Sille'yi Yeniden Tanımak ve Yaşamak

Güneşin yüzümüze karalar çaldığı mevsimi yaşıyoruz. Daha birkaç hafta öncesi, soğuğa sırt çevirip sobamızın ılık davetine icabet ediyorduk. Zaman öyle hızlı akıyor ki… Bu akışa aksi bir hareketle zaman çarkını tersine sardırıyorum. Bu geri sarış, yarım asra yaklaşan bir zaman öncesinde son buluyor.1960'lı yıllar… Konya ayazının ustura izlerini yüzlerinde taşıyan bizler, boz toprakların boz benizli çocukları, dört gözle Hızır günlerini beklerdik. O zamanlar, Amerika'yı Şahin Sineması'nın renkli sinemaskop, İstanbul'u Yeni Sinema'nın siyah beyaz film karelerinde tanımış bizlerin, ilme'l-yakîn iki egzotik coğrafyasından biri Meram, diğeri de Sille'ydi. Zira buralar, Konya'dan ibaret bir dünyanın yağmur ormanları kuşağıydı. Dahası buralar, suyu bardağın dışında görebileceğimiz nadir alanlardı. Hoş, demiryolunun hemen kenarından geçen kanal da vardı; lakin Şeker Fabrikasının atık sularını nakleden bu kanalın en berrak akışında bile içinde cıbıldadığımızda boz bulamaca bulanmış gibi olur, mırık kokusundan birkaç gün arınamazdık.Sevgili anacığımın beyin yıkama seansları kertesindeki “Aman oğlum su kenarlarından uzak dur, boğulursun.” uyarılarından çok, hangi çay veya kanalda sözüm ona- yüzersek yüzelim yüzümüz amelimizi ifşa ettiğinden, babam tarafından 'kaşağılanma' korkusuyla yüzme sefasından uzak durmaya çalışırdım.. Ama Meram'a yahut Sille'ye sade yüzmeye gidilmezdi ki… Buralara gitmekle atılmış olan taşın vurduğu ikinci kuş ta çağla çapuluydu. Zamanın bahçe sahiplerinin, bahçe duvarlarının üstlerine yanık yağ dökme gibi ilginç önlemleri dahi bizi hırsızlığımızdan caydıramazdı. Elimizin yüzümüzün, üstümüzün başımızın yer yer yanık yağa bulanmasına aldırış etmezdik. Çünkü mekanik toz temizleyiciler gibi Konya toprağı vardı nasıl olsa…O yıllarda Sille gerek kendi coğrafyasında gerekse Alaaddin Tepesi'nin kuzeydoğusuna düşen mahallelerde olanca canlılığıyla yaşardı. Titizlikleri, ahçılıkları ve “Mah canım!” lı sevecen ünlemleriyle Silleli teyzeler… Onlar sayesinde bol bol yiyebildiğimiz taptaze ya da kurutulmuş leziz balıklar… Kiliseleri, üst üste evleri, daracık taş döşeli sokakları, insan eseri mağaralarıyla Sille…Sevgili Ahmet Kuş ve İbrahim Dıvarcı'nın Feyzi Şimşek'le birlikte hazırladıkları “Sille Fotoğraf Albümü” bakın bizi nerelere aldı götürdü? Ancak, çıktığımız bu yolculuk öyle kolay kolay bitecek gibi de görünmüyor. Zira albümü oluşturan her bir fotoğraf, beynimizin zaman örümceğinin ağlarıyla kaplanmış dehlizlerindeki hatıra kırıntılarını onca yıldan sonra yeniden gün ışığı ile buluşturuyor. Bırakın tarihe, sanata belge sunmalarını, sade yaşattıkları nostaljiden dolayı bu sanatçılarımız alınlarından öpülmeli, Selçuklu Belediyesi kutlanmalı.Elbette ötesi de var…Her bir fotoğrafta, sıradan bir coğrafya, alelade bir yapı, basit bir yapı elemanı diye önemsemediğimiz ortam ve objelerde, Yüce Yaratıcı'nın harikulâde sanatı ile O'ndan beslenen kullarının hayranlık uyandıran maharetini açığa çıkarmışlar. Zaten sanatçıyı sıradan insanlardan ayıran da bu haslet değil mi? İnsan güruhunun fark edemediği nüans ve detaylardaki güzellikleri bir bir avlayarak estetiği açığa çıkarmak… İşte, bu gez, göz, arpacığın mükemmel uyumuyla çekilen resimler, fotoğraf enstantaneleri olmaktan çıkıp empresyonist tablolara dönüşüvermişler.Bu albüm üzerine daha pek çok güzel lâkırdılar edilebilir. Ancak Sille gibi sıra dışı bir tarih ve coğrafya, “Sille Fotoğraf Albümü” gibi olağanüstü bir atlas varken ağız ve kalemden çok göz ve gözlüğe ihtiyaç olmalı değil mi?..Anlaşılan, “Şu Sille'den gece geçtim görmedim” hayıflanması, bundan böyle bu ünlü Sille türküsünün esprisi sınırları içinde yaşamaya mahkum olacak. Zira ben, biricik Sille'mizden bu kez, elimde bir “Sille Fotoğraf Albümü” ile geçtim. Tabiatıyla hep bakıp da görmediğim Sille'yi yeniden tanıdım/yaşadım.

Hiç yorum yok: