Konya, Hz. Mevlana ve Sanat

Yedi asrı aşkın zaman önce, mânâ ve mâneviyat semâmızda doğan bir güneş gibi dünyamızı aydınlatan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, bugünde sayıları yüzbinleri bulan sâlik ve sevenleriyle gönül kubbelerine ışık saçmaktadır. Yeşil Kubbesi ise yedi asırdan beri yeryüzünün ünlü yerlerinden biridir. Gerek batının, gerekse doğunun nice ünlü kişileri onun aziz hatırası önünde teslimiyetlerini dile getirmişlerdir. Zamanımız dünyasında insanın en büyük ihtiyacı ruhi özleyişlerini tatmin etmek veya başka bir deyişle gönül huzuruna sahip olmaktır. Mevlânâ'ya artık şeklen değil, ama kalben bağlı olanlar kendilerini tatmin etmiş görüyorlar. Bu husus 21. asır Türkiye'sinde en değerli ruhî kazançtır. Bunun ispatı 730 yıllık Mevlevi medeniyetinin rehber, düstûr ve kitaplarının revaçta olmasıdır.
Mevlevilik mi?... Hayır, Mevlevilik kültürü yalnız Türk halkı değil, bütün milletler aydınlandığı ölçüde, Mevleviliğin ruhî irfan ve asâletini benimsiyor. Mevlânâ hakkındaki çeşitli yayınların çokluğu ile her sene Konya ve çeşitli illerimizde, hatta Batı'da yapılan ihtifaller ve semâ gösterileri bunun misâlidir. Peki neden?
Zamanımız dünyasında insanın en büyük ihtiyacı, ruhî özleyişlerini tatmin etmek veya başka bir deyişle gönül huzuruna sahip olmaktır. Bu hususu kimi insan kendi terbiye bilgi ve görgüsünde; yahut kendisinden sonra gelecek nesillerin bile gönüllerini tatmin edebilme yaradılışına sahip kimselerin manevî kudretinde bulunur. Kimi insan da bunları ve kendi aslındaki güzellikleri anlamaktan yoksun, manevî sandığı yanlış yollar sapar. İşte o zaman, günümüzün medenî ve ahlâkî görüşlerine ters düşen ölçüsüz ve üzücü durumlar orta ya çıkar.
Mevlânâ'ya artık, şeklen değil, ama kalben bağlı olanlar kendilerini tatmin olmuş görüyorlar. Bu husus XXI'nci asır Türkiye'sinde en değerli ruhî kazançtır. Bunun ispatı, 730 yıllık Mevlevi Medeniyetinin rehber, düstur ve kitaplarının revaçta olmasıdır.
Büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddin Rumi'nin :"KONYA şehrine «Medinetü'l -Evliya (Veliler şehri) lâkabını veriniz; Çünkü, bu şehirde her kim dünyaya gelirse veli olur. Nihayet bütün dünyadan mânevi erler bu tarafa yöneldikçe burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeğe heves edecekler...
Evet; Vallahi bizim Konya, çok mes'ûd ve mübarek bir şehirdir. Bizim mübarek türbemiz, büyük Mevlânâ Bahaeddin Veled'in kemikleri, çocuklarımız bizden sonra gelenler, muhiblerimiz ve arkadaşlarımız bu şehirde bulundukça, bu ülke zeval bulmayacak ve bu ülkeye yabancının atının ayağı basmayacak; bu kavmin üzerine düşman kılıcı çekilmeyecek ve düşman kan dökmeyecek ve tamamıyla harap olmayacak; boş da kalmayacaktır.
Ve daima şehrin halkı, mübarek türbenin hareminden emin ve mes'ûd olacaklar; zamanın fertlerinden gece ve gündüzün değişmelerinden salim kalacaklardır." şeklindeki himmet ve himayelerine de mazhar; Anadolu Selçukluları'nın başkenti, Anadolu erenlerinin pây-ı tahtı olan KONYA'nın Hz. Mevlânâ Okyanusundan: Âlimlerin Sultam Bahaeddin Veled, Mâde-i Mevlânâ, Şems-i Tebrizi, Şeyh Salahaddin Zerkûbi, Ahi-Türk oğlu Çelebi Hüsameddin, Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi, Eflâki Dede, Şeyh Sadreddin-i Konevi, Âteş-bâz Veli ve bunlar gibi... Bu kadar büyük ve çok sayıdaki ulu önderlerin fazilet ve meziyetlerini dile getirmek, daha birçok cildi teşkil edecek zenginliktedir. Ne var ki biz, büyük kısmını satırlara tevdi ederek, bir kaçını bu satırlarımızda sunmayı tercih durumunda kaldım. Değilse, Konya'lı Âşık Şemi'nin:
"Evliyasın eyleyim dersen eğer bir hesap
Eylesem icmal tafsilin olur bin cilt kitap" şeklinde mısralaştırdığı gibi, onlara lâyık bir eser, daha uzun yıllan ve maddi imkanları gerektirmektedir.
KONYA METHİYESİ
Aşk u şevkle kurulmuştur binası Konya'nın
Anın içün bâd-ı Cennettir hevası Konya'nın
Hıcrile mahrûbunu kılmış müzeyyen aşıkı
Davet etmiş destine almış Hüdâsı, Konya'nın
Hor gezer âdemleri emmâ veli irfan olur
Hafizı gayet çeri, âlimleri umman olur
Hasılı bir katre âbın nûş eden arslan olur
Galiba toprağının bu iktizâsı, Konya'nın
Açtı candan yâreyi gûş eyledik neyle kudüm
Biz anın dervişiyiz inkârımız yok bil - umûm
Şah-ı kutb'ul arifin'dir Hazret-i Mollâ-yı Rûm
Şüphesiz makbûl-u Hak'tır evliyası, Konya'nın
Bülbül elhan eylemez bu beldede vakt-ı seher
Zikr-i Mevlânâ' ya mani olmuş ol mürğ meğer
Heft-i kişverde hezârân âşık «Yâ Hû» çeker
Zümre-i nadan değildir mübtelâsı, Konya'nın
Evliyasın eyleyim dersen eğer bir bir hesap
Eylesem icmal tafsilin olur bin cilt kitab
Sen de eyle bâb-ı Mevlânâ' ya durma, intisâb
Ordadır âşıkların açık livası, Konya'nın
Konya'da Eflâtun misâli vardır çok rical
Gösterir Âyine-i İskenderî'den hûb cemâl
Bulunur civâr-ı Mevlânâ'da erbâb-ı kemâl
Her şebin, rûz eylemiş Şems-i ziyası, Konya'nın
Kış olunca donanır ahbâbile vahdet - haneler
Kurulur pazar-ı aşk ma'mûr olur kâşaneler
Sem'i aşkın yakar pervâz eder pervaneler
Yaz olunca var Meram üzre safâsı, Konya'nın.
- Konyalı Âşık Şem'i -
Hz. Mevlânâ 730 yıldan beri fikir ve felsefesi ile insanlığa ışık tutan büyük bir şahsiyettir. İslâm prensiplerine bağlı kalarak, yorumlarını hoşgörü ve insan sevgisi üzerine yoğunlaştırmış insanlığa ölümsüz eserler bırakmış bir Mutasavvıf tır.
Her devrin bir tanelerinden olan, insanlığın piri Mevlânâ, sadece Mevlevilerin değil, büyük insanlık ailesinin tamamının yol göstericisidir.
Herkesin bir alacağı var onda; herkes kendisini bulur onda! O öyle bir derya ki, herkes yunur yıkanır onda.
Hz. Mevlânâ 1207 yılında Belh' te doğdu. 1228 yılında babası Bahaeddin Veled ile Konya'ya geldi. Devrin en büyüklerinden ders gördü. Şems-i Tebrizi ile görüşmeleri oldu, kendisini geliştirdi. İnsanlar evreni dışarıda görürken Mevlânâ içten görmeye başladı. Yani aklın ötesindeki aşkı buldu...
Mevlânâ' ya göre "beden bir kalıp ve fanustur.,, " Ona hayat veren Canandır. Bedendeki ruh, fanustaki mum gibidir."
Mevlânâ fikir özgürlüğüne olağanüstü değer vermiştir. "Eğer konuşmak ve yazmak istiyorsan çekinme endişe etme, korkma. Çünkü biz senin ağzınla konuşur, kaleminle yazarız." Ey akıl sen mi daha iyisin? Bilgide görüşte sen mi daha üstünsün yoksa her an yüzlerce akıl, yüzlerce görüş belirten mi? Sözleri bunu kanıtlamaktadır.
Mevlânâ, sanata oldukça önem vermiştir. Sanatı mabede sokmuştur. Sanatı ibadetten saymıştır. Yaşamın her anı; şiir, musikî ve semâ'dır. «Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra iş gelir. Ey akıl sahibi, sanata çalış fakat o sanatı ehil olan kerem sahibi ve temiz kişiden öğren. İnciyi sedefin içinden ara, sanatı da sanat ehlinden iste.» şeklindeki sözleri sanatla ilgili düşüncesini anlatmaya yeter.
Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevi adlı eseri Farsça olmasına rağmen, bütün şiirleri ruh itibariyle tam Türkçe'dir. Anadolu'da yalnız klâsik zevkin değil, klâsik musikinin, raksın, özetle Türk estetiğinin temsilcisidir." demiştir.
MEVLEVÎLİK HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ:
Mevlevîlik, İslami kaideleri iyi karşıladığı ve İslamiyet kadar eski an'anelere sahip 12 tarikat'tan biri olup, 7 asırlık bir tarihe sahiptir. Hz. Mevlâna'nın 1273 de vefatından sonra Konya'da, oğlu Sultan Veled tarafından, babasının felsefesi sembolleştirilerek kuruldu. Usûl ve erkânı sınırlandırıldı. Mevlânâ hanedanının erkek tarafından gelen ve Çelebi denen erkânı, sırasıyla ve dürüst şartlarla tarikat'ın Şeyhliğini ve şifahî tüzüğünü devam ettirdiler. Konya'daki Dergâh'da “SERTABBAH” (Aşçıbaşı) denen ve baş mürşîd sayılan Dede'lerin yanında binbir gün çile çıkarıp pişen (olgunlaşan) dervişler,merkezin onaylaması ile herhangi bir şehirde tekke açıp şeyhlik yaptılar.
Mevlevîlik hem halka ve hem de aydınlara açık bir tarikattı. Gayesi, insanın doğuşundaki iyi tarafları olgunlaştırmaktı. Tekkelere bağlı dervişler, dedeler ve şeyhlerin rabıtalı, İslami disiplin sahibi, bilgili ve örnek insan olmaları cemiyeti memnun eder, onlar gibi olma yollarının kendilerine her zaman açık olmasından sevinç duyarlardı. Mevleviliği intisabının yegane şartı İslâm şeriatına uymak ve Mevlevîliğin hususî kaidelerine riayet etmekti. İçine Mevlevî'lik ateşi düşüp dergâhlara koşan kimseye üç yol açıldı.
1-Çile çıkarıp Dede olmak dileyenlere: “Dervişlik kolay değil, demir leblebidir. Ne çiğnenir, ne yutulur. Yol uzundur, tam binbir gün. Yoruldum demeden söyleneni yapacak, her şeye “Eyvallah” diyecek ve kimseden şikâyet etmeyecek, denirdi.
2- Yalnız semâ'a girip derviş olmak isteyenlere, Mevlevîlik örf ve adetinden çıkmadan, kâinatın seyrine uyup semâ etmek ve dervişlik vecibelerini yerine getirmek düşerdi.
3- Dede veya derviş olmak gayesiyle değil de, onların arasında bulunup ruhî, hallerinden istifade etmek. Mevlânâ'nın sohbetlerinden feyiz almak ve onların kaidelerinin haricine çıkmamak üzere intisa edenlere ise Mevlevili seven anlamına “Muhib” derlerdi.
Bunların her üçüncü bir arada yapmaya karar verip sebat edenler çoktu. Hayatları boyunca Mevleviliğin yüksek içtimaî ahlâkını sürdürürler ve cemiyette özel kıyafetleri ile görünmeseler bile hal ve tavırlarıyla Mevleviliklerini yalnız lisanen değil şahsiyetleri il belli ederlerdi. Ciddiyet, vazifeşinaslık ve dürüstlükle ruhî tekâmülde zamanlarında cidden örnek olmuşlardır.
Mevlevî tekkelerinin en yoğun olduğu yer İstanbul'du. Adeta burası Mevlevilik merkezi idi. Münevverler ve her sınıf halk, aradıklarını burada buluyorlardı. Bu tip yerler âdeta birer sanat akademisi idiler. Daima ilerleme gösteren Türk Musikisini burada dinleyip anlıyor, edebiyat meraklıları aradıklarını burada buluyorlardı. El sanatları ile meşgul bazı dervişler, eğer Dede iseler kendilerine tahsis olunan odalarda güzel yazı (hüsn-ü hat), kalem maktaları ve bazı fil dişi oyma işlerini meraklı olanlara belirli günlerde öğretiyorlardı. Mevleviler feyz'in yani ruhî inkişafın bir keramet olduğuna inanırlardı. Dergâha giren en cahil insan bile her hususu anlamaya çalışır, edeble konuşmasını öğrenirdi. Mesnevî takrirlerini dinler, İslâmî terbiye ve ruh âlemimizden irfan hissesini alır, cemiyette dürüst ve seçkin bir insan haline gelirdi.
XIX uncu asrın ortalarına doğru tekkelerde Şeyh'lik babadan oğla geçmeye başladı. Bu durumu, kâmil, fâzıl ve bir büyük zât olan Kuşadalı İbrahim Efendi şöyle değerlendirir: “Artık tekkelerden feyz kalktı”. Bu söz tekkelerin sonunun geldiğini belli ediyordu. Nitekim kapandı tekkeler ). Fakat Mevlâna'nın 730 yıl önceki bir sözü gerçekleşmiş ve Konya'daki Hz. Mevlâna Âsitânes, kapanmamıştır. Hâlâ gönüller onun sevgisiyle dolup taşmaktadır. Eskiden Mevleviliğe ait yayınlar bugünkü kadar çok değildi. Tarikatın ruh ve mânâsı gönüllere pek kolay aktarılamıyordu. Mevlânâ'nın neslinden gelen Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk ve emsâlinin ilk teşebbüsleriyle bu konu da yayın yolu açıldı. Bugünün nesli eskilere nazaran Mevlânâ'yı daha iyi anlayabiliyor. O'nun cemiyet yaşayışında saadet yolunu açan fikirlerine sahip oluyor. Artık Mevlevîliğin ihyaya lüzum yoktur. Ama hepimize, hiçbir garaz ve ivazı olmayan Mevlânalık yolu açılmıştır. Bu kolay ve külfetsiz bir yoldur. Hem zamanımıza da çok uyar.ortaya koyduğu ruhî ve ahlaki kaideler o kadar yenidir ki. Kendisini bu yolda yetiştirmeye çalışacak olanlar bunun ne kadar doğru olduğunu anlayabilecek seviyeye varmışlardır. Biz bugünkü müspet anlayışla Mevlânâların çoğalmasını istemekteyiz. Bunlar herhangi bir tekkeye bağlı olmadan, asrımıza en uygun, sevgi ve bağlılık yollarıyla herkese açık ilerleme yolunu tutmuş kimseler olmalıdır. Herkes nasıl bir kudret-i külliyeye bağlı olduğunu, kendi iç hüviyetini görebilmelidir. Uzay ve atom devrinde bunu benimsememiz, kolaylıkla tekâmül etmemizi sağlayacaktır.
MEVLÂNA'NIN HAYATINA BİR BAKIŞ:
Mevlâna Celâleddin-i Rûmi cidden değerli bir anne baba'dan 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde doğmuştur. Nüfusu tamamen Türk olan Belh'de babası Sultan-ül Ulemâ Mehmed Bahaddin Veled, çok sayılan ve sevilen bir âlim olup, Soyunun Hz. Ebubekir'e dayandığı söylenir. Annesi ise Harizmşahlar sülâlesinden gelir. Sultan-ül Ulemâ, oğlu Celâleddin 5 yaşında iken Belh'den ayrılır. Hicaz'a Şam'a giderler ve Diyar-ı Rûm'a (Anadolu ya) gelirler. Malatya ve Erzincan'a oradan da Karaman'a gelip yerleşirler. Karaman'da Mevlânâ'nın annesi ölür ve buraya gömülür. Son Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubat'ın dâvetiyle Konya'ya gelip yerleşirler. Bahaeddin Veled hayatı boyunca muhafaza ettiği Sultan-ül Ulemâ'lık payesi ile Konya'da müderris olur ve bu medresede, otururlar. 1231 de Sultan-ül Ulemâ ölür ve şimdi gömülü bulunduğu yere defnedilir.
Mevlâna Celâleddin, etrafında bulunanların ve bu arda Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî'nin gayret ve irşâdları ile tasavvufa meyleder, bilgisini genişletir. 1244'de Konya'ya gelen Tebriz'li Şemseddin ile karşılaşırlar.
İkisi uzun süre ilâhi sohbetlerde bulunurlar. Hayatı Mevlevilik yolunun esasları olur. Bu tarikatı oğlu Sultan Veled kurar ve teşkilâtlandırır. Mevlâna'nın ilk halefi Hüsameddin Çelebidir. Sonra onun yerine oğlu Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Arif Çelebi geçerler. Mevlâna görünen hayatından 1273'de ayrılmış ve babasının yanına gömülmüştür.
Mevlânâ'nın en büyük eseri, 25618 beyitli altı cilt Mesnevîdir. Ayrıca kırkbini aşan beyitli Divân-ı Kebir'i, Fih-i ma-fih'i ve kendisinden feyz alanların topladığı Yedi Meclis adlı eserleri vardır. Mazbut esaslara, Kuran-ı Kerim'e ve Peygamberimizin hadislerine bağlı ahlâki yorumlar, fıkralar ve menkıbelerle dolu olan Mesnevî, Türkçe'ye Süleyman Nahilî tarafından manzum olarak çevrilmiştir. Nicholson tarafından İngilizce'ye ve sonra diğer Avrupa dilerine tercüme edilmiştir. Ayrıca dilimizde bir çok değerli şahsın tercüme ve şerhleri vardır.
Mevlânâ'nın hâtıraları ve menkıbeleri, vefatından sonra oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ârif Çelebi'nin Ahmed-i Eflâkiye telkinleriyle toplattırılmış ve Farsça olarak yazılmıştır. Sonra bu ve emsali toplamalar aynı dilde kısaltılarak “Sevâkıb-ı Menâkıb” (Menkıbelerin Yıldızları adlı bir eser meydana getirilmiştir. Farsça yazılmış olan eser Türkçe'ye Mesnevihan Mahmud Dede tarafından XVI. ncı asırda açık ve güzel bir dil ile tercüme edilmiştir. İleride tekrar temas edeceğimiz gibi, bu tercümenin müteaddit yazma nüshaları mevcuttur, resimli nüshası ise iki tanedir. Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver bu eserin Amerika'da Morgan Library'deki ve Topakı Sarayı Kütüphanesindeki iki resimli nüshası ile, Eczacı Uğur Derman'da bulunan bir resimsiz nüshasını karşılaştırmıştır. Gönül isterdi ki Sevâkıb-ı Menâkıb'ın başka resimli nüshaları da bulunsun. Eser ve tercümesi hakkında gerekli malûmatı bundan sonraki bölümde incelediğim için burada tekrara lüzum görmüyorum. Mevcut olan 22 resim zaten eserin ruh ve manasını açıklamaktadır. Cumhuriyetimizin 81.nci yılında, Anadolu Türk-İslâm mistiğinin en büyük temsilcisi olan Hz. Mevlâna, sanki zamanın üzerinden aşarak günümüze varıyor ve istikbâle bakan dinamik Türk Gençliği'nin mânevi desteği oluyor. “MUASIR MEDENİYETE” erişmenin gerekçesini hazırlıyor. Bu açıdan Cumhuriyetimizin 81. yılını idrak ettiğimiz bu senenin Hz. Mevlâna'nın ölümünün 731.inci yılına tesadüf etmesi, mânevî birliğimizin bir ifadesi olarak karşımızda durmaktadır.
Zuhurunun şiddetinden gâib olan yüce Allah'ın rahmetinin ne önü var, ne sonu var! O önü ve sonu olmayan rahmet kapısına gel de : melekler âleminde melekler gibi kanatlanıp uçmak istersen.
İkliminde, büyük insanlık ailesini, Allah'ın sevgilisi ve insanlığın Efendisi, evrenin erdemi Efendimiz Aleyhisselâm'ın rahmet şölenine buyur eden Hazreti Mevlânâ'nın gel çağrılarında:
Geel gel! Ne olursan ol gel! Neysen ne değilsen, hangi haldeysen gel ama, kirinden küfünden, pisinden pasalından, gizli ve açık her türlü şirk ve küfürden arınmaya gel!
Bizim dergâhımız umutsuzluk kapısı değildir. “Lâ tenetü min rahmetillâh, Allah'ın rahmetinden umut kesilmez!” mesajı yüklü değil mi a dostlar?
İnsanlığın piri Hazreti Mevlânâ, İrfan güneşi Şems'le bütünleşen Rahmânî sevgi sultanı Hazreti Mevlânâ, büyük insanlık ailesinin tamamının pîridir.
“Hemân aynı Muhammed'le Ali'dir. Şems ü Mevlâna”
Yâ Hazreti Şems, Yâ Hazreti Mevlânâ!...
Yâ Selâm!...
Yedi yüz yılı aşkın süreden beri dervişin damağına tat, aşıkın derdine ilaç; âriflere sertaç; hattatlara meşk, ressamlara renk, musiki-şinâslara ilham, daha nicelerine nice şevk, zevk v edestûr veren yüce Mevlânâ…
Yedi asırdan beri kapanmayan büyük kapı, sönmeyen ışık, susmayan ses, inmeyen perde; dinmeyen su; bitmeyen ders; eskimeyen kumaş; solmayan renk; olduran güneş, vardıran pîr, erdiren et, estiren yel; düşmeyen paha, bitmeyen söz, dönmeyen dost ve doyuran hamur; İşte Mevlânâ!...
Bunca uzun yıllar boyunca gerçek âşıkların sofrasının tası, aşının tuzu, ocağının közü, evradının özü, bedelinin gözü, daha her şeyi, her şeyi olan gönüller sultanı Mevlânâ…
Hz. Mevlâna:
Doğumu : 30 Eylül 1207 (G. Rebîul-evvel 604)
Doğum Yeri : Belh
Babası : Sultân'ul Ulemâ Baheddin Veled.
Anası :Mü'mine Hatun
Alimlerin Sultanı BAHÂEDDİN VELED: Dünyaya, Celâleddin Rumî gibi yüce şahsiyeti hediye eden, Mevlânâ'nın babası olan onuruna sahip, Mevlânâ'nn da böyle yüce bir Hak dostunun evlâdı olma şerefine nail olmasını sağlayan Sultan'un-Ulemâ Bahâeddin Veled Hazretleri, 1151-2 yıllarında doğmuştur. Babası Ahmed Hatibî oğlu Hüseyin Hatibî'dir. Yani cedden aydınlık bir soya mensuptur. Böylece, Hz. Ebû Bekir Sıdık (R.A.) Hazretlerine kadar ulaşır. Annesi, Ümmet'ullah hatun, Alâeddin Muhammed Harizmşah'ın kızıdır.
Mutlu ve kutlu hanımı, Hanefi fakihlerinden olup, birçok kitaplarıyla ün salmış bulunan Şems'ül-Emme Ebû Bekir Muhammed-i Serahsi'nin kızı Firdevs Hatun'un soyundan Mümine Hâtun'dur.
“Hakkın, velîleri iki türlüdür. Bazısı kibirli, bazısı mütevazi, bazısı korkunç ve heybetli, bazısı da sevimlidir. Büyüklüğü seven, heybetli ve azametli olan elinin kibrine “Kibriya” derler. Veli nefsi Ölmeden evvel ölünüz.” (Hadis) emriyle ölmüş ve yok olmuş kimsedir. O halde onun kibri, Tanrının sıfatı olan “Kibriya” dandır. Çünkü beşerî vasıflar, o velide artık mahvolmuştur. İnsanların kibirli olması, kötülenmiş olan nefislerdir.
(SULTAN VELED”)
“Rivayet ederler ki bir ceylânda, bir kurt evlenmişler ve bir çocukları olmuş. Müftüye “bunu kurt mu sayalım, yoksa ceylân mı? Onu kurt olarak kabul etsek, eti haram ve mundar olur. Ceylân desek helâl olur. Bunu hangisinden sayalım ve adını ne koyalım? Tereddütte kaldık “diye sordular. Maharetli müftü şöyle fetva verdi: “bunun hükmü mutlak değil, mufassaldır. Bu yavrunun önüne bir demet ot ve biraz kemik koyunuz. Eğer kemiğe meylederse kurttur ve eti haram olur. Yok eğer ota meylederse ceylândır ve onun eti ceylân eti gibi helâldir.”
“Bunun gibi Ulu Tanrı, o dünyayı, bu dünya ile, yeri gök ile karıştırdı, birleştirdi. Biz, bu her ikisinin çocuklarıyız. Eğer ilme meyleder ve kuvvetimiz, ilim ve hikmet olursa göksel ve helâl oluruz. Eğer yemeğe, uykuya ve cihanın nimetlerine, giyeceklerine meyledersek hayvânî ve yere ait oluruz.
(SULTAN VELED”)
Mâder-i Mevlâna Mü'mine Hatun, “Mederi Mevlânâ” Mevlânâ'nın annesidir. Cenab-ı Hakk'ın böylesine yüce bir şahsiyete anne olma şerefini nasip ettiği bu kutlu hanım, Belh Emîrî Rukneddin'in kızıdır.
Bu vefakâr ve asil hanım, efendisi Sultân'ul Elemâ Bahâeddin Veled Hazretleri ile birlikte mübarek görevi yerine getirmek, diyâr-ı Rum (Anadolu)'u ihya ve irşâd eylemek üzere, baba şehri Belh'den ayrılarak, Konya Larendesine kadar gelmiştir. Kutlu kafilenin buradaki günleri her bakımdan çeşitli hikmetlerle doludur. Çünkü Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbat'ın Karaman Nâibi Emir Mûsa, kendilerinin ufkunda doğan bu mübarek kafileyi şehrinde iskân edebilmek için her türlü çareyi ve imkânı sağlamıştır. Sultân-ul-Ulema için Karamanda özel bir medrese yaptırmıştır. Bahâ Veled bir taraftan bu medresede dersler verirken, diğer taraftan halkın gönül âlemi ile meşgul olmuştur.
O sırada evlenecek yaşa gelen Celâleddin'ini burada Semerkandlı Hoca Şerafeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile evlendirmiştir. (623H. 1226 M. ) Sultan Veled ve Alâeddin, bu izdivaçtan dünyaya gelmişlerdir.
Karaman'da geçen bu mutlu günlerde, Konya Sultanı Alâeddin'in, bu kutlu kafileyi Konya'ya yerleşmek üzere yaptığı dâvet de gelmiştir. Buna icabette bulunan Sultân'u-ulemâ, kafilesiyle birlikte Lârende (Karaman)'dan ayrılarak, Konya'ya gelip yerleşmiştir. Ama ne var ki, bütün bu mutlu ve surûrlu günlerde büyük bir acı olay, kafileyi teessüre sevk etmiştir. O da, Sultân'ul Ulemâ'nın kutlu eşi, Mevlâna Celâleddin'in yüce annesi Mümin'e Hatunun, Karaman'da vefat etmesidir. Bu sebeple, Karmandan ayrılış, kafilede böylesine büyük bir noksan ve acı hatıra ile olmuştur.
Mü'mine Hatun'un medfun bulunduğu türbe, Karaman'ın içindedir. Konya'ya 105 Km. mesafede bulunan Karaman, yüzyıllar boyunca Mevlevîler başta olmak üzere, bütün ehli tarikatçe önemli bir ziyaretgâh olarak ziyaret edilegelmiştir.
Türbe, “Aktekke” diye de anılır. Yanındaki cami ve derviş hücreleri ile bir zaviye durumundadır. Mü'mine Hatun'un ilk oğlu Alâeddin de yanında medfundur. Yakınlarında daha bazı ünlü Mevlevî şahsiyetler aydınlık bir devrin mubâret şahsiyetleri olarak, edebî uygularındadırlar.
Şems-i Tebrizî: Asıl adı ve künyesi “Melik Dâd oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddin” olan Şems-i Tebrizî, doğuştan yüksek kabiliyetlerle mücehhez, ilahî aşkın tesiriyle kendinden geçmiş gerçek hakikat ve mâna ehli erenlerdendir. Hicretin altıncı yüz yılında Tebriz'de doğmuştur.
Büyük eseri “ Mâkâlât” ı incelendiği zaman çok rahatlıkla görülür ki, o zamanın bütün yüksek İslâmî bilgilerine vâkıftı. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ilimlerinde geniş bilgi ve kültüre sahip olduğu gibi, dört mezhebin fıkhi görüşlerine de âşina idi.
İşte Şems-i Tebrizî, madde ve mânâsıyle böylesine yüce bir kişiliğe sahip bulunuyordu. Şems, Mevlânâ'nın Mevlânâ Şemsin her bakımdan en mükemmel sırdaşı olmuşlardır. Konya'da Mevlânâ ile karşılaşıp kucaklaşmaları iki marifet dünyasının bir birine karışması, birinin diğerinde yok olması anlamının taşır.
Şems'ler Mevlânâ'lar ve daha nice ulu şahsiyetler mezarlarının yerlerini, Mevlânâmız'ın diliyle şöyle belirtmektedirler:
“Ölümümüzden sonra bizi yerde arama;
Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”
Şems (Güneş)'i, birkaç metre karelik toprağa gömmeye çalışanlar, bu kadar emek ve gayretleriyle, onun da mezarının bulunduğu gönüllerin sahibi ârif kişilerin söz, fikir, prensip ve tavsiyelerine kulak ve gönül verseler ve bunu bütün insanlığa tanıtıp, tattırabilseler, inanıyoruz ki dünyanın rengi de, dönüşü de değişecektir.
Şeyh Salâhaddin Zerkûbi: Bu gün Hazreti Mevlânâ'nın sandukasının kuzeydoğusunda bulunan, “Huzur”'a baş koymuş sandukalardan biri de, büyük şeyh, Konyalı Salâhaddin Zerkubîyi sembolize eder.
Mevlânâ'nın babası Sultâ'ul-elemâ Bahâeddin Veled Hazretlerine ait tarihi sandukanın kuzeyinde yer almış olan bu sandukanın sahibi Salâhaddin Zerkûbi, Mevlânâ'nın gönül gülzarının bahçıvanlarındandır. Mevlânâ'nın gönül, ruh ve mânâ aleminde birbirinden nefis, birbirinden lâtif ince katmer güllerinin açılmasını sağlamıştır.
Âhi-Türk oğlu Çelebi Hüsameddin:
Büyük Mürşid Mevlânâ'nın : “Ey, Hakk'ın ışığı, faziletli Hüsâmeddin! Sen damarla nabızla, göklere ve yıldızlara ait bilgilerle ilgisi olmayan gönül hekimsin” şeklindeki iltifatlarına muhatap olmuş bir ricâlullahtır. Selâhaddin-i Zerkûbiyi kaybeden Mevlâna, teselliyi onunla sohbette, O da Mevlânâ ile sırdaş olmak da sefâyı bulmuştur.
SANAT'A GELİNCE:
Mevlelikte musiki: Çalgılardan rebab ve mesnevide sazlıktan koparılan ney, aslî vatanından ayrılan “Ruh”un timsalidir. Bununla Rabbine kavuşmanın hasretini çeken “insanî kamil” remzediliyordu.
Fildişi oymacılığı: Makta, fildişi veya kemikten yapılırdı.Kamış kalemin ağzı makta üzerinde kesilip ikiye çatlatılırdı.
Kündekârı: Ahşap, geçme, bindirme v.s.
Kat'ı lık: Kağıt oymacılığı sanatıyla oyma eserler yapılmıştır.
Saatçilik: Mevlevî saatleri de ayrı bir sanat eseridir.
Lisan Sanatı: Edebiyat ve şiirin Mevlevilikteki yeri çok önemlidir.

Hiç yorum yok: