dönüşü /.Bölge Amirliğinde İçme Suları Şefi ve Müdür Muavini olarak mesleğime başladım ve daha sonraları serbest olarak mesleğime devam ettim.

Sanata merakınız nasıl başladı?

42 sene önceki öğrencilik geçimimi sağlamak için Konya'nın büyük kaşıklarına hat yazısıyla (Sülüs, talik, divanî, rikka, nesih v.s) el becerisi kazanmam, proje, kontrollük ve müşavirlik hizmetini yürütürken ve boş zamanlarımı değerlendirmek isteğiyle başlayan merak ve hobi bir senedir amatör tutku halini alarak ve ruh coşkunluğuyaratarak büromu sanat evi haline getirdim. Sanata sahip çıkmak için önce onu tanımak ilkesinden hareket ederek İtalya, Venedik, Floransa, Paris, Çek Cumhuriyeti, Prag, Avusturya, Viyana, Termal Merkezi Karlovari, Macaristan, Budapeşte ve daha başka dünya ülkelerinde ve müzelerinde yaptığım tetkiklerde ve Anadolu'da Türklerin asırlar boyu geliştirdikleri el sanatları alanında güzeli arama yolunda çeşitli dallarda verdiği örneklerde engin bir geçmişle güçlü ve güzel ürünlerini inceledim. Sanatın her çeşidinin kölesiyim, böyle kölelik dostlar başına diyerek, sanat evimde TÜRK-İSLAM SÜSLEME SANATLARI ( Hüsn-i Hat, Tezhip, Minyatür, Ebru ) ve 150 çeşit Osmanlıda Zenaatten Sanata, araştırma ve 17 cilt kitap haline getirme faaliyetleriyle sanat aşkımı dile getirmekteyim. Esas güç kaynağım, geçmişten günümüze, ( zaman penceresinden ) İLÂHİ KUDRET AKIŞ ve GÜZELLİKLERİYLE, SONSUZ ALLAH'IMIN, Sonsuz güzelliklerinin sergilendiği (Konya, Anadolu ve Dünyadaki) sanat galerilerindeki güzellikler maddeden mânâya daha güzelleşmekte ve Allah'ıma ibadet etmekte. Konyamızdan dünyaya yayı lan sönmeyen ilâhi aşk ışığı Hz. Mevlânâ'mız, Allah'ımın en büyük sanatçı olarak her şeyden önce güzelliklerde tecelli ettiğini söyler. "ALLAH GÜZELDİR ve GÜZELLİĞİ SEVER" der bir hadisi şerif. Ve uyanmış kalp, her şeyin sözle anlatılamayan bir şeyi çağrıştıran bir işaret, bir söz olduğunu, uzun sözün kısası "ALLAH'IMIN İSİM ve SIFATLARININ bir yansıması olduğunu keşfeder. Fransa Mont Marte ressamlar tepesinde ve St.Petersburg'da öğrendiğim resim sanatı, 36 tablomda renklerin ve güzelliklerin yansıması olarak, sonsuz ALLAH'IMIN İSİM ve SIFATLARININ tecellisi olarak görüyorum.

Konya'mızın bir mahalli gazetesi (YENİ MERAM GAZETESİ) ve 8 Mecmua ile 4 adet Mevlana mevzulu kitaplarınızda Hz. Mevlânâyı işlemenizin nedeni nedir?

Yedi asrı aşkın zaman önce, mâ'nâ ve maneviyat semâmızda doğan bir güneş gibi dünyamızı aydınlatan Mevlânâ Celaleddin-i Rumî, bugünde sayılarıyüzbinleri bulan sâlîk ve sevenleriyle gönül kubbelerine ışık saçmaktadır. Yeşil Kubbesi iseyedi asırdan fazla bir zamandan beri yeryüzünün ünlü yerlerinden biridir. Gerek batının, gerekse doğunun nice ünlü kişileri, onun aziz hatırası önünde teslimiyetlerini dile getirmişlerdir. Zamanımız dünyasında insanın en büyük ihtiyacı, ruhi özleyişlerini tatmin etmek veya başka bir deyişle gönül huzuruna sahip olmaktır. Mevlânâya artık, şeklen değil, ama kalben bağlı olanlar kendilerini tatmin etmiş görüyorlar. Bu husus 2 l. asır Türkiye'sinde en değerli ruhi kazançtır. Bunun ispatı 730 yıllık Mevlevi Medeniyetinin rehber, düstûr ve kitaplarının revaçta olmasıdır.

Yedi asırdan beri kapanmayan büyük kapı, sönmeyen ışık, susmayan ses, inmeyen perde, dinmeyen su, bitmeyen ders, eskimeyen kumaş, solmayan renk, olduran güneş, vardıran pîr, erdiren et, estiren yel, düşmeyen paha, bitmeyen söz, dönmeyen dost ve doyuran hamur, İşte Mevlânâ!..

Bunca uzun yıllar boyunca gerçek aşıkların sofrasının tası, aşının tuzu, ocağının közü, evradının özü, bedelinin gözü, daha herşeyi, herşeyi olan gönüller sultanı Mevlânâ.
Yedi yüzyılı aşkın süreden beri dervişin damağına tat, âşıkm derdine ilaç; ariflere sertaç; HATTATLARA MEŞK, RESSAMLARA RENK, MUSİKİ -ŞİNASLARA İLHAM, daha nicelerine nice şevk, zevk ve destur veren yüce Mevlânâ. İşte bunun için Mevlânâyı ömür boyu her gün iletişim yoluyla insanlık için ne kadar yazsam azdır.

Yaşam çizginiz, niçin hat sanatı?

Güzelliği görebilen bir varlık olarak dünyaya gelen insanoğlu, güzel sesler, güzel yüzler karşısında birdenbire heyecanlanır, ruhu titrer. Sanki onu daha evvel görmüş tanryormuş gibi hayranlık duyar. ELEST BEZMİNDEKİ hatıraları canlanır. Az çok her fanide bu hatırlama, bu özlem mevcuttur. Ancak herkes kendi talebi nispetinde duyar ve anlar. Tatlı bir ses veya usta bir neyzeni dinlerken elimizde olmayarak çıkardığımız "AH"lar, emirler, feryatlar, ummana doğru çağlayan sular gibi ruhun aslını arayışı, asıl vatanının duyduğu hasretin tezahürüdür.
Ruhun aslına doğru hareketi, aşkın eseridir. Aşk, kalbin güzele doğru meylidir. Aşksız hakikate ulaşmak, bu alemde ilâhî sesler duymak mümkün değildir. Seyretmeye, Konya, Anadolu ve dünyadaki gezilerimde doyamadığım MİMARİ ESERLER, MİNYATÜRLER, TEZHİPLER, HÜSN-İ HATLAR, EBRULAR, KAT'Î ve KÜNDEKARİ'ler v.s. DİNLEMEKTEN BIKMADIĞIMIZ BESTELER, İLÂHİLER, ŞİİRLER, AŞK ve İMANIN BEŞERİYETE hediyesinden başka ne olabilir?

Yazılarımda; Tarihin derinliklerine yolculuk, Konya, Anadolu ve Dünyada geçmişten günümüze (Zaman penceresinden) İLAHİ KUDRET AKIŞ ve GÜZELLİKLERİNİ Âhî Evran Hazretleriyle başlayıp, sanattan gönüle, zenaatten sanata, gönülden ilahi sevgi pınarlarına, ilâhi aşk, mucize ve sırlar bohçasından alabildiklerimle iletişim yoluyla paylaşabilmek arzusuyla büyük bir coşku ve yaşam sevinci duymaktayım.

Yalnız fâni varlıklar önünde dökülen gözyaşları, ihtiraslar, ümitler, arzular, beka mülküne perde olur. Hayattan şikayetler, ruh ıstırapları, hep hakikati gizleyen nefsin eseridir.
Ancak kendini hapseden bu perdeleri yırtarak sonsuzluğun kapısını açabilen ruh, eşyada ve bedenlerde parlayan, daima gezilerimde ve normal hayatımda, güzelliklerin asıl mânâlarını, İLAHİ güzelliği temaşa eder. Sözü NiyazîMısri'nin şu beyitiyle:

"ÂLEM ANIN HÜSNÜNÜN ŞERHİNDE OLMUŞ BİRKİTÂB
MEÎNİN SURETİ İSTERSEN NİYAZÎ SURET-İ İNSANA BAK"
Neden GÜZEL dedim. AŞK dedim. İMÂN dedim. İLÂHİ GÜZELLİK dedim? Çünkü TÜRK- İSLAM SANATI böyle bir kainat görüşünün mahsulüdür de onun için....

Mutlak sonsuz güzel olan Rabbimin güzelliğinin sabır ve aşk ile işlenişi... Ama ille de aşk ile... Çünkü gaye değildir hiçbir sanat, yalnızca araçtır. Onu anlamakla, onu sevmekle. Öyleyse gaye olan AŞK.

Kaç Çeşit Sanat Dalıyla Uğraşıyorsunuz?

100'ün üzerinde Batîni ve Zahirî sanatlar, duygu ve düşünceler güzel sanatların bir çok kolu var. Hepsinde de güzelliğin ayrı bir sırrı gizlenmiştir. Sırra ermek için hem gönlümüz hem de fikrimizle bilmek gerekir sanatın inceliğini. Ben de buna vesile olabilmek ümidiyle sırlar bohçasını önümüze dökmesek de sırra dair birkaç kelam için bütün dünyayı dolaşarak başta Osmanlı ecdat ve üstadlarımızın kapısını tıklatıp giryoruz içeri edep ile Seyahatlerimde. Büyük gayretle Osmanlıca Farsça ve Arapçayı kursa giderek öğrendim. Sonsuz Allah'ımın, sonsuz güzelliklerinin sonsuzda birinin verildiği dünyadaki sanat galerilerini gezerek, Türk'ün estetik ruhunun dünyanın her tarafına sindiğini görüyorum. Güzellikler maddeden mânâya daha güzelleşmekte ve sonsuz ALLAH'IMA ibadet ediyor. Onbir Cilt İLÂHİ KUDRET AKIŞLARI ve GÜZELLİKLERİ kitaplarımda bunları sizlerle paylaşmak. Galiba güzelliklerin en güzeli de sizlerle paylaşmak.

Hüsn-î Hat'ta sadelik, tezhipte ise bir ihtişam göze çarpıyor. Ama bu kompozisyon zıtlıktan öte ruh ve beden gibi birbirini tamamlayan bir bütün olarak ortaya çıkıyor. (KALEMİN GÜCÜ ve SİYAH NURUN HİKMETİ) hat kitabımda geniş tafsilatla yazdım.

Adı üstünde güzel sanatlar sabırla güzel şeyleri çıkarmak için gayret sarfed[yoruz. Zaman harcıyoruz. O halde kötü düşünmeye zamanımız olmaz. Sanatta yakaladığımız güzellik hayatımızın diğer alanlarına da akseder. Bu nedenle güzel sanatların insan terbiyesinde çok mühim bir rolü olduğuna inanryorum. Sanat bakışlarımızı iç dünyamıza çeviriyor. Yunus Emre ne güzel söylemiş: "BİR BEN VARDIR BENDE, BENDEN İÇERİ..."

Sanırım sanat o bilmediğimiz beni tanımamıza yardımcı oluyor. İçimizdeki keşfettiğimiz güzellikler sanatımıza aksediyor. (resim sanatı v.s) Musiki De: bestekâr sesi aksettiriyor. Zaten hepsinin hedefi mutlak güzel olan Cenab-ı Hakk'ın güzelliğini bulmak, aramak ve yansıtmaktır. Sanat, iç dünyamızı ses, renk, çizgi ve şekil ahengi içinde madde planına aksettiren, bizde hayranlık uyandıran eser ve hareketler olup, sohbetimizi Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in:
" ANLADIM SANAT ALLAH'I ARAMAKMIŞ GERİSİ SADECE ÇELİK ÇOMAK'MIŞ"
ikilisiyle tamamlarken:

Dinin iman ve vecd gibi ulvi heyecanları, ahlaki değerler, milli zevkler, beşeri ihtiras ve duygular kat kat dünyamızı meydana getirir. İşte sanat ve onun bana verdiği ruh coşkusu bu duygu ve düşüncelerin sembollerle ifadesidir ki, derunîbir hakikatıyaşatır ve öğretir.
Dini, milli ve beşeri bütün duygu ve fikirler sanatın mevzuuna girer. Sanatkar bu içtimaî kıymetleri, dertleri, zevkleri, sevinci nefsinde şiddetleyaşayan, duyan kimsedir ki fertler kendilerini sanatkârda bulurlar. Şekil, renk ve sesle ifade edilmek istenen ruhun ıstırapları, sürürü ve güzellikleridir. Sanat ruh dünyasının, madde planında parlaması olduğuna göre, aslında sanat eserlerine hayranlığım şekle sokulan ruha ve fikredir. "SANAT BİR LİSANDIR"..
Mutlak güzellik Allah'ın güzelliğidir. Hayran hayran seyrettiğimiz bütün güzelliklerde, ancak O'nun cemâlinden akseden zerrelerdir.

Bu bakımdan her sanatta, Cenab-ı Hakk'ın gizli hazinesinden taşıp aşarak tezyin ettiği bu âlem ve topraktan murad,yalnız alabildiğine enginyeşil kırlar, vadiler, ulu sahralar ve dağlar değil, toprağın ve bütün mahlukâtınyaratılışına vesile olan aşk ve muhabbet menbaı, ilâhî sanat harikası ve kainatın özü olan insandır. Onun için insanın mükemmelliği,yaratılış gayesini koruyabildiği nispettedir.

Bu arada şunu da belirteyim ki; Dilinden hikmetler fışkıran ve nadide inciler saçan bir mânâ menbaı ve bana sanat aşkını veren öz ve söz vadisinde büyük bir tecell'rye mazhar olan Hazreti Mevlânâ'nın, bütün hak dostlarının gönül alemlerine tercüman olarak telif ettiği ölümsüz eseri olan İLÂHI sırlardan bahseden,yüce kudret akışlarını anlatan şuyuvarlak gök kubbede parıl parıl parlayan yıldızları, güneşi v e dolayısıyla bütün kâinatı ve incelikleri hakimane bir üslupla bizlere aktaran Mesnevi'den bilhassa nasiplendik, Hazreti Mevlânâ'nın "Mesnevi hakikate ulaşmak ve Allah'ın sırlarına agâh olmak isteyenler için bir yoldur. Mesnevi temizlenmiş kişiler için gönüllere şifâdır. Hüzünleri giderir, Kur-an'ı Kerim'i anlamaya yardım eder, huyları güzelleştirir".

"Yayınlayacağınız ve yayına hazırladığınız kitaplardan bahseder misiniz?

cilt: Osmanlı'da Zenaatten Sanata ve İLÂHÎ KUDRET AKIŞLARI
cilt: Gezdiğim otuzun üzerindeki ülkede (Bakan gözle değil de gören gözle DÜNYA DA Zenatten Sanata)
cilt: Sanattan Gönüle, Gönülden Sevgi Pınarlarına ve İLÂHÎ AŞKA,
cilt:, 5. Cilt, 6. Cilt, 7. Cilt, 8. Cilt, 9. Cilt, 10. Cilt ve 11. Ciltler "Tarihin derinliklerine Yolculuk (Sanattan Gönüle Gönülden Sevgi Pınarlarına) GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE (Zaman Penceresinden) İLÂHÎ KUDRET AKIŞ VE GÜZELLİKLERİ (Konya Anadolu ve Dünyada)
12. cilt: KONYA VE HZ. MEVLANA DENİZİNDEN
13. cilt: KONYA, ANADOLU VE DÜNYADA İnsanlığın Piri, Sönmeyen İLÂHÎ Aşk Işığı Hz. MEVLÂNÂ
14cilt: Aşıkın Derdine İLAÇ, Ariflere Sertaç, Hattatlara MEŞK, Ressamlara renk, Musikişinaslara İlham
Veren İnsanlığın piri, Sönmeyen Işık : HZ. MEVLÂNÂ
15. cilt: KÂİNATIN DİLİ OLAN SANAT: DUA
16. cilt: Sanattan Gönüle, Gönülden Sevgi Pınarlarına, İlâhî Aşk ve Güzellikler (ŞİİRLERİM)
17. cilt: Hicaz Demiryolları (Bir Kültür ve Medeniyet Yolculuğu) Ecyad Kalesi gibi Arabistan'da Osmanlı'nın eserleri,

Osmanlı Dönemi Konya'sında Medrese Kurucusu Olarak Sufiler ve Âlimler (18.-19. Yüzyıllar) 1.Bölüm

Dr. Yaşar Sarıkaya (Almanya)

Osmanlı Devleti'nin Anadolu'daki önemli vilâyetlerinden birisi, hiç kuşkusuz, daha önce Bizanz İmparatorluğu döneminde hristiyanlar açısından da mühim bir şehir olan Konya'dır. 1 Selçuklu hâkimiyetinde yıldızı parlayan ve 12. yüzyılın sonlarına doğru İslam dünyasının en önemli siyaset, bilim ve kültür merkezi olarak yükselen şehir, Selçukluların dağılmasından sonra önemini yavaş yavaş yitirmiş ve Osmanlılar döneminde de uzunca bir süre çevre şehir (periferi) olarak kalmıştır. Osmanlı hâkimiyetindeki Konya'da, bazı istisnalar dışında 18. yüzyıla kadar yeni eğitim müesseselerinin kurulmamış olması, bu itibar kaybının en çarpıcı göstergesidir. Fakat 18. yüzyıldan itibaren Konya hem siyasî, hem dinî-tasavvufî bakımdan yeniden yükselişe geçmiştir. 1680'lerden itibaren, özellikle eğitim alanında, hızlı bir gelişme kaydedilmiştir. Bunu, sayıları 19. yüzyılda hızla yükselen, çok sayıdaki yeni medrese, mekteb, tekke v.s.'nin kuruluşundan anlıyoruz. Osmanlı döneminde Konya'da kurulduğu tespit edilen toplam 49 medresenin 45`inin kuruluşu, bu dönemde gerçekleşmiştir. 19. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı Devleti'nde, eğitim-öğretim faaliyetlerine açık en fazla medresenin Konya vilâyetinde bulunduğu, vilâyet sâlnâmelerinin verilerinden anlaşılmaktadır. Medrese kurma çalışmalarında görülen bu patlamanın yanısıra Konya'da aynı dönemde çok sayıda mekteb, tekke, zâviye ve camî'nin ortaya çıktığı dikkati çekmektedir. Bütün bunlara ilaven, 18. yüzyılın başlarından itibaren vilâyetin değişik yerlerinde kütüphânelerin açıldığını, buralara, dönemin geçerli kitaplarının ve İslam bilimlerinin standart eserlerinin vakfedildiğini görmekteyiz. Bütün bu çalışmaların, Konya'yı, yeniden büyük bir eğitim ve kültür merkezi haline getirdiği açıktır.
Konya Vilâyeti'nin bu yükselişinde, yerel bilginlerin ve sufilerin, bilhassa Nakşbendi Tarikati mensuplarının rolü çok önemlidir. Açılan 45 medreseden 38'inin (yüzde 82) kurucusu ve vâkıfı, ayrıca pek çok mekteb, kütüphâne, tekke ve câmî kuruluşlarında da baş rolü alan ulemâ ve/veya sufilerdir.
Osmanlı öncesi Konya medereseleri, tarihi ve kültürel ehemmiyetlerinden dolayı, tarih araştırmalarında büyük ilgiye mazhar oldular.2 Osmanlı devrinde kurulan medreseler ise daha çok Konya kökenli araştırmacıların dikkatini çekti. Cumhuriyet döneminde, Konya yerel basınında, medreseler hakkında çok değerli hatıralar yayınlandı. Bunlardan ilki, Abdülkadir Erdoğan imzasıyla Konyada Eski Medreseler ve Medreseliler başlığı altında 1938 yılında bir yerel yayın organı olan Konya'da yayınlandı.3 Yazar, kendi hatıralarından yola çıkarak kaleme aldığı makalelerinde, medrese eğitimi hakkında çok kıymetli bilgiler sunmaktadır. Erdoğan, ayrıca, okutulan dersler ve kitaplar, bunların hangi sıraya göre okutuldukları, düzenlenen icâzet merâsimleri ve medrese talebelerinin günlük yaşamları hakkında ilginç ve değerli bilgiler aktarmaktadır. Başlık ilk anda, yazarın Konya medreselerini tek tek takdim edeceği izlenimi uyandırmasına rağmen, makale kurumsal bağlamda medreseler ve kurucuları ile ilgili değildir.
Mehmet Önder'in kaleminden 1952 yılında Konya'da yayınlanan Konya Maarifi Tarihi adlı çalışma, Selçuklu döneminden 20.yüzyılın başlarına kadar kurulan medreseler hakkında bilgiler ihtiva etmektedir.4 Eser, âdeta bir Konya medreseleri biyoğrafisi niteliğindedir. Yazar, tespit ettiği medreselerin künyesini sunmakta, bunların kuruluşu ve kurucuları hakkında elde ettiği bilgileri aktarmakta ve mimari özelliklerine değinmektedir. Fakat kitapta, eğitim-öğretimin yapısı ve içeriği ile ilgili pek fazla bilgi bulunmamaktadır.
Konuyla ilgili diğer bir araştırma, İbrahim Kutlu tarafından 1992'de Selçuk Üniversitesi'nde tamamlanan doktora çalışmasıdır.5 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Konya Medreseleri adı taşıyan çalışma, 19. yüzyılın ilk yarısında eğitim-öğretim faaliyetine açık 33 medreseyi tanıtmaktadır. Çalışma, yapı itibariyle Mehmet Önder'in yukarıda anılan eserine benzemektedir. Burada, medreselerin adları, kuruluşları, kurucuları ve öğrenci sayıları verilmektedir.
Konya medreseleri hakkında en kapsamlı çalışma, Caner Arabacı'nın Osmanlı Dönemi Konya Medreseleri (1900-1924) adlı eseridir.6 Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne bir doktora çalışması olarak sunulan eser, bazı ilâveler ile Konya Ticaret Odası tarafından 1998 yılında Konya'da yayınlanmıştır. Eser, her ne kadar 1900-1924 arası bir dönemle sınırlandırılmış görünse de, esasında bütün dönemleri kapsamaktadır. Yazar, incelediği medreseler hakkında, daha önceki çalışmalarda eksik kalan çok değerli arşiv belgeleri ve vakfiyeler sunmaktadır.
Konya tarihinin büyük üstadlarından İbrahim Hakkı Konyalı, meşhur Âbideleri ve Kitabeleri İle Konya Tarihi adlı eserinde, Konya medreselerinin bir bölümüne yer vermektedir.7 Konyalı, kitabına aldığı medreselerin, daha ziyade mimârî ve sanatsal özelliklerine vurgu yapmaktadır. Bu yönüyle eser, bilhassa, Türk-İslam sanatı tarihçileri için çok kıymetli bilgiler ihtiva etmektedir. Yazar kaynak olarak, medrese kitâbeleri, Karaman Vilâyeti tahrir derfterleri (15. ve 16. y.y) ve kısmen de vakfiyeleri kullanmaktadır.
Görüldüğü gibi, Osmanlı öncesi ve Osmanlı dönemi Konya medreseleri bir çok araştırmaya konu olmuştur. Bilhassa medreselerin kuruluş, mekân ve mimârî özellikleri ile ilgli verilen bilgiler çok kapsamlıdır. Medrese vakfiyeleri ve kitâbeleri üzerine yapılan çalışmalar da az değildir. 8 Konya'da 18.yüzyıldan sonra hızla artan medrese kurma faaliyetlerinin arkasında yatan ana nedenler, insiyatif sahipleri ve patronlar sorunsalı ise, bugüne kadar - saptayabildiğim kadarıyla - sistematik bilimsel çalışmalara konu olmamıştır. Yine, bu aktivitelerde din adamları ile Konya ve civarında faaliyet gösteren - özellikle Mevlevî ve Nakşbendî tarikatine mensup - sufilerin oynadığı rol henüz yeterince aydınlığa kavuşturulmamıştır. Bu çalışma, Konya medreselerini işte bu açılardan ele almayı ve henüz yeterince araştırılmamış bu sorulara yanıtlar bulmayı amaçlamaktadır. Önce, 18. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki dönemde eğitim veren onlarca medresenin kimler tarafından kuruldukları sorusu üzerinde durulacaktır. Daha sonra, medreselerin kuruluşunda ve diğer eğitim faaliyetlerinde din adamları ile tarikat mensuplarının sözkonusu dönemde hızla artan ilgi, insiyatif ve çalışmaları üzerinde durulacaktır. Kısaca amacımız, 18. yüzyıldan itibaren Konya'da hızla büyüyen eğitim faaliyetlerini ve bu faaliyetlerde ulemâ ve sufilerin oynadığı etkin rolü, bazı medrese örneklerinden yola çıkarak ortaya koymaktır.
Bu çalışma, coğrafî olarak Konya şehri ile sınırlı olacaktır. İncelediğimiz dönemde Karaman Vilâyetine bağlı olan Niğde, Aksaray, Kayserî gibi şehirlerdeki eğitim faaliyetleri, çalışma kapsamı dışında tutulacaktır.
Yukarda zikredilen sorulara sağlıklı yanıtlar vermek için biyoğrafik eserlerde verilen bilgilerin değerlendirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla müracaat edeceğimiz kaynaklardan birisi, Konya'da, 18. yüzyıl ile 20. yüzyıl başlarında değişik alanlarda ün yapmış kişilerin hayat hikâyelerinin yer aldığı biyoğrafiler olacaktır.9 Vakfiyeler ve Konya şer'iye sicilleri ise çalışmamıza temel oluşturan diğer kaynaklardır. 1280/1864 yılından sonra yayınlanmış olan Konya Vilâyet Sâlnâmeleri, cevabını aradığımız sorular için aydınlatıcı bilgiler ve istatistikler içermesi itibariyle, önemli bir kaynaktır. Bu anılan kaynaklar dışında, İstanbul'daki Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde tesbit ettiğimiz bazı belgeler, çalışmamıza ışık tutacaktır.

Merkezlikten Periferiliğe: Önemini Kaybeden Konya

Konya, 13. yüzyılın başlarında Küçük Asya'nın çok önemli bir eğitim ve kültür merkezi idi. Bu dönemde Anadolu'da, güçlü sultanlar ve zaferlere alışık ordular vardı. Sayısız sanat eseri yapılar yapıldı, ihtişamlı medreseler kuruldu. Anadolu Selçukluları, 12. yüzyılın sonlarına doğru, Bizans'a karşı kazandıkları zaferlerden sonra Konya'da siyasî ve askerî açıdan istikrarlı bir yönetim tesis ettiler. Ulemâ'nın temsil ettiği zâhirî (sunnî) İslam anlayışı ile mutasavvıfların temsil ettiği tasavvufu, yani, şeriat ile tarikati uzlaştıran bir sunnî İslam anlayışına destek verdiler. Sunnîliğin Anadolu'da kök salmasını sağladılar. Bir eğitim kurumu olarak medresenin, Konya ve civarında kurumsallaşması bu dönemde oldu. 10. yüzyılda Horasan'da özel insiyatiflerle ortaya çıkan ve daha sonra diğer İslam bölgelerine yayılan, derslik yanında, mescid ve talebe hücrelerini içinde barındıran medrese, Selçuklular tarafından benimsendi ve geliştirildi. Böylece Konya'da, 14. yüzyılın başlarına kadar, bazıları asırlar boyunca ayakta kalan çok sayıda medrese, eğitim-öğretime açıldı.10 Ancak, Seyfiye ve Lâla medreselerinin açılmasından sonra bu dalganın durakladığını görüyoruz.
Selçuklu yöneticilerinin İslam eğitim ve öğretim kurumlarına olan ilgi ve destekleri, daha ziyade 13. yüzyılın ilk yarısında yoğunlaşmış görülüyor. Muhtemelen Selçuklular, kendilerini, sunnî İslam inancını, sapık gördükleri fırka ve mezheplere karşı müdâfa ve muhafaza etmekle yükümlü görüyorlardı. Bu amaca hizmet için medrelere ve din eğitimine büyük önem veriyorlardı.11
Selçuklu sultan ve vezirlerinin büyük ilgi ve destekleri sayesinde Konya, 13. yüzyılda, İslam dünyasının önemli bir eğitim, ilim ve kültür merkezi haline geldi. Doğudan ve batıdan pek çok ünlü din bilgini ve sufinin Konya'ya gelmesi ve buraya yerleşmesi, bu şehrin beyin göçüne sahne olması, bu saptamayı açıkça doğruluyor. Kadı Sirâceddîn Mahmûd el-Urmevî (öl. 684/1285), Sadeddîn el-Konevî (öl. 671/1272) ve Muhyiddîn ibn el-Arabî (öl. 638/1240), Konya'ya gelen dönemin ünlülerinden sadece bir kaçı. Çalışmalarını Konya'da sürdüren ve medreselerde ders veren bu isimler, Anadolu'da yüzyıllarca sürecek derin tesirler bıraktılar.12
Bu dönemde Konya'ya gelen sufi ve din bilginlerinin en meşhuru ve en önemlisi, açtığı tasavvufî yol, verdiği dersler ve yazdığı eserlerle sadece Konya'yı değil, bütün Anadolu'yu etkileyen Celâleddîn Rumî'dir (öl. 672/1273). Bugünkü Afganistan'ın Belh şehrinde doğan bu büyük şâir ve mutasavvıf, 1225 yılında babası Bahâeddîn Veled (öl. 628/1231) ile uzun bir seyahate çıktı. Bağdad ve Şam'a uğradıktan sonra Hicaz'a geldi. Oradan Konya'ya yöneldi. Burada önce babası, başarılı bir müderris olarak ün kazandı.13 Bahâeddîn Veled vefat ettikten sonra, müderrislik vazifesi oğlu Celâleddîn'e geçti. Celâleddîn başta Âltunbâ Medresesi olmak üzere Gühertaş ve Kadı İzzeddîn gibi daha bir çok medresede ders verdi.14
Böylece Konya, 13. yüzyılda, İslam inanç ve düşüncesinin üretilip geliştiriliği, din bilimlerinin ve özellikle hanefî fıkhının en yüksek düzeyde tedris edildiği çok önemli bir ilim, irfan ve kültür merkezi olarak temayüz etti. Halkın konuştuğu Türkçe'nin yanısıra, eğitim ve bilim dili olarak Arapça, şiir ve edebiyat dili olarak da Farsça büyük bir gelişme gösterdi.15 Konya'nın böylesine önemli bir merkez olarak yükselmesinde, ulemâ ve sufilere yakın ilgi gösteren ve onları her alanda destekleyen Selçuklu yöneticilerinin büyük katkısı olmuştur.
Anadolu'da büyük bir medeniyetin kurulmasına vesile olan Selçuklular'ın, 13. yüzyılın sonlarına doğru dağılmasından sonra çeşitli bölgelerde kurulan beylikler arasındaki çekişmelerden kaynaklanan siyâsî çalkantılar eğitim ve öğretim faaliyetlerini de olumsuz yönde etkiledi. Yukarda özetle sunduğumuz gelişme, canlılık ve hareketlilikte duraklama oldu. Selçuklu sonrası kurulan bir kaç medrese bir tarafta tutulursa, 18. yüzyıla kadar kayda değer bir gelişme olmadı. Özellikle Karamanoğulları Beyliği'nin dağılmasından sonra Konya, bir bilim, eğitim-öğretim ve kültür merkezi olma özelliğini giderek kaybetti.16 Bundan sonra, daha ziyade Mevlevî Tarikati sayesinde ismini duyuran Konya'yı yeniden önemli bir merkez yapma girişimleri olmuşsa da, ciddi bir başarı elde edilememiştir. Daha 15. yüzyılda, Selçuklular tarafından kurulan ve dönemlerinde çok önemli birer eğitim merkezi olarak hizmet eden bazı medreseler bakımsızlıktan kullanılamaz hale gelmiş ve sonra da kapanmıştır. Bu yüzyılın sonlarına ait bir vakıf kaydına göre Kadı İzzeddîn Medresesi hasar görmüş, Kadı Müresel Medresesi ise yıkılmıştır.17 Lâla Ruzba Medresesi'nde tedrisat çoktan kesilmişti.18 M. Akif Erdoğru'nun kaynak vermeden verdiği bilgilere göre, Osmanlılar bu dönemde, Konya ulemâsına pek sıcak bakmamışlardır.19 Böylece Konya medreseleri, itibarlarını kaybetmiş, Konyalı talebe için artık İstanbul medreseleri tercih edilir olmuştur.
Bu çöküşte, Karamanoğulları ile Osmanlılar arasında uzun yıllar süren uyuşmazlıklar ve savaşların önemli bir payı olduğu düşünülebilir. Fakat, Osmanlıların eğitim faliyetleri ve yatırımlarını daha çok başkent edindikleri şehirlerde yoğunlaştırdıklarını, büyük medreseleri ve diğer eğitim kurumlarını başkentlerde açtıklarını unutmamak gerekiyor. Her ne kadar taşrada medreseler açılmaya devam etmişse de Konya gibi şehirler, eğitim alanında gereken ilgi ve desteği pek bulamamışlardır.

Konya Eğitiminde Yeniden Yükseliş Dönemi: Âlimler ve Sufilerin Büyük Hamlesi

Osmanlı öncesi döneme ait son medrese, Karamanoğlu Beylerinden İbrahim Bey (1424-1464) tarafından yaptırılan Unkapanı Medresesi'dir.20 Osmanlı döneminde ise, 17. yüzyılın sonlarına kadar, Konya'da eğitim alanında bir duraklama devri yaşandığı görülmektedir. Yaklaşık iki asırlık zaman zarfında bir kaç medrese kuruluşu dışında hatırı sayılır bir gelişme tespit kurulmuştur.21 Uzun süren bir durgunluktan sonra ilk bilinen medrese, 1681 yılında gerçekleşmiştir. Bu tarihte, Sultan IV. Mehmed dönemi vezirlerinden Musâhip Mustafa Paşa (öl. 1097/1686)22, hadis tedrisatı için Taşkapı Dairesi adıyla bilinen Dârü'l-hadis medresesini yaptırmıştır.23 Bunu, 18.yüzyılın ilk yarısında açılan diğer medreseler takip etmiştir.
1703 tarihindeAbdülkerim Efendi tarafından Saraçzâde Medresesi kuruldu. Medresenin kurucusu, köken itibariyle, Konya'da Saraçzâde olarak ün yapan ve daha pek çok âlim ve sufi yetiştiren zengin bir ulemâ ailesine mensuptur. Diğer Konya medreseleri gibi bu medrese de bir vakıf okulu olarak kurulmuştur. Bu sebeple medresede, kurucunun ailesinden gelenler ders vermişlerdir. Örneğin, 1848 yılında burada 18 öğrenciye ders veren Şeyh Ahmed Efendi, bir Saraçzâde'dir.24 Ahmed Efendi'nin vefatından sonra, burada oğlu Derviş Mehmed Efendi (öl. 1318/1901) ders verdi. 1294/1877 tarihli Sâlnâme'ye göre Mehmed Efendi'nin 13 talebesi vardır ve Arapça'nın yanısıra Fıkıh okutmaktadır.25 Medresenin tespit edilebilen son müderrisi, icâzetini, Aladağ'lı Ahmed Rüşdü'den alan Şükrü Efendi (öl. 1342/1924)'dir.26
Bu yeni dönemde kurulan ikinci medrese Zincirli'dir. Konyalı âlim Abdürrahim b. Hüseyin tarafından 18. yüzyılın başlarında yaptırılmıştır.27 On iki hücre, bir mescid, bir avlu ve bir kütüphâneden oluşan medrese, kapısı üzerindeki zincirlerden dolayı, daha sonra Zincirli adıyla anılmaya başlanmıştır. Diğer medreseler gibi Zincirli'nin de bir vakfiyesi vardır. Abdürrahim Efendi, eğitim hizmetlerinin aksamadan verilebilmesi için, medreseye 5 dükkân vakfetmiştir. Dükkânların kira gelirlerinin büyük kısmı, aynı zamanda mütevelli olan müderrise tahsis edilmiştir. Geri kalan kısım, kütüphâne memuru ve medrese içindeki mescitte görevli imam için ayrılmıştır.
Abdürrahim Efendi, medrese bünyesinde bulunan kütüphâne için de 131 cilt kitap vakfetmiştir.28 Vakfedilen kitaplar arasında tefsir ve hadis ilminin önemli yapıtları, İslam ahlakının âbidevî eserleri (mesela: Gazalî'nin İhyâ'sı, Birgivî'nin Tarikat-i Muhammediyye'si), çeşitli fetvâ külliyeleri, fıkıh ilminde okutulan kitaplar, klasik dönem şiirlerini içeren eserler bulunmaktadır. 16. yüzyılda yaşayan ve etkileri, özellikle kendinden sonraki dönemde hissedilen, tasfiyeci, hoşgörüsüz bir din anlayışıyla 17. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti'ni meşgul eden Kadızâdeliler Hareketi'nin esin kaynağı Birgivî Mehmed Efendi'nin (öl. 980/1573) bir çok eserinin vakıf kitaplar arasında bulunması dikkat çekiyor.29
Zincirli Medresesi'nin ilk müderrisi, aynı zamanda imamlık ve mütevellilik görevini de yürüten Halil Efendi'dir. Saraçzâde Medresesi'nden farklı olarak bu medresede müderrislik babadan oğula geçen bir görev değildir. Halil Efendi'den sonra yeni müderrisin, Konya kadısının teklifiyle, müftü, vakıf mütevellisi ve önde gelen diğer din adamlarıyla istişâre sonucunda atanacağı, vakfiyede belirtilmiştir. Vakıf mütevelliliği ise, aile fertlerine tahsis edilen bir haktır.30
1877 yılına kadar, kimlerin Zincirli'de müderris olarak görev yaptıklarını bilmiyoruz. Sözü edilen yılda müderris, Ali Efendi'dir (öl. 1309/1891).31 Ali Efendi, bu tarihte 21 talebeye Akâid ve Fıkıh dersi verirken, 1882 yılında Akâid yanında Arapça ve Mantık dersleri okutmuştur.32 Vakfiyede müderrisliğin babadan oğula geçeceğine dair bir kural bulunmamasına rağmen, 1891 yılında vefat eden Ali Efendi'nin yerine, oğlu Mustafa Efendi geçmiştir. Mustafa Efendi'nin bu görevi 1914 yılına kadar sürdürdüğü anlaşılmaktadır.33
18. yüzyılın başlarında kurulan diğer bir medrese, Fettâhiye adıyla bilinen Gevrâkî Medresesi'dir. Medrese, Abdülfettah Çavuş adlı bir yeniçeri tarafından özellikle Tefsir ve Hadis tedrisatı için kurulmuştur.34 Bundan dolayı medrese, Abdülfettah Çavuş Dârü'l-hadis'i olarak da adlandırılmıştır.35 Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunan bir dokümana göre 1187/1773 yılında müderrislik görevi, Nurullah oğlu Ömer'indir.36 18.yüzyılda görev yapan diğer müderrisler hakkında bilgimiz bulunmamaktadır. Medresede, kaynak yetersizliği nedeniyle 19. asrın başlarında durmuş olduğu tahmin edilen eğitim, daha sonra Abdülkadir Efendi'nin çabalarıyla yeniden başlamıştır. Seydişehir'e bağlı Gevrek'ten Konya'ya göç eden bir babanın oğlu olan Abdülkadir Efendi, tahsilini tamamladıktan sonra Abdülfettah Çavuş Medresesi'ni yeniden imar ettirmiştir. Bundan dolayı medrese, Gevrâkî adıyla anılır olmuştur. Abdülkadir Efendi, yeniden hizmete açtığı medresenin ilk müderrisidir. 1877 yılında sabahları Kelam, öğleden sonra ise Arapça okutmuştur.37 Tatil günlerinde serbest ders vermeye devam eden Abdülkadir Efendi'nin, özellikle Birgivî'nin Tarikat-ı Muhammediyye'sini okutması dikkat çekicidir.38 Konya'da çok az medrese hocasına nasip olan bir rağbetle karşılaşan Abdülkadir Efendi, 1312/1894 yılında müftülüğe getirilmesine rağmen müderrislik görevini ölümüne kadar devam ettirmiştir.
Saraçzâde, Zincirli ve Gevrâkî medreselerinin kurulmasıyla birlikte Konya eğitim tarihinde yeni bir dönem başlamış oluyordu. Çok sayıda yeni medrese, mekteb ve kütüphânenin kurulduğu ya da onarılarak faaliyete açıldığı bu dönem, başta medrese olmak üzere klasik eğitim kurumlarının yeniden revaç bulduğu ve rağbet gördüğü yükseliş dönemidir.. Ulemâ ve mutasavvıflar, eğitim kurumlarıyla donanan şehirde, kendilerini eğitime ve ilmin yaygınlaşmasına vermişler ve sosyal hayat üzerinde belirleyici rol oynamışlardır.
Hakikaten Konya'da, 18. yüzyılın ilk yarısına ait 7 yeni medrese tesbit edilmiştir. Aynı asrın ikinci yarısında kurulan 8 medrese de gözönüne alındığında, bu yükselişin rakamsal değeri daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 1800-1850 yılları arasında 10 yeni medrese kuruluşu daha gerçekleşiyor. Dahası, klasik Osmanlı eğitim kurumlarının çöküşe terkedildiği 19. yüzyılın ikinci yarısında, Konya'da açılan medrese sayısı 20'yi buluyor (bkz. Tabela 1). Konya'da, Avrupa örneğinde ilk modern okul, ancak 1869 yılında açılabiliyor.39 1889 tarihine kadar, bir başka ifadeyle bir İdâdiye40 mektebinin kurulmasına kadar, Konya'da, eğitim sisteminin modernleştirilmesine yönelik hatırı sayılır bir gelişme kaydedilmiyor. Buna karşılık din adamlarının insiyatifiyle medrese kurma faliyetlerinde, daha önce hiç bir dönemde gerçekleşmeyen bir patlama yaşanıyor. Böylesine bir gelişme, Anadolu'nun başka hiç bir vilâyetinde görülmemiştir. Gerçi, aynı dönemde, başka şehirlerde de yeni medreseler kurulmuş, ancak Osmanlı'da modern bir eğitim sisteminin kurulmasına yönelik ciddi adımların atıldığı, bu kapsamda bir dizi reformların gerçekleştirildiği ve yeni eğitim ve öğretim kurumlarının açıldığı bir dönemde diğer vilâyetlerde Konya'dakine benzer bir medrese patlaması yaşanmamıştır. Mesela, önemli vilâyetlerden birisi olan Bursa'da 18.yüzyıldan sonra, yeni medreseler kurulduğuna dair bir kayda henüz rastlanmamıştır.41 Bir diğer önemli şehir Urfa'da ise, 19.yüzyıl boyunca, sadece bir medrese kurulmuştur.42
Konya'da bu büyük ve ilginç gelişmede en büyük pay, ulemâ ve sufilere düşmektedir. Diğer vilâyetlerle karşılaştırıldığında Konya ulemâsının medrese kurma hususunda çok istekli, aktif ve dinamik oldukları görülmektedir. Bursa'da mevcut 46 medreseden sadece 9 tanesinin (yüzde 19) kurucusu ulemâ sınıfına aittir.43 Urfa'da da benzer bir durum sözkonusudur. Burada, Osmanlı döneminde kurulan 17 medresenin sadece 5 inin kurucusu bir âlimdir.44 İstanbul ve Edirne gibi çok önemli iki şehirde de, kurucusu ulemâ sınıfına ait medrese sayısı, diğer sınıflara mensup kuruculara nisbeten azdır.45
Konya'da din eğitimine olan ilginin, medrese kurmayla sınırlı olmadığını görüyoruz. İncelediğimiz dönem dikkate alındığında, Konya'da sıradan halkın, çocuklarını medreselere gönderdiklerini, bu yüzden medrese tahsilinin, seçkin bir sınıfın ilgi alanı olmadığını anlıyoruz. 1889 yılına ait bir istatistiğe göre Konya'da mevcut 53 medresede toplam 2192 talebe öğrenim görüyordu.46 Bu rakam, okuma-yazma oranının da küçümsenemeyecek bir düzeyde olduğunu gösteriyor. Medrese tahsiline olan ilginin, 18. yüzyılda da aşağı yukarı aynı düzeyde yüksek olduğunu tahmin ediyoruz. Zira, Lâle Devri olarak meşhur olan Damad İbrahim'in vezirlik döneminde (1718-1730), Konya'da medrese tahsili yapan öğrenci sayısının binden aşağı olmadığı sanılmaktadır.47
Konya medreselerinin, 18. ve 19. yüzyılda, çevre şehir ve köylerlerden de rağbet gördüğünü, öğrenci göçlerinden anlıyoruz. Özellikle İçel, Antalya, Karaman ve Hadim'den, daha sonra ünleri Anadolu'nun her tarafına yayılan ve saygınlık kazanan öğrenciler geldi. Bunların bir çoğu ilmiye teşkilatında yüksek mevkilere yükseldiler. Bazıları da bulundukları yerlerde müderris, müftü, vaiz, sufi v.s. olarak din eğitimine katkı sağladılar. Bunlardan biri İçel'li Şeyh Mehmed Sadık Efendi (öl. 1287/1870)'dir. Uzun bir ilim yolculuğu çerçevesinde Karaman, Niğde ve Kayseri gibi şehirleri gezdikten sonra Konya'ya gelmiş ve burada dönemin müftüsü Abdülahad Mehmed Efendi (öl. 1264/1848)'den icâzetini aldıktan sonra, onlarca talebe yetiştiren bir müderris olarak ün yapmıştır.48 Bir diğer göçmen öğrenci Abdülbasır Efendi (öl. 1314/1896)'dir. İçel'e bağlı Silifke'de doğan Abdülbasır Efendi, eğitim için Bursa ve Denizli üzerinden Konya'ya geldi. Burada kısa zamanda meşhur oldu. 19. yüzyılın büyük âlimlerden birisi olarak ünü her tarafa yayıldı.49

Kurucular ve İnsiyatorlar

18. yüzyıldan itibaren hızla yükselen bu büyük eğitim hamlesinin arkasında yer alan, onlarca medrese kuran ve Konya'nın yeniden câzibe merkezi haline gelmesini sağlayan insiyatifin sahiplerini biraz daha yakından tanımak yararlı olacaktır.
1681 ile 1900 yılları arasında, Konya'da kurulduğu tesbit edilen toplam 46 medreseden sadece 7'sinin kurucusu, ulemâ sınıfına ait değildir. Yukarda zikredilen Taşkapı Dairesi, Vezir Mustafa Paşa tarafından kurulan bir okuldur. Feyziye, Köprübaşı ve Kütüphâne adlı medreselerin kurucuları ise Ağa'dır. Ovalıoğlu'nu Çelik Mehmed Paşa (öl. 1179/1765)50, Paşa Dairesi'ni de Ebubekir Sami Paşa (öl. 1265/1849)51 kurmuşlardır. Her iki kurucu, Konya'da valilik yapmıştır. Gevrâkî adlı medresenin kurucusu, bir yeniçeri olan Abdülfettah Çavuş'tur. Süleymâniye'nin kurucusunun kim olduğunu şimdiye kadar tesbit edilememiştir. 46 medreseden 38'inin bir âlim ya da sufi tarafından kurulmuş olduğunu daha önce belirtmiştik. (bkz. Tabela 2b).
Kurucusu Ağa olan medreselerden biri olan Kütüphâne'nin üzerinde durmak istiyoruz. Medreseyi, Girit kökenli fakir bir aileden gelen ve III. Selim'in (1761-1808) annesi Valide Sultan'a kethüda olan Yusuf Ağa, Vehhâbi istilası nedeniyle yarıda kesmek zorunda kaldığı hac vazifesinden dönüşte Konya'da ikamet ettiği sırada yaptırmıştır. 1797 yılında açılan medrese,on hücre, bir derslik ve bir kütüphâneden oluşmaktadır.52 Medrese, vakfiyesinden anlaşıldığına göre, çok az okula nasip zengin bir gelir kaynağına sahiptir. Vakfedilenler arasında 269 cilt kitaptan başka, Atina'da çok sayıda zeytin ağacı, bağ ve bahçeler, Midilli Adası'nda içinde bağ, bahçe ve hamamın bulunduğu büyük bir konak, zeytin değirmenleri ve dükkânlar bulunmaktadır.53 Vakfiyeye göre müderrisin ücreti, günlük 60 akçe'dir. Günlüğü 60 akçe olan medreseler, Osmanlı Devleti'nin en yüksek medreseleridir. Dolayısıyla, Kütüphâne Medresesi'nin derecesinin İstanbul'daki altmışlı medreselere denk olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun, eğitim alanında Konya'nın yükselmesine önemli katkılar sağladığı açıktır.
Kütüphâne Medresesi'nde, ünleri Konya sınırlarını aşan müderrisler görev yapmıştır. Bunlardan birisi Mehmed Efendi'dir (öl. 1297/1880). İçel'li olan ve özellikle Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam ilimlerinde derin vukufiyeti bulunan bu müderris, yerel kaynaklara göre, Nakşbendi Tarikatı'nın önde gelen şeyhlerinden birisidir. İlmî ve tasavvufî etkinlikleri yanısıra Konya Vilâyet İdâre Meclisi üyeliği de yapmıştır.54
Kütüphâne Medresesi, yukarda zikredilen Taşkapı Dairesi'nden sonra, incelediğimiz dönemde, saraya bağlı bir kimse tarafından Konya'da kurulan ikinci medresedir. Bu, Osmanlı Devleti'nin Konya'da, eğitim ve öğretime giderek artan bir oranda ilgi göstermeye başlamış olduğunun bir işâretidir. Hemen hemen aynı dönemde, başkent İstanbul'da, sarayda görevli birisi tarafından yeni bir medresenin daha kurulduğunu görüyoruz. Bu, Ağazâde ismiyle meşhur 16 hücre ve bir derslikten oluşan medresedir.55 Kurucusu, Saray-ı Hümâyûn Hocası olan İsmâil el-Konevî'dir (1195/1781).56
Yukarda zikrettiğimiz gibi, Konya'da medresenin itibar kazanması ve din eğitiminin yükselmesine, burada valilik yapan bazı şahsiyetler de destek olmuşlardır. Kurucusu vali olan medreselerden ilki Ovalıoğlu'dur. 12 hücre ve bir derslikten oluşan medreseyi, Çelik Mehmed Paşa, Konya valiliği sırasında yaptırmıştır.57 Bânisi vali olan ikinci medrese ise, Paşa Dairesi'dir. Tanzimat döneminde Konya valisi olan Ebubekir Sami Paşa, üzerinde ilerde etraflıca duracağımız medreseyi, 1846 yılında yaptırmıştır.
Ancak, Konya'da medresenin ve din eğitiminin itibar kazanması ve yükselmesinde en önemli payın ulemâ ve sufilere ait olduğunu, daha önce yazmıştık. Şimdi burada, medresenin Osmanlı Devleti genelinde itibar kaybettiği bir dönemde, halkı ve sevenlerini mobilize ederek, bu kurumun Konya'da revaç bulmasını ve rağbet görmesini sağlayan âlim ve sufileri daha yakından tanıtmak istiyoruz.
Konya'da medrese kurma bakımından etkin olan ulemâ ailelerinden birisi, bir çok ünlü sufi ve din bilginini yetiştiren Hâdimî ailesidir. Bunlardan en meşhuru, başta Kelâm, Fıkıh, Ahlak ve Tasavvuf olmak üzere çeşitli İslam bilimlerinde önemli eserler kaleme alan ve 18. yüzyılda Hadim gibi küçük bir kazada, Anadolu'nun en büyük eğitim merkezlerinden birini kuran Muhammed el-Hâdimî'dir (öl. 1176/1762).58 Hâdimî, yaşadıkları şehirlerde müftü, vâiz ve müderris olarak görev yapan ve halk arasında saygınlık kazanan çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Torunu Ahmed Efendi (öl. 1248/1832), sadece bir öğretmen olarak değil, fakat aynı zamanda bir müftü ve hayırsever bir medrese kurucusu olarak Konya eğitim tarihinde önemli bir yere sahiptir. Abdullah Efendi'nin oğlu ve Hâdimî'nin torunu olarak doğan Ahmed Efendi, ilk tahsilini babasından aldıktan sonra İstanbul'a gitmiş ve dedesinin yetiştirdiği, Ayaklı Kütüphâne olarak tanınan ünlü Mehmed el-Antakî'de çeşitli İslam bilimlerini okumuştur.59 Medrese tahsilini tamamladıktan sonra Konya'ya gelen Ahmed Efendi, burada, Müftü Bağlıcalı İbrahim Efendi'nin (öl. 1242/1827) kızını alarak, daha sonraki kariyeri açısından önemli bir evlilik yapmıştır.60 İlk meslekî tecrübelerini, Hâdimî'nin diğer torunu Eşenlerlioğlu Seyyid Abdurrahman Efendi'nin 1813'de kurduğu Ziyâiye Medresesi'nde yapmıştır.61 Medresedeki başarıları ve şehrin ileri gelen âlimleriyle kurduğu yakın ilişkiler, onu, kısa sürede Konya Müftülüğü'ne yükseltmiştir.
Ahmed Efendi'nin geriye bıraktığı önemli eserlerden birisi, müftülüğü sırasında yaptırdığı İrfaniye Medresesi'dir.62 30 talebe hücresi ile Konya'nın büyük medreselerinden biri olan İrfaniye, içinde yaklaşık bir asır eğitim-öğretim yapılan bir okul olarak Konya eğitim tarihine geçmiştir. 19. yüzyıl Konya tarihinde önemli yerleri olan bir çok hayırsever, müftü, eğitimci, hattat ve şair bu medreseden yetişmiştir.63
Hâdimî ailesinin, 18. ve 19. yüzyılda, Konya'da medresenin yükselmesinde ve din eğitim ve öğretiminin gelişmesinde önemli bir payı ve katkısının olduğu görülmektedir. Ulemâ insiyatifi, elbette Hâdimî ailesiyle sınırlı kalmamıştır. Medrese kuran, din eğitimi için geliri yüksek mal ve mülk vakfeden başka aileler de vardır.

1 Konya Tarihi ile ilgli bkz.: İbrahim Hakkı KONYALI, Âbideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, haz.: Enes kitap sarayı, Konya 1997; Mehmet ÖNDER, Mevlâna Şehri Konya, Konya 1962. Konya hakkında kapsamlı bir bibliyografya için: Besim DARKOT, "Konya", İslâm Ansiklopedisi, 6. cilt, ikinci baskı, İstanbul 1967. S. 841-853.
2 Örneğin, ÖNDER, Mevlâna Şehri, S. 121-140; Aptullah KURAN, Anadolu Medreseleri, I, Ankara 1969; Metin SÖZEN, Anadolu Medreseleri, Selçuklu ve Beylikler Devri, İstanbul 1970-1972, 2 cilt; M. Akif ERDOĞRU, "Onbeşinci Yüzyıl Sonlarına Kadar Konya Medreseleri", Yeni İpek Yolu, Konya I: Özel Sayı, Konya 1998. S. 35-39; Zeki ATÇEKEN, Konya`daki Selçuklu Yapılarının OsmanlıDevrinde Bakımı ve Kullanılması, TTK Basımevi, Ankara 1998.
3 Abdülkadir ERDOĞAN, "Konyada Eski Medreseler ve Medreseliler", Konya, 20-27 (1938).
4 Mehmet ÖNDER, Konya Maarifi Tarihi, Konya 1952.
5 İbrahim KUTLU, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Konya Medreseleri, yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya 1992.
6 Caner ARABACI, Osmanlı Dönemi Konya Medreseleri (1900-1924), Konya Ticaret Odası, Konya 1998.
7 KONYALI, Tarih. S. 785-906.
8 Bu saptama, daha çok Selçuklu medresleri için geçerlidir. Yukarda zikredilen çalışmalar dışında şu eserlere de bkz.: J.H LÖYTVED,. Konia, Inschriften der seldschukischen Bauten, Berlin 1907; F. SARRE, Konia. Seldschukische Baudenkmäler, Berlin 1921; Osman TURAN, "Selçuklu Devri Vakfiyeleri - Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyesi ve Hayatı", Belleten, XI/41 (1947), S. 197-235; a.mlf., "Selçuklu Devri Vakfiyeleri III. Celâleddin Karatay, Vakıfları ve Vakfiyeleri", in: Belleten, XII/45 (1948), S. 17-170; M. Z. ORAL, "Sırçalı Medrese", Belleten, XXV (1961), S. 355-96.
9 Burada özellikle aşağıdaki eserler sözkonusudur: Veli Sabri UYAR, "Konya Bilginleri", Konya, 118-140 (1948-1950); a.mlf., "Hattatlar Armağanı", Konya, 107-136 (1947-1950); Numan HADİMİOĞLU, Hadim ve Hadimliler Bibliyografyası, Ankara 1983; a.mlf., Hz. Hâdimi ve Hâdimliler Bibliyoğrafyası, Ankara 1988; Hasan ÖZÖNDER, Konya Velileri, ikinci baskı, Konya 1990; Hanefi AYTEKİN, İz Bırakan 100 Ünlü Konya Valisi, Konya 1994; M. Ali UZ, Baha Veled`den Günümüze Konya Alimleri ve Velileri, Konya 1993-1995. Ayrıca şu çalışmalar da biyoğrafik bilgiler içermesi dolayısıyla dikkate değerdir: Macit SELEKLER, "60 Yıl Önce Konya", Şehir Postası Gazetesi, 13. Şubat - 7. Mart 1962; Mahmut SURAL, "50 Yıl Önceden Bu Yana Her Yönüyle Konya", Yeni Konya, 21. Temmuz 1975 - 13. Nisan 1976.
10 Konya'da ilk medresenin 598/1201 yılında Emir Şemseddin Ebu Said Altunba tarafından kurulduğu sanılıyor. Bunu, daha sonra bir dizi başka medrese takip etti. Bunlardan Mevlanâ (Gühertaş), Nizâmiye, Tâc-ı Vezir, Muslıhiye (Sırçalı), Karatay ve Atabekiye Osmanlı döneminde de önemlerini korudular. Selçuklu medreseleri için bkz.: KONYALI, Tarih, 875-906; ÖNDER, Maarif, S. 6-33.
11 Türkiye Selçukluları için bkz.: Ibn BÎBÎ, al-Awâmir; AKSARÂYÎ: Musâmeret ül-ahbâr. Mogollar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi. Neşr., Osman TURAN, TTK Basımevi, Ankara 1944; Cl. CAHEN, Pre-Ottoman Turkey, London 1968; Osman TURAN, "Anatolia in the Period of the Seljuks and the Beyliks", Cambridge History of Islam, Cambridge 1970, I, 257.
12 Hilmi Ziya ÜLKEN, "Konyada Anadolu Selçukîleri Devrinde İlim ve Felsefe", Konya, 8 (1937), S. 490-497; Yunus Emre TANSU, "XIII. Yüzyılda Bir İlim ve Kültür Merkezi Olarak Konya", Türk Yurdu XVI (1996), S. 34-37.
13 Bahâeddîn Veled'in hayatı ve tasavvuf anlayışı için: Fritz MEIER, Bah_'-i Walad. Grundzüge seines Lebens und seiner Mystik, Leiden 1989.
14 Zeki ATÇEKEN, "Konya Şer`iyye Sicil Kayıtlarına Göre Konya Selçuklu Medreselerinde Osmanlı Zamanında Görev Yapan Müderrisler", Yeni Ipek Yolu, Konya I: Özel Sayı, Konya 1998. S. 53-62.
15 ÜLKEN, a.g.e., S. 492; TURAN, Anatolia, S. 257.
16 Burada Osmanlı iskân siyâsetinin önemli bir rolü olduğu tahmin ediliyor. Zira, ÂŞIKPÂŞA-ZÂDE (Tevârîh-i Âlî Osmân, İstanbul 1332, S. 163) ve Joseph VON HAMMER (Geschichte des Osmanischen Reiches, II, 86f) gibi tarihçilerere göre Konya elitleri, buranın Osmanlılar tarafından alınmasından sonra, aileleriyle birlikte İstanbul'a getirilmişlerdir.
17 KONYALI, a.g.e., S. 417, 421; ERDOĞRU, a.g.e. S. 39.
18 ERDOĞRU, a.g.e. S. 39.
19 ERDOĞRU, a.g.e. S. 39.
20 Metin SÖZEN, Anadolu medreseleri: Selçuklu ve Beylikler Dönemi, İstanbul 1972, II, 238; ARABACI, a.g.e., S. 214.
21 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Cevdet/Maarif, Nr. 2739 ve 7760'ta bulunan belgelere göre Konya'da Vezir-i azam Piri Mehmed Paşa (öl. 938/1532-33)'ya nisbet edilen ve 18.yüzyıl ortalarında tekke'ye dönüştürülen bir medreseden söz edilmektedir. Arşivdeki diğer belgelerde (Mesela: BOA, Cevdet/Maarif, Nr: 3242, 6756 ve 8398) Abdulhalim, Kadı Ahmed Efendi ve Astarzâde isimli kişilerce yaptırılan ve bugüne kadar bilinmeyen 3 medrese daha tespit ettik. Bu medreselerle ilgili ayrıntılı bilgi bulamadığımızdan, bunların 18. yüzyıldan önce kurulup kurulmadıklarını bilmiyoruz.
22 Hayatı için bkz.: İ. Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, Ankara 1951, III/I, 438, 490 - 91.
23 Konya Vilâyeti Sâlnâmesi (KVS) 1332, S. 551; ÖNDER, Maarif, S. 41; Sami AĞAOĞLU, Konya Şer`iyye Sicillerine Göre Şeyh Ahmet Efendi Vakfı, Eserleri ve Vakfiyeleri, yayınlanmamış yüksek lisan tezi, Konya 1996.
24 Şeyh Ahmed Efendi (öl. 1286/1869) tahsilini Abdulahad Efendi'de tamamladı ve ondan icazet aldı. Kendisi, 19.yüzyıl Konya'sının önde gelen Nakşbendi-Halidiyye şeyhlerindendir. Bkz.: UYAR, "Bilginler", a.g.e., 120-121, S. 42.
25 KVS, 1294/1877, S. 143.
26 UYAR, "Hattatlar", a.g.e., 135-136, S. 15.
27 ÖNDER, Maarif, S. 42; KONYALI, Tarih, S. 888; ARABACI, a.g.e., S. 431.
28 Caner Arabacı tarafından açıklanan vakfiye, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi (VGMA), Nr. 582/1, S. 119-121'de bulunmaktadır.
29 Birgivi'nin hayatı ve eserleri için bkz.: BURSALI Mehmed Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1972, I, 284-286; GAL, G II, 440 - 441; Emrullah YÜKSEL, "Birgivî", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1992, VI, 191-194.
30 VGMA, Nr. 582/1, S. 121.
31 KVS, 1294/1878/1877, S. 145.
32 KVS, 1300/1882-83/1882, S. 55.
33 Sâlnâme-i Maârif-i Umûmîye (SMU) 1319, S. 838-839; UZ, Konya Alimleri, I, 179.
34 1131/1718 tarihinde öldürüldüğü için medreseyi oğlu Mustafa tamamladı. Bkz.: KONYALI, Tarih, S. 369.
35 ÖNDER, Maarif, S. 45
36 BOA, Cevdet/Maarif, Nr. 6835.
37 KVS, 1294/1878/1877, S. 141.
38 A.g.e., S. 141.
39 ÖNDER, Maarif, S. 55-56
40 İdâdiyeler 1869 eğitim reformundan sonra açıldı. İlk idâdiye İstanbul'da kuruldu. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Yahya AKYÜZ, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 1993, S. 111; H. Ali KOÇER, Türkiye´de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773-1923), İstanbul 1991, S. 101-104; Ekmeleddin İHSANOĞLU, "Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı", 150. Yılında Tanzimat, Ankara 1992, S. 335-396, burada S. 367-373; Bayram KODAMAN / Abdullah SAYDAM, "Tanzimat Devri Eğitim Sistemi", 150. Yılında Tanzimat, Ankara 1992, S. 475-496, burada S. 485-486.
41 Bkz.: Mefail HIZLI, Osmanlı Klasik Döneminde Bursa Medreseleri, İstanbul 1998.
42 Bkz.: Mahmut KARAKAŞ, Cumhuriyet Öncesi Şanlıurfa`da Kültür ve Eğitim, Ankara 1995.
43 Bkz.: HIZLI, a.g.e.
44 Bkz.: KARAKA¡, a.g.e.
45 İstanbul ve Edirne medreseleri için bkz.: Mübahat S KÜTÜKOĞLU, "1969`da İstanbul Medreseleri", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, 7-8 (1977), S. 277-392. Rumeli vilâyetlerindeki medreseler için bkz.: M. Kemal ÖZERGİN, "Eski Bir Rüznâme`ye Göre İstanbul ve Rumeli Medreseleri", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, 4-5 (1973-74), S. 263-289.
46 KVS 1317, S. 69; MEHMED ZİYA: Konya Seyahatı Hatıratından. Dersaaadet 1328. S. 34.
47 KÜÇÜKDAĞ, Lâle Devri`nde Konya, yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Konya 1989, S. 182
48 UYAR, "Bilginler", a.g.e., 118-119, S. 45; UZ, a.g.e., I, 98-99.
49 SURAL, a.g.e., 30 Eylül 1975, S. 2; UZ, a.g.e. I, 103-104.
50 MEHMED SÜREYYA, Sicilli-i Osmanî, İstanbul 1996. Ed. Nuri AKBAYAR, cilt IV, 1047; AYTEKİN, a.g.e., S. 132.
51 A.g.e., S. 124.
52 Bkz.,Yusufağa Kütüphanesi, Tarihçe, Teşkilât ve Kataloğu, (haz.: M. Lütfi İkiz); KONYALI, Tarih, S. 790; ÖNDER, Maarif, S. 44; ARABACI, a.g.e., S. 418.
53 VGMA, Nr. 2131, S. 116; KŞS, Nr. 111, S. 9-10; ARABACI, a.g.e., S. 420-423; Yusufağa Kütüphanesi Kataloğu, S. 16.
54 UYAR, "Bilginler", a.g.e., 123-124, S. 31.
55 Medrese, kurucusuna nisbetle Konevî Hafız İsmâil adını da taşımaktadır.
56 BOA, Cevdet/Maaarif, Nr. 9147; ÖNDER, Maarif, S. 43; UYAR, "Bilginler", a.g.e., 139-140, S. 2; a.mlf., "Hattatlar", a.g.e., 116-117, S. 60; ARABACI, a.g.e., S. 225. İsmâil el-Konevî'nin hayatı ve eserleri için bkz. MURÂDÎ, Silk ad-durar fî a_yân el-qarn es-sânî aşar, Bağdad, Musannâ, tarihsiz, I, 258.
57 BOA, Cevdet/Maarif, Nr. 8876; KVS, 1332, S. 549; ÖNDER, Maarif, S. 42.
58 Bkz. Sarıkaya, Yaşar: Ab_ Sa _d Muhammad al-H_dim_: Karriere und Einfluß eines osmanischen Provinz-Gelehrten im 18. Jahrhundert, 27. Deutscher Orientalistentag 1998 /Bonn (28. September - 2. Oktober 1998); a.mlf., Ab_ Sa _d Muhammad al-H_dim_ (1701-1762): Netzwerke, Karriere und Einfluss eines osmanischen Provinzgelehrten. Hamburg, 2005
59 UZ, a.g.e., I, S. 124.
60 UZ, a.g.e., I, S. 124; HADİMİOĞLU, Hadim, S. 122.
61 Bu medrese için bkz.: ÖNDER, Maarif, S. 44; ARABACI, a.g.e., S. 437.
62 SMU 1319, S. 839; VGMA, Nr. 2181, S. 265; SURAL, a.g.e., 5. Ağustos 1975, S. 3.
63 Bunlar arasında Özdemiri Medresesi kurucusu Karamanlı Mustafa Efendi (öl. 1259/1843), Muhaddis Dairesi adlı medresenin kurucusu Muhaddis Ahmed Efendi (öl. 1255/1839) ve Ereğlili Adil Efendi (öl. 1284/1868) vardır

Dellallık ve Konya’da Dellal Pazarı

Fatih ÖZSOY
İbrahim ÇAKIR

Dellallar hizmetleri karşılığında, işin mahiyetine göre satıcıdan, alıcıdan bedelin ondalık hesabı ile ücret alırlardı. Bu mesleğe dellaliye denirdi. Dellalların hepsi bir mal konusu üzerine ihtisas sahibi oldukları için isimleri de ona göre anılırdı. Ev, arsa dellalları, bedesten dellalları, balıkhane dellalları, araba dellalları gibi. Bir diğer dellal ise gazetelerin çıkmasıyla ehemmiyetini kaybeden dellallardı. Dellalbaşı ünvanına sahip olan kişinin emrinde ve sadaret makamına bağlı bir teşkilattı. Çalışanlar yevmiye usulüne göre ücret alırlardı. Halka haber ve emir tebliğ eden dellalların tarihte en büyük hizmeti, kendi hayatları için de en tehlikeli hizmetleri ihtilaller esnasında olmuştur. Bir padişahın ölümü ve yeni padişahın tahta çıkışı hem halka 101 pare top atılarak, hem de dellallarla bildirilirdi. Cüluslarda, büyük şehrin bütün semtlerine yayılan dellalların sözleri klişe halinde tespit edilirdi. "Devlet ve Memleket Sultan Hakan Hanındır!.." diye bağırılırdı. Her cülusta değişen padişahın adından ibaretti. O dönemlerde Dellallık, Anadolu ve Konya'da da meslek halini almış, yine tahta geçen yeni padişahlar yine istanbul'da olduğu gibi Anadolu illerine orada bulunan dellallar tarafından duyurulurdu. Zamanla bu değişti ve ticari boyuta dönüştü, bu açıdan Konya'da dellallık son dönemlere kadar esnaflar tarafından icra edilir veya ettirilirdi.

Konya esnafının eski yerleşim yeri olan Melike Hatun ve Kapı Camii Çarşısı civarında yine dellallara büyük işler düşmekteydi. Satıcılar dellallar vasıtasıyla malını satar, dellallarda meslekleri sayesinde para kazanırlardı. O günlerden günümüze dellallık görünüş itibari ile seyyar satıcılar ve pazarcılar olarak kalmış, kendisi olmasa da Konya eski garaj civarında Dellal Pazarı olarak hala ismi geçmektedir. Eski adı Sipahi Pazarı olan ve 1960'lı yıllara kadar da tellal pazarı olan ticaret yeri ile ilgili olarak dededen, toruna esnaflık yapan Hasan Sakaoğlu o döneme ait şu bilgileri vermektedir. "Eski adı Sipahi Pazarı olan bu çarşıda o dönemlerde müzayedeler olurdu. 1940'lara kadar esnaflar münferit olarak Dellal’ları çağırır malını sattırırdı. Bu şekilde giden ticaret o yıllarda resmileşmiş ve belediyenin memuru olan dellallar tarafından yapılmaya başlanmıştı. Çarşı içinde iş yapan dellalların bağlı olduğu Rüsum memuru bulunurdu. Rüsum memurunun çarşı içinde bir kulübesi olur, Dellal’lar sabah işe başlamadan Rüsum memurunun önünde toplanır topluca dua ederlerdi. Dellal pazarında satılacak malları Dellal’lar kendisi bulur ve mesleğinin marifetiyle satar komisyonun yarısını Belediye’ye yarısını da kendileri alırlardı. Eskiden bu çarşı çok hareketliydi, sabahtan akşama kadar ticaret hızlı bir şekilde devam eder, yakın illerden ve ilçelerden gelen alıcılar mutlaka buradan alış veriş yaparlardı. O dönemlerde keçe, kepenek, bakır kaplar, kilim gibi mallar satılırdı. 33 dükkan, her dükkanda 3'er çalışanı ve Dellal’ları bulunurdu. Yıllar geçtikçe dellal sayısı 2'ye kadar düşmüştür. 1960'lardan sonra burada sadece halı ve kilim satışı yapılmakta ayrıca Dellal Pazarı buradan kaldırılmış, önce eski garaj civarına taşınmış oradan pisili mahallesi denilen yere oradan da Hakimiyet okulunun güneyindeki yere gitmiştir."

Konya'da Seksen Senelik Tabela

Konya'nın en eski ticari merkezi; Çıkrıkçılar içi. Buraya neden çıkrıkçılar içi deniliyor acaba. Orada bulunan urgancılar, yüncüler, dokumacılar gibi işler yapanlardan aldığını tahmin edebilirsiniz. Aslında Konya'da buna benzer bir çok çarşı ve ticari yer ismi de mevcut, mesela; attarlar içi, kadınlar pazarı, tellal pazarı, odun pazarı, kapı camii arkası, çeyizciler, kunduracılar gibi. Çıkrıkçılar içinde marketlerde bulamayacağınız bir çok gereci bulmak mümkün her zaman. Çıkrıkçılar içi sokaklarında gezerken burnumuza alışık olduğumuz, bir köşede naftalin, bir köşe de yanık kahve, öbür köşede defne sabunlarının ve envai çeşit baharatların kokusu gelir. Mesela naftalini aşağı yukarı herkes bilir, aslında bir çok koku hayatımızda bir anıyı ve geçmişi anımsamamızı sağlar. Hatırlarsanız yüklük denilen dolaplar vardı, yüklüğün kapağını açtığımızda naftalinin keskin kokusuna hayran kalırdık çocukken. Çamaşırların, yorganların, battaniyelerin ve elbiselerin katlarına atarlardı annelerimiz, ninelerimiz naftalini. Bu sayede elbiselerimiz haşerelere karşı korunmuş olurdu.
İşte o zor bulunan naftalini, güzel renkli ispirtoları, çeşit çeşit reçineleri, arap sabunlarını, şapı, zifti, defne sabunlarını bu çarşıda, çıkrıkçılar içinde bulmanız mümkün. Daracık sokaklarında dolaşırken çıkrıkçıların, her adımda tarihten bir sayfa açılır gibi. Her köşesi bir hatıra dolu dükkanların. Bir anda karşımıza çıkıyor o seksen senelik tabela. Tabelanın boyası ve renkleri hala orijinalliğini koruyor. Dededen toruna geçtiğini öğreniyoruz dükkanın. Zift, reçine, naftalin, kil, bakır toprağı, makine yağı, kostik gibi katı veya sıvı kimyasallar satılıyor bu dükkanda. Her maddenin kendine göre bir işlevi var. Mesela reçine bir çok işte kullanılıyor, bunlardan birisi de berberler tarafından ispirto ile sıvı hale getirilen reçine, saç spreyi olarak kullanılıyor. Bir başka işlevi de kemanın yayında kullanılıyor. Birde havacıva var, kurutulmuş bitki. Sorduğumuzda kırık çıkığa kullanıldığını söylüyorlar.

Konya'da Ramazan

Ramazan olanca güzelliği ve bereketiyle geldi. Türkiye'nin her yerinde olduğu gibi Konya' da da fark edilir bir manevi havada, geçmektedir. Çarşı pazarlarda görülen hareketlilik, karşılıklı davetlerle güçlenen sevgi ve saygı bağları, fakirlere yardımların çoğalması, zekatların genellikle bu ayda verilmesi gibi özellikler dini görevlerin yapılmasıyla birlikte ekonomik, sosyolojik, psikolojik açılardan da toplumda bir rahatlık ve mutluluğa neden olmaktadır.
Konya'da Ramazan'a gelince ben "Aman eski Ramazanlar" havasına girmeyeceğim. Genellikle, çoğunluk çocukluğunda Ramazan'ların daha farklı ve güzel olduğunu ileri sürerek o yaşlara olan özlemlerini dile getirirler. Oysa Ramazanlar eskiden de güzeldi, şimdi de çok güzel... Günümüzde sosyal kurumlar iftar yemekleri vererek ekonomik güçleri dar olan insanlarla birlikte, öğrencilere ,isteyenlere ve evine geç kalan kişilere de iftar açmaları için fırsat tanımaktadırlar. Ayrıca Teravih namazı sonrasında halka şerbetler ikram etmekte, çeşitli eğlenceler hazırlayarak halkı mutlu etme yoluna gitmektedirler. Konya halkı kendi arasında ise akraba ve eş dost davetleriyle Ramazan'ı daha mutlu geçirme geleneğini sürdürmektedir.
Ramazan yemekleri dersek, eskiden bilinen sade ve yumurtalı pidelere yakın yıllarda tahinli pideler de eklenmiştir. İftar sofraları genellikle iftariyelikler ile başlamakta ,ailenin varlığına göre başta "Kara Yemek Takımı"olmak üzere en güzel hazırlanan menülerle hazırlanmaktadır. Bütümet, su böreği ,söz kesen hoşaf gibi vazgeçilmezler dışında mevsime göre en güzel yemekler iftar sofralarını süsleyerek, oruçluları ve misafirlerini mutlu etmektedir. Çünkü güllerle ve çiçeklerle, zevkle hazırlanmış bir iftar sofrasında topun atılışıyla dua ederek yemeğe başlamak bence mutlulukların en büyüğüdür.
Konya'da günümüze has diğer bir özellik iftar davetlerinin artık lokantalara da taşınmış olmasıdır. Ev yemeklerini çok güzel yapan Köşk vb lokantalarımız sayesinde evde yorulmadan da daha fazla kişilere davet yapılabilmektedir.
Mukabeleleriyle,Teravih namazlarıyla, orucuyla,sahuru ile iftarı ile ama en çok soframızda bulunduracağımız fakir sayısı zenginliği ile Ramazan hepimize ,ülkemize ,İslam alemine,ve dünyamıza hayırlar ve mutluluklar getirsin. Ramazanınızla birlikte Bayramınız da kutlu olsun,sevgili okurlarım.

Beldelerimizden İnsan Yüzleri

Fotoğraf çantamı sırtlayıp düşüyorum yola. Kimi zaman bir zirveye, kimi zaman bir köye ya da tarihin peşinde, bir ören yerine. Deklanşöre bastığımda o kare sonsuzlaşıyor. Gezdiğim, ayak izimin kaldığı her yeri büroma taşıyorum. Sonraki günler çektiğim karelere her baktığımda yeniden yaşıyorum o anı. Kimi zaman bir kelebeği çekmişimdir, kimi zaman bir güz günü sapsarı bozkırı. Hangi yöredir, hangi beldedir silinir gider kafamdan. Ama bir şeyi hiç unutmam, insan yüzlerini. Görüntülediğim her yüzün ayrı bir öyküsü vardır. Yanlarına sokulup, bir merhaba demişim, acılarını sevinçlerini paylaşmışlardır benimle. Kuru ekmeklerini paylaşmışlardır. Bu yüzden albümleri, karıştırırken yeniden dertleşirim onlarla. Kuru bazlamalarına, yufkalarına ortak olurum.
Bir beldeye yolum düştüğünde ilk kaygım iyi fotoğraflar çekmektir. Ama ondan önce o insanlarla dost olmaktır. Her belde de insanların toplandığı, yarenlik ettiği yerler vardır. Bu kimi yerde bir kahvenin önü, kimi yerde bir caminin önü, kimi yerde asırlık kocaman bir ağaç kütüğü. Dostça bir selamımız yeter onlara. Bütün kaygınız fotoğraf çekmekse istediğiniz kadar çekebilirsiniz artık. Ama fotoğraftan öte onlarla dost olmak istiyorsanız yarenliği koyulaştırıp onların yüreklerindekini, kendi yüreğinizdekini paylaşabilirsiniz. İnanın bundan sonra çekeceğiniz fotoğraflar çok daha güzel ve anlamlı olacaktır.
Orada yapmayacağınız tek şey, insanlara bir merhaba demeden onların fotoğraflarını çekmektir, en kötü kareler böyle çekilmiş karelerdir. Fotoğraf, doğa ve tarih gezileri başlı başına güzel bir olay. Bundan daha güzeli, fotoğrafın ve gezilerin benim için en güzel yanı, diğer insanlarla iletişim kurmamda bir araç olması. Bu sayede yüzlerce insan tanıdım. Neredeyse her belde de, her köyde, bir dostum, bir canım oldu. Kimini daha doğdukları günde tanıdım, kimi her daim yolumu bekleyen can dostlarım oldu.
Karadağ'da çoban Kadir'i, tipili bir günde tanımıştım. Karadağ'ın eteğinde bir düzlüğe oturmuş yemek yiyorduk. Kadir çıkıp gelmişti yanımıza keçileriyle. Onu zorla oturtmuştuk soframıza. Vedalaşırken " bir daha gelişinizde benim konuğum olun " demişti. Bir dahaki sefer onun konuğu olduk. Volkan çukurunun içindeki kulübesinde bize mükellef bir sofra hazırlamıştı. Bir keçisini kesmiş, bulgur pilavı pişirtmiş, ayran yaptırmıştı. Yemek arasında kaç keçisi olduğunu sormak gelmişti aklıma, kırk demişti. O, kırk keçisiyle bütün bir yıl nafakasını çıkarıyordu ve biz kırk keçiden birini yemiştik. Kaşığı bir daha alamamıştım elime. Kızı Kader vardı, dört yaşlarında. Volkan çukurunun içinde, keçi ve oğlakların arasında bir başına büyüyordu. Yaşıtı hiç arkadaşı yoktu. Ürkek bir keklik gibiydi. Hiç sokulmuyordu yanımıza. Onu her gördüğümde " Adın Kader olacağına, kaderin kader olsun " diyordum içimden. Karadağ'a her gidişimizde Kader' in biraz daha büyüdüğünü görüyorduk. Kadir'e yalvarıyorduk onu okutması için. Kadir bizim ısrarlarımız üzerine Arıkören'den bir ev almış, Kader'i okula yazdırmış. Bunun bedeli de otuz keçi olmuş. Kadir şimdi kalan dokuz keçi ile evi geçindirmeye, Kader'i okutmaya çalışıyor. Kader şimdi kocaman oldu ve yolum ne zaman Karadağ'a düşse koşup boynuma sarılıyor.
Derbe'ye ne zaman yolum düşse büyük küçük herkes boynuma sarılır hısımımız gelmiş, diye. H. Hüseyin Amca oğlunun düğününe çağıracaktı, son gidişimde yaslı eşi boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Onun bir oğlu ya da yakın bir hısımıydım sanki. Dizinin dibine oturdum. Makineyi çantama koydum, o anlattı ben dinledim. Oğlunun sorunları varmış, intihar etmiş. Onun dertlerini dinlemekten başka bir şey gelmiyordu elimden, bu kadarı bile yetiyordu yaşlı kadına.
Eğrigöl'de bir yaylaya çıkmıştım. Yıkık dökük bir tolun önünde yaşlı bir kadın karşılamıştı. İçerde genç kızlar yufka açıyorlardı. Deli dolu bahar günleriydi. Yufka, yeşil soğan, yumurta, ayran ikram ettiler. Tolun damında oğlaklar oynaşıyordu. Sanki yıllardır birlikteymişiz gibi sofralarına konuk oldum. Akşamın geç bir saatinde ayrılmam gerekiyordu. Yaşlı kadın ısrar ediyordu " çay içmeden salmam " diye. Zamanım yoktu çay içmeye. Ertesi yıl aynı yaylaya yine yolum düştü. Yaşlı kadın yolun kenarında dikiliyordu. Ayaklarının dibinde bir semer vardı. Eşeğini kurtlar yemiş, semeri köyüne gönderecekmiş. Yüzüme baktı baktı sonra, " sen geçen sene çayımı içmeyen adamsın " dedi.
Bozkır'ın yoksul bir köyü Kuşça. Çeşmenin başında onlarca kadın su sırası bekliyordu. Serçe parmağım kadar bir su akıyordu çeşmenin ülüğünden. Bir gün önce bir cenazeyi yıkamak için Bozkır'dan tankerle su getirmek zorunda kalmışlar. Daha sonradan anlatmaya başladılar sıkıntılarını. Onca dertleri arasında açlığımı sorup, gölgelik bir yer gösteriyorlardı oturup dinlenmem için.
Eğrigöl'de akşam alacasında bir yayla evinin kapısını çaldık dört arkadaş. O akşam konukları olacağımızı söyledik. Hiç tereddütsüz kabul etti adam. Oturduk neden oralarda olduğumuzu anlattım. Çocukları meraklı bakışlarla dolanıyordu çevremizde. Eşi çıkıp geldi içerden. Adam hemen sofra kurmasını söyledi. Dedemli'den aldığımız balıkları çıkardık torbamızdan. " Başka şeye gerek yok, yalnızca balıkları pişirelim yeter " dedik. Adam ısrarlıydı. " O zaman bulgur pilavı ve ayran yapalım " dedim. Onlar balıkları yedi, biz bulgur pilavını. Doyumsuz bir gündü. Sabah aileyi rahatsız etmeden Eğrigöl'e gitmek için erkenden kalkmıştık. Ama onlar bizden önce kalkıp çayı koymuş, sofrayı kurmuşlardı bile.
Beldelerimizde insan yüzleri hep sıcak, hep konuksever. Sıcacık bir merhabanız gönül kapılarını açıveriyor. Onlarla birlikteyken ne yüzünüzü buruşturun ne ikramlarını geri çevirin çünkü o güzelim yüreklerini incitirsiniz.

Konya Mutfağı'nda Eğitim ve Sofra Ahlakı

Konya Mutfağı'nda Eğitim
Geçmiş yıllarda Konya mutfağında pişirilen ekmekler, yemekler, tatlılar, reçeller ve turşular hep yetenekli ev hanımları tarafından yapılır ve sofraya sunulurdu. Bu hanımlar yemekleri, tatlıları ve diğer yemek türlerini pişirmeye evin bir büyüğünden görerek öğrenir. Ve ileride kuracağı yuvarda aynen uygulardı. Her Konya evi bir okul gibi eğitim verir, aile bireyleri eğitilirdi. Evlendirilecek kızlar marifetleri ile övülür ve tanıtılırdı.
Yemek pişirme işi birazda yetenek isteyen bir iş olduğu için her Konyalı ev hanımı başarılı olduğu yemeklerle anılırdı.
Örneğin Ayşe hanımın açtığı su böreği, bilenleri tarafından anıldığı gibi kimisinin pişirdiği tümet veya yaptığı katmer aileler arasında ün salardı.
Konyalı ev hanımları bilmediği, öğrenmediği yemeği hiçbir zaman göz kararı ile pişirme cesareti gösteremezdi.
Eskiden Konya da bugün olduğu gibi her köşe başındaki kitapçıda ölçütleri gösterilen yemek tarif eden kitaplar yoktu. Sonraları bu tür kitaplar çıktığı halde Konyalı hanımlar bu kitaplara itibar göstermediler. Ve "kitaptan yemek tarifi olur muymuş?" diyerek pek de aldırmadılar.
Sonuç olarak bugün Konya toplumsal hayatında oluşan 1950 yılından sonra yenilikler ile geleneksel "Konya Mutfağı'nda büyük boyutlarda değişimler oldu. Eski mutfak kültürümüz büyük bir erozyona uğradı.
Konya Mutfağı'nda Sofra Ahlakı
Konya mutfağında yapılan her tür yemek sofraya konuluncaya kadar bir takım evreler geçirir. Bu evreler "Konya Mutfağı'na özgü bir takım kuralların uygulanmasıyla gerçekleşir. Bu kurullar tümü sofra ahlakı olarak değerlendirilebilir.
Bunlardan ilki; yemek pişirilen temel gıda maddeleri, pazardan veya çarşıdaki bakkallardan satın alınıp, yemek pişirilmek üzere eve getirilen her türlü yiyecek maddelerinin bir nesne içine konularak taşınması gerekir.
Konya çarşı geleneğinde, satın alınan her türlü yiyecek maddesinin onu almaya güçleri olmayan kimselerin nazarından saklanarak eve iletilmesi gereklidir. Günümüzde de olduğu gibi herkes her şeyi alamaz. Bundan dolayı satın alınan her türlü yiyecek maddesinin sırlanması gerekir. Aksi takdirde almaya gücü yetmeyenin, alınan nesne zerinde gözü kalır ki; geleneğimizde büyük ayıptır.
Konya'da eskiden bugün olduğu gibi yiyecek maddeleri satın alındığında saydam (şeffaf poşetlerde taşınmazdı. Temel gıda maddeleri 'zembil' denilen, deri ile saraçlanmış saplı torbalarda veyahut dalda (sırtta) taşınan Konya işi iki gözlü heybelerde, kimsenin görmesine meydan vermeden evlere getirilirdi.
Pişirilecek yemek pahalı cinsinden ise, ev sahibi tarafından komşulara kokusu gitmesin diye komşu uyuduktan sonra pişirilirdi. Örneğin bundan 50-60 yıl önceleri balık, pahalı bir yemekti. Göl ve deniz ürünleri ulaşım zorluğu nedeni ile zor koşullarda Konya'ya getirilirdi. Bu bakımdan balık Konya çarşısında pahalı satılırdı. Herkes balık alamazdı. Bu nedenle balıklar komşular akşam uykusuna yattıktan sonra pişilir ve yenirdi. Bu hareket komşunun komşusuna olan saygısından kaynaklanan bir sofra ahlakıydı.
Konya sofralarında genel kural aile bireylerinin başı, yani ailenin en yaşlısı sofraya oturmadan, diğer aile bireylerinin sofraya oturması olası değildi. Bazı olağanüstü durumlar hariç. Sofra kurulur, ailenin büyüğü beklenirdi.
Konya'da öğün yemekleri yer sofrasında yenilirdi.
Yer sofrası yere serilen bir sofra bezinin (sofra çiti) üzerine konulan kırmalı sini altı veya ters çevrilmiş ufak bir masa, sehpa üzerine konulan yemek sinisi, yemeğe oturanların sayısına göre büyük veya küçük olurdu. Yemekten önce ellerin yıkanması kesin kuraldı. Mabeyne veya yemek yere getirilen özel donanımlı el leğençeleri evin küçükleri kız veya gelinlerinin tuttuğu bardaktan (ıbrıktan) dökülen su ile yıkanırdı. Daha sonra eller peşkire kurulanırdı. El yıkama işlemi yemekten sonrada yapılırdı. Sofraya bir ayak dik durmak üzere diğer ayak üzerine oturulurdu. "Sofra büyüğün su küçüğün" atasözünde de olduğu gibi sofraya büyükler otururdu Gerekirse çocuklar için ayrı bir sofra kurulurdu. Sofraya otururken hafifçe bir besmele okunurdu. Yemekler ortaya konan tas veya sahadan birlikte yenilirdi. Eskiden sofralarda tandı ekmeği konulduğundan ekmek bayat ise bölünürken oluşan kırıntılarında mutlaka yenilmesi gerekirdi. Ortaya konan yemeğin muhakkak bitirilmesi gerekirdi. Sofradan kalkanlar El-Hamdülillah" diyerek Allah'a hamd ederlerdi. Sofra bezi toplandıktan sonra ayak değmeyecek bir yere dökülürdü.
Konya halkı cömertliğini sadece evinde kurduğu sofrada göstermez. Örneğin bir komşusu hastalandığı zaman evinde pişirdiği bir tas çorbayı hastaya götürür onlarla paylaşır. Komşusu arkadaşı dostu vefat edenler sofrasını bu kimselerin evine taşır, acılı günlerinde onlara destek olur. Cenaze sahibi ile taziye için gelen misafirlerin karnını doyurur.
MERCİMEKLİ OĞMAÇ Çorbası
Malzeme:
400 gram siyah mercimek,
250 gram un,
100 gram tuzsuz yağ,
.Bir yumurta,
Bir tutam kuru veya taze nane,
Bir miktar tuz.
Yapılışı:
Mercimek ayıklanıp temizce yıkandıktan sonra tencereye konur ve üzeri iki parmak su ile doldurulur, kuvvetli ateşte kaynamaya bırakılır. Yumurta un içerisine kurularak hamur karılır. Meydana gelen hamur bulgur tanesi büyüklükte ufalanır. Kaynayan mercimekli suya azar azar ilave etmek suretiyle hamurun toplanmaması için karıştırılır. Hamurdan sonra nane ve tuz atılır. Bir müddet daha ateşe bırakılıp koyulaşmaya başlayınca ocaktan alınarak kaseye konulup üzerine kızarmış tereyağı dökülerek servise sunulur.
Kaynaklar:
1- ODABAŞI Sefa, Konya Mutfak Kültürü, KTO Yayınları, Konya 2001, s.18-21
2- ES Selçuk, Konya Yemekleri, Konya, 1966 3- YARDIMCI Saime, Konya Mutfağı'ndan