Mevlana'nın Yörüngesinde Bir Ortodoks: Diamendi

Gören göz için her şey açık ve seçik; Arif olan, habbeden kubbeye kadar her şeyde Allah'ın gücünü, kudretini ve hikmetini seyreder.
Maddenin en küçük parçası atomdur. Çekirdeğinde artı (+) elektrik yüklü proton ve yüksüz nötronlar bulunur. Yörüngesinde ise eksi (-) yüklü elektronlar yer almıştır. Bu farklı yükler arasındaki çekim gücü, elektronları çekirdeğe yakın tutar.
Güneş sistemi de buna benzer. Enerji yüklü güneş, yörüngesindeki dünya ve diğerlerinin kendi aralarında ve hepsini birden kendi yörüngesinde birden devran ve seyran ettirir. Büyük bir uyum, ahenk ve huzur içerisinde.
Ve galakside, “ adeta dünyadaki kumsalları dolduran kumlar sayısınca güneşler vardır.” Hepsi de bu Sünnetullah'a tabidirler.
Hepsi de İlahi takdir ve talimata bağlı fiziki kanunlarla varlık, dirlik ve düzenliklerini sürdürüp gitmektedirler.
Allah'ın yüce kulları da atomun çekirdeği, seyyarelerin güneşi gibidirler. Merkez olarak, yörüngelerindeki varlıkları kendilerine bağlarlar. Meydana getirdikleri cazibe gücü ile onların feyiz, inabe, ilham ve ihsan olarak vakt-i mevuda kadar devir ve seyirlerini temin ederler.
“ Sağ olduğu sürece Kur'an-ı Kerim'in kölesi; seçilmiş Muhammed (A.S)'ın yolunun toprağı olmayı” kendisi için en büyük sıfat ve şeref olarak kabul ve ilan eden Mevlana'nın yörüngesinde de bir çok insanlar yer almıştır. Doyulmaz cazibesine katılarak, etrafında pervaneleşen bu değerli insanların hepsi de Mevlana'nın çağlar üstü; zaman ve mekanlar ötesi ulvi mesajlarına gönül vererek yetişmişlerdir. Sonunda hem olgunlaşmışlar, hem de olgunlaştırmışlardır.
Mevlana'nın cazibesine kapılarak onun yörüngesine yerleşenlerden birisi de Diamendi'dir.
O, bir Ortodoks Hıristiyandır. 1888 yılında Kayseri / Talas'ta doğmuştur. Baba Yuva başta olmak üzere bütün aile koyu dindardırlar.
Diamendi, işte böyle bir ortamda dünyaya gözlerini açmıştır. İlk, orta ve liseyi Kastamonu'da bitirir. Edebiyata son derece kabiliyet ve hevesi vardır.
Ortodoks Diamendi, ondört yaşında iken büyük bir inkılap yaşar. Bu olay, onun hayatında bir dönüm noktası bir “Milat”tır.
Ruh dünyasındaki bu büyük olayı kendisi şöyle anlatır. “ İdadi'nin üçüncü sınıfında iken şiire ve Mevlana'ya karşı derin bir merak, heves ve aşkım belirmişti. Farsça Hocamız Osman Efendi, Mesnevi-i Şerif'in ilk on sekiz beyitini vermişti. O, halim, selim bir insandı. Fakat aşk adamı değildi. Kendisinden aşk ötesinin kıvılcımları yayılmıyordu. Ortada büyük bir yayılma vasıtası olmadığı halde, bilmem nasıl olduysa, bir alev parladı. Sanki Mevlana'nın adını daha önce tanıyordum. Hiç yeni duymuş gibi degildim; Evvelden bildiğim, hatta aşık olduğum birisinin adını işitmiş gibi olduğumu hatırlıyorum. O andan itibaren büyük bir yangının alevleri içindeydim.”
“ Mevlana” adı ve gönüller fetheden mısraları Ortodoks Diamendi'nin maneviyat dünyasında büyük bir deprem meydana getirir. O muazzam sarsıntı onu, kendine getirir. Bütün benliğiyle ona kilitlenir kalır. Gece, gündüz bütün yaşantısında sadece Mevlana vardır. Onun manevi cazibesine kapılmıştır.
Mevlana, Konya'da ebedi uykusundadır, Hocası Seyyid Burhaneddin ise Kayseri'de. Mevlana'ya olan sevgi, saygı ve hayranlık duygularını tatmin etmek için Hocası Seyyid Burhaneddin'in türbesini ziyarete gider. Burada, Mevlevi Şeyhi Ahmet Remzi ( Akyürek ) Dede'yi tanıma bahtiyarlığına erer. Sohbetine dahil olur.
Günler bu aşk ve muhabbetle geçerken Diamendi bir gerçeği daha yakalar. O da Mevlana'yı daha iyi anlamak için Arapça ve Farsça'ya ihtiyaç vardır. Aşk, şevk ve azmin elinden ne kurtulabilir ki? Bir süre sonra her iki dili de öğrenir. Mevlana'nın eserlerini esas dilinden anlamak, kendisine yeni derinlikler kazandırır. Geniş ufuklar elde eder.
Ve nihayet bir gece muradına erer. Mana aleminde Hazret-i Mevlana'yı görme nailiyetine kavuşur. Koca Pir onu bağrına basmıştır.
Gördüklerinin sevinç ve heyecanı ile Diamendi, ertesi sabah Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman olur. Ama bunu kimseye söylemez.
Yüksek tahsil için İstanbul'a gider. Hukuk Fakültesinden başarı ile mezun olur. Bu sürede, Kulekapı Mevlevihanesi'ne devam eder. Şeyh Ahmet Celaleddin Dede'den feyz ve inabe alır.
Mahkeme katipliği ve avukatlığı yapar. Her aşık gibi o da şairdir. Şiirleri, İstanbul'un edebiyat çevrelerinde elden ele, dilden dile dolaşır. Herkesin hayranlığını celbeder.
Ve nihayet, 1942 yılında, aldığı manevi işaretle, hakikatleri dile getirme zamanının geldiğini anlar. Müslümanlığını ilan ederek, dininin vecibelerini açıkça yerine getirmeye başlar. Adı: “Mehmet Abdulkadir Keçeoğlu“ olmuştur. Şiirdeki mahlası, dostlar meclisindeki namı da: “Yaman Dede“, “Yanan Dede“ der. Eşi bu durumu kabullenemez. Kendi isteğiyle ayrılır. O da Hatice Hanım'la yeni bir hayata başlar.
Avukatlığının yanısıra İstanbul İmam-Hatip ve Çamlıca Kız Liseleri'nde öğretmenlik yaparak, vatan ve millete olan borcunu ödemeye çalışır.
“Diamendi”, Anadolu'da “Yemandi“ şeklinde telaffuz edilir. Ulu rehberi Ahmet Remzi Dede bunu "“Yaman Dede”'ye dönüştürür. O da şeyhinin bu takdir, tensip ve tercihini canla başla kabul eder. Bu isim giderek “Yanan Dede“ şeklini alır.
Yanan Dede'nin bir büyük özlemi, arzusu ve niyazı vardır: Efendisi Mevlana'yı ziyaret. Aylarca bunun aşkıyla yanar, yakınır. Nihayet bir gün aldığı manevi bir işaretle Konya'ya doğru yola çıkar. Adet olduğu üzre, önce Şems Zaviyesi'ne iner. Bir süre kalır. Huzura kabul için müsaade niyazındadır. Niyetinin kabul edildiğine dair besareti alınca doğru Kubbe-i Hadra'ya yönelir. Çevreyi sanki daha önce görmüş gibidir. Etrafındaki insanları tanır gibidir. Hiç yabancılık çekmez.
Dergah'a, “ Dervişan Kapısı”ndan avluya, buradan da “Tilavet Odası”na girer, “Gümüş Kapı”dan, “Kademat-ı Pir”e geçer. İlerliyerek “Huzur-i Pir”e ulaşır.
Şimdi Efendisi'nin huzurundadır. Emeline nail olmuştur. Heyecanından, sevincinden, nailiyetinden dolayı bütün vücudu titremektedir. İşte yıllardan beri kendisine anlatılan ve hayalinde canlandırdığı " Gümüş Eşik", “ Gümüş Basamak” ve “ Gümüş Kafes “in önündedir. Gözlerine inananamaz. Kendini rüyada zanneder; Neyzen bakışlarla çevresine göz gezdirir, hayır gördükleri gerçektir. Muradına ermiş, maksadına erişmiştir. Kalbi, göğsünden fırlayacakmış gibi çarpmaktadır. Anlatılması güç tatlı bir sıcaklık başından aşağıya doğru yayılarak bütün bedenini sarmış, ter içinde bırakmıştır. Ruhunu, bedenini hoş bir rehavetle kaplar. Anlatılmaz, doyulmaz bir huşu ve huzur içerisindedir. Derin bir hazla kendinden geçecek gibi olur. Olduğu yerde ayakta, iki eli iki yanında, başı sağ omuzuna yıkılmış halde öylece kalır.
Bu vaziyette ne kadar zaman geçtiğini farkedemez. Ama içindeki bir ses, artık izin alma zamanının geldiğini hatırlatır gibi olunca, kendine gelir. Yavaş yavaş geriye çekilir. Geri geri, ağır ağır Huzur'dan uzaklaşır. Geldiği yerlerden geçerek avluya çıkar. Kendini kuştüyü kadar hafif hissetmektedir. Huzur içerisindedir. Siretindeki bu güzellik suretine de aksetmiştir. Eriştiği itminan bütün bedenini sarıp sarmalamış, tarif edilmez bir rahatlığa kavuşmuştur. Kendini, dünyanın en mutlu, en bahtiyar insanı kabul etmektedir.
Ertesi gün döner İstanbul'a. Dolu, dopdolu olarak. Sevinçle, kıvançla, muradına ermişlikle. Yeni bir yaşama sevinci kazanmış olarak...
O günden sonraki şiirleri bir başka mana, derinlik, ifade, tarif ve tasvir gücü daha kazanmıştır. Kalite artar, kantite artar. Fikri ne ise zikri de o olur. İşte “ Mevlana'nın Huzurunda “ başlıklı şiiri:
Geldim sana kan ağlayarak, sızlayarak bak
Aşkınla yanan benliğime durma hemen ak
Ak... Sönmesun ateş, alevim dinmesun ancak
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak
Artır ne olur ateşini, bağrımı dağla
Yansın bu vücudum, eksilmesin asla
Hicran ile yak, vasl ile yak, aşkına bağla
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak
Bir katreyim emma yine ummanlara sığmam
Topraklara, yapraklara, insanlara doymam
Hem ateşe, hem nure ve zindanlara doymam
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak
Ben sende bitirdim canımı ey Şah
Buldum yine her derdim içinde seni billah
Şellale-i esrarını dök ruhuma her-gah
Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak.
“ Leyla, Leyla” diye diye Mevla'ya ulaşan Mecnun misali Yanar Dede de, “ Mevlana, Mevlana “ diye diye hidayetine nail ve mazhar olduğu Yüce Mevla'nın ( C.C ), alemlere rahmet olarak lütfettiği Habib-i Kibriyası Muhammed Mustafası ( S.A )'na olan derin tahassürünü bakınız ne kadar güzel dile getiriyor:
Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rü-nümasın sen
Habib-i Kibriyasın sen, Muhammed Mustafasın sen
Cemalinle ferehnak et ki yandım Ya Rasulullah
Susuz kalsam yanan çöllerde can versem, elem duymam
Yanar dağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulullah
Gül açmaz, çağlayak akmaz, ilahi nurun olmazsa
Söner alem, nefes almaz felek manzurun olmazsa
Firak ağlar, visal ağlar, ezeli mesrurun olmazsa
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulullah
Erir canlar o gül-bu-yı reven-bahşın havasından
Güneş titrer yanar didarının bak ihtirasından
Perişan bir niyaz inler hayatın muhtevasından
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulullah
“ Allah'ın kullarından herhangi birinin gönül rızasından bir an için uzaklaşmaktansa , diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim.” diyecek kadar engin bir ihlas, samimiyet, rabıta ve teyakkuza sahip bulunan dünün Ortodoks Diamendi'si, bu günün Yanan Dede'si “ Mehmed Abdulkadir Keçeoğlu “ nu bakınız Yahya Kemal Beyatlı nasıl tavsif ediyor:
“ Yüz sürdü hak-i payine çok müslüman dede Molla-i Rum görmedi senden Yaman Dede “
Bütün ömrünce Mevlana'nın yolunda olan, Mevlana'nın yörüngesinde devran ve seyran eden, etrafını bir mum gibi aydınlatan Yanan Dede( Yaman Dede ), 3.5.1962 tarihinde Hakk'a yürüdü, ulaştı. Bizlere güzel ad, unutulmaz yad, hoş hatırat, örnek hayat bıraktı.
Ruhu Şad ola.

Hiç yorum yok: