Beldelerimizden İnsan Yüzleri

Fotoğraf çantamı sırtlayıp düşüyorum yola. Kimi zaman bir zirveye, kimi zaman bir köye ya da tarihin peşinde, bir ören yerine. Deklanşöre bastığımda o kare sonsuzlaşıyor. Gezdiğim, ayak izimin kaldığı her yeri büroma taşıyorum. Sonraki günler çektiğim karelere her baktığımda yeniden yaşıyorum o anı. Kimi zaman bir kelebeği çekmişimdir, kimi zaman bir güz günü sapsarı bozkırı. Hangi yöredir, hangi beldedir silinir gider kafamdan. Ama bir şeyi hiç unutmam, insan yüzlerini. Görüntülediğim her yüzün ayrı bir öyküsü vardır. Yanlarına sokulup, bir merhaba demişim, acılarını sevinçlerini paylaşmışlardır benimle. Kuru ekmeklerini paylaşmışlardır. Bu yüzden albümleri, karıştırırken yeniden dertleşirim onlarla. Kuru bazlamalarına, yufkalarına ortak olurum.
Bir beldeye yolum düştüğünde ilk kaygım iyi fotoğraflar çekmektir. Ama ondan önce o insanlarla dost olmaktır. Her belde de insanların toplandığı, yarenlik ettiği yerler vardır. Bu kimi yerde bir kahvenin önü, kimi yerde bir caminin önü, kimi yerde asırlık kocaman bir ağaç kütüğü. Dostça bir selamımız yeter onlara. Bütün kaygınız fotoğraf çekmekse istediğiniz kadar çekebilirsiniz artık. Ama fotoğraftan öte onlarla dost olmak istiyorsanız yarenliği koyulaştırıp onların yüreklerindekini, kendi yüreğinizdekini paylaşabilirsiniz. İnanın bundan sonra çekeceğiniz fotoğraflar çok daha güzel ve anlamlı olacaktır.
Orada yapmayacağınız tek şey, insanlara bir merhaba demeden onların fotoğraflarını çekmektir, en kötü kareler böyle çekilmiş karelerdir. Fotoğraf, doğa ve tarih gezileri başlı başına güzel bir olay. Bundan daha güzeli, fotoğrafın ve gezilerin benim için en güzel yanı, diğer insanlarla iletişim kurmamda bir araç olması. Bu sayede yüzlerce insan tanıdım. Neredeyse her belde de, her köyde, bir dostum, bir canım oldu. Kimini daha doğdukları günde tanıdım, kimi her daim yolumu bekleyen can dostlarım oldu.
Karadağ'da çoban Kadir'i, tipili bir günde tanımıştım. Karadağ'ın eteğinde bir düzlüğe oturmuş yemek yiyorduk. Kadir çıkıp gelmişti yanımıza keçileriyle. Onu zorla oturtmuştuk soframıza. Vedalaşırken " bir daha gelişinizde benim konuğum olun " demişti. Bir dahaki sefer onun konuğu olduk. Volkan çukurunun içindeki kulübesinde bize mükellef bir sofra hazırlamıştı. Bir keçisini kesmiş, bulgur pilavı pişirtmiş, ayran yaptırmıştı. Yemek arasında kaç keçisi olduğunu sormak gelmişti aklıma, kırk demişti. O, kırk keçisiyle bütün bir yıl nafakasını çıkarıyordu ve biz kırk keçiden birini yemiştik. Kaşığı bir daha alamamıştım elime. Kızı Kader vardı, dört yaşlarında. Volkan çukurunun içinde, keçi ve oğlakların arasında bir başına büyüyordu. Yaşıtı hiç arkadaşı yoktu. Ürkek bir keklik gibiydi. Hiç sokulmuyordu yanımıza. Onu her gördüğümde " Adın Kader olacağına, kaderin kader olsun " diyordum içimden. Karadağ'a her gidişimizde Kader' in biraz daha büyüdüğünü görüyorduk. Kadir'e yalvarıyorduk onu okutması için. Kadir bizim ısrarlarımız üzerine Arıkören'den bir ev almış, Kader'i okula yazdırmış. Bunun bedeli de otuz keçi olmuş. Kadir şimdi kalan dokuz keçi ile evi geçindirmeye, Kader'i okutmaya çalışıyor. Kader şimdi kocaman oldu ve yolum ne zaman Karadağ'a düşse koşup boynuma sarılıyor.
Derbe'ye ne zaman yolum düşse büyük küçük herkes boynuma sarılır hısımımız gelmiş, diye. H. Hüseyin Amca oğlunun düğününe çağıracaktı, son gidişimde yaslı eşi boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Onun bir oğlu ya da yakın bir hısımıydım sanki. Dizinin dibine oturdum. Makineyi çantama koydum, o anlattı ben dinledim. Oğlunun sorunları varmış, intihar etmiş. Onun dertlerini dinlemekten başka bir şey gelmiyordu elimden, bu kadarı bile yetiyordu yaşlı kadına.
Eğrigöl'de bir yaylaya çıkmıştım. Yıkık dökük bir tolun önünde yaşlı bir kadın karşılamıştı. İçerde genç kızlar yufka açıyorlardı. Deli dolu bahar günleriydi. Yufka, yeşil soğan, yumurta, ayran ikram ettiler. Tolun damında oğlaklar oynaşıyordu. Sanki yıllardır birlikteymişiz gibi sofralarına konuk oldum. Akşamın geç bir saatinde ayrılmam gerekiyordu. Yaşlı kadın ısrar ediyordu " çay içmeden salmam " diye. Zamanım yoktu çay içmeye. Ertesi yıl aynı yaylaya yine yolum düştü. Yaşlı kadın yolun kenarında dikiliyordu. Ayaklarının dibinde bir semer vardı. Eşeğini kurtlar yemiş, semeri köyüne gönderecekmiş. Yüzüme baktı baktı sonra, " sen geçen sene çayımı içmeyen adamsın " dedi.
Bozkır'ın yoksul bir köyü Kuşça. Çeşmenin başında onlarca kadın su sırası bekliyordu. Serçe parmağım kadar bir su akıyordu çeşmenin ülüğünden. Bir gün önce bir cenazeyi yıkamak için Bozkır'dan tankerle su getirmek zorunda kalmışlar. Daha sonradan anlatmaya başladılar sıkıntılarını. Onca dertleri arasında açlığımı sorup, gölgelik bir yer gösteriyorlardı oturup dinlenmem için.
Eğrigöl'de akşam alacasında bir yayla evinin kapısını çaldık dört arkadaş. O akşam konukları olacağımızı söyledik. Hiç tereddütsüz kabul etti adam. Oturduk neden oralarda olduğumuzu anlattım. Çocukları meraklı bakışlarla dolanıyordu çevremizde. Eşi çıkıp geldi içerden. Adam hemen sofra kurmasını söyledi. Dedemli'den aldığımız balıkları çıkardık torbamızdan. " Başka şeye gerek yok, yalnızca balıkları pişirelim yeter " dedik. Adam ısrarlıydı. " O zaman bulgur pilavı ve ayran yapalım " dedim. Onlar balıkları yedi, biz bulgur pilavını. Doyumsuz bir gündü. Sabah aileyi rahatsız etmeden Eğrigöl'e gitmek için erkenden kalkmıştık. Ama onlar bizden önce kalkıp çayı koymuş, sofrayı kurmuşlardı bile.
Beldelerimizde insan yüzleri hep sıcak, hep konuksever. Sıcacık bir merhabanız gönül kapılarını açıveriyor. Onlarla birlikteyken ne yüzünüzü buruşturun ne ikramlarını geri çevirin çünkü o güzelim yüreklerini incitirsiniz.

Hiç yorum yok: